EKÜMENOPOLİS’TEN UÇURUMUN KIYISINA

Söyleşi: Merve Erol
12 Şubat 2018
SATIRBAŞLARI

İmre Azem’in 2011 tarihli ilk uzun metraj filmi Ekümenopolis, yükselen kent mücadelesini belgelemenin yanında, İstanbul’u kuzeyden sararak şehri geri dönüşsüz şekilde talan edecek ve tanınmaz kılacak üçüncü köprü – havaalanı – Kanal İstanbul üçgenine dikkat çekiyordu. Bu dehşet verici senaryo büyük ölçüde hayata geçerken Azem’in kamerasının odağı kent mücadelesini içerip aşan bir siyasal düzleme yerleşti: Azem, Uçurumun Kıyısında Türkiye’de, 2010’ların başından bugüne yükselen siyasal gerilimi –kent hakkından basın özgürlüğüne– demokrasi mücadelesi veren arkadaşlarının güncesini tutarak takip ediyor. İki film arasındaki geçişleri, iyice azmanlaşan İstanbul’u, dönüşen Türkiye demokrasisini İmre Azem’le konuştuk. Uçurumun Kıyısında Türkiye ve İmre Azem’in diğer filmlerini izlemek için linkleri aşağıda bulabilirsiniz…

 

Uçurumun Kıyısında Türkiye, 2011 tarihli Ekümenopolis’in ardından ikinci uzun metraj filmin. Arada da çeşitli toplumsal olayları belgeleyen pek çok kısa film çektin. Bu seyir bize Türkiye’nin yakın tarih panoramasını da gösteriyor…

İmre Azem

İmre Azem: Ekümenopolis kente odaklanan bir filmdi. Sonra Gezi oldu ve toplumsal olayları belgelemeye başladım. İnternet sansüründen en kalabalık Hrant Dink anmalarına, Renault işçilerinin grevine kadar, sokakta her konuda bir eylemlilik patlaması olmuştu. 7 Haziran seçimlerinden sonra bir vites daha attı, süreç daha da sertleşti. Bu dönemde medya ve yolsuzluk, Çatalağzı Termik Santrali, göçmenler üzerine kısa belgeseller yaptım. 2016 başında Diyarbakır’da haber nöbetine katıldım, orada şimdi kapatılmış olan DİHA çalışanları üzerine kısa bir belgesel yaptım. Darbe girişiminden sonra da bu son film geldi.

Uçurumun Kıyısında Türkiye, kentsel mücadelelerden başlayıp hızlanıyor ve cumhurbaşkanlığı referandumuyla sona eriyor.

Evet, bu da odağımızın kent meselesinden daha temel bir demokrasi meselesine nasıl evrildiğini gösteriyor. Filmde Deniz (Özgür) kent mücadelesi, ekoloji, eğitim, kadın mücadeleleri gibi tekil alanların artık tek başına bir yere varamayacağı noktaya geldiğimizi söylüyor. Buradan topyekûn bir demokrasi mücadelesi ihtiyacı doğuyor. Biz de belgeleyici olarak ülkenin gündemine uygun bir geçiş yaptık.

Aslında, Türkiye’ye özgü nedenlerle, bu ikisi arasından doğrudan ve belirleyici bir ilişki de var. Ekümenopolis’i yaparken üçüncü köprü ve havaalanı inşaatı henüz başlamamıştı, değil mi?

Evet, bunlar 2009 Çevre Düzeni Planı’nda da yoktu, ama lafları vardı, sonradan plana da işlendiler. Yani plan ileriye bakan değil, geriyi toparlayan bir şeye dönüşüyor Türkiye’de. Yapılanı işliyorsun plana. (gülüyor) Ekümenopolis, kentsel dönüşüm, köprü, havaalanı gibi projeleri anlatmaktan çok, bunların nedenlerini ve dinamiklerini sorguluyordu. Bir kere, plan diye bir şey olmadığı için olabiliyor bunlar. İkincisi, demokrasi olmadığı için oluyorlar; kenti planlarken orada yaşayanlara bir şey sormuyorsun, ama bunları yine demokrasiyi kullanarak, projeleri kent meclislerinden, komisyonlarından geçirerek yapıyorsun. Bilimin “burası su havzasıdır, nehir yatağıdır, yerleşime açılmaması gerekir” dediği yerleri demokrasiyi kullanarak, oy çokluğuyla imara açıyorsun. Ekümenopolis’i yaptıktan sonra Çevre ve Şehircilik Bakanlığı’nın kurulmasıyla bu işler çok daha otoriter biçimde merkezden idare edilmeye başlandı. Merkezi yönetim ne kadar otoriterleşiyorsa, bunun kent alanına yansıması da paralel biçimde değişiyor. Rantın paylaşılması, yolsuzlukların buradan yürüyor olması önümüze bir demokrasi sorunu çıkartıyor zaten. Ekümenopolis diyor ki, eğer kenti böyle bir zihniyet yönetiyorsa, bunun farklı bir kent üretmesi beklenemez. Zaten üretemedi, üstelik otoriterleştikçe daha da vahşileşen bir sömürü ve yağma ortamı var. Tabii sadece kentler için değil, doğa için de aynı şeyler geçerli, HES’ler, santraller, halkın alınmadığı halk toplantıları… Mustafa Sönmez’in AKP’nin nasıl bir “inşaat iskelesi”ne dönüştüğünü anlattığı çok güzel bir kitabı var, durum tam da o gerçekten. Kısa filmimiz Lâmekân’da söyleşi yaptığımız Ayşe Çavdar da özetle şöyle söylüyordu: Türkiye’de siyaset aslında bir kaynak dağıtma aracıdır, devleti ele geçiren klik kendisini, yandaşlarını büyütmek için o dağıtım araçlarını kullanır… 2001 krizine kadar bu daha çok bankalar üzerinden yürüyordu. Sermayedar bir banka kuruyor, içini boşaltıyor, çökmüş bankayı devletin kucağına bırakıyor. Krizin ardından buna bir düzenleme getirilmeye çalışıldı. Küresel sermaye dedi ki, eğer küresel ekonomiye eklemlenmek istiyorsanız, bu kuraldışı işlemlere müsaade edemezsiniz. Bunlar temizlendikten sonra AKP iktidara geliyor ve elinde bu araçlar yok artık. Eskiden para politikaları ve bankalar üzerinden kurdukları dağıtım mekanizması AKP döneminde yok, ama ne var elinde, inşaat var. TOKİ’nin yeniden yapılandırılmasıyla yeni bir kaynak dağıtım mekanizması kuruldu. İnşaat AKP’nin de işine geliyor, çünkü hep izinlere, ruhsatlara bağlı, yönetimin çok kontrolünde olan bir sektör. O yüzden, rüşvet mekanizmasını kurmak da kolay. Hazine arazilerinin TOKİ’ye devriyle, muazzam bir kaynak da oluştu. Bu durum küresel para politikalarına, Amerika’nın parasal genişlemesine uyumlu bir döneme, yani merkez kapitalist ülkelerden çevre ülkelere para akışının olduğu bir döneme denk geldi. Bu rüzgâr da yelkenleri şişirmeye yardım etti. Bizim kentleşme dediğimiz şey, bir kaynak dağıtma mekanizmasının yan etkileri aslında. (gülüyor) Bunun da tabii yerine göre İslâmcı sosu, Yeni Osmanlıcı sosu oluyor. İstanbul’da özellikle, Bizans’ın izlerini silikleştiren, ama yıktığı bin yıllık Sulukule üzerinde Selçuklu mimarisini taklit eden bir anlayış var. Taksim’e cami, AKM’nin durumu, yapamadıkları Topçu Kışlası hep şehrin içine yerleştirilmiş ideolojik soslar aslında.

Mimari çağlar boyunca egemenliğin başlıca gösteri araçlarından biri oldu. Çamlıca Camii’nden üçüncü köprü gibi büyük projelere, yine bu amaca hizmet etmiyor mu?

Bu kadar inşa faaliyeti içinde kendi simgelerini kentin merkezi yerlerine yerleştiriyor tabii. Hatta sadece bununla kalmıyor, eski rejimin, cumhuriyetin simgelerini ortadan kaldırma gibi bir hamle de var. ‘60’larda, ‘70’lerde, işçi hareketinin güçlü olduğu dönemlerde kurulmuş işçi mahallelerinin daha çok hedefe konması da söz konusu. Okmeydanı gibi projelerin altında yaratılacak rantın yanında ideolojik bir bakışın yattığını da söylemek mümkün. Bütün bunlar, genel kutuplaştırıcı siyasetin kente yansıması anlamına geliyor.

 

Bugün ortadan kaldırılmak istenen eski rejime ait kimi alanlar, aynı zamanda, Prost planındaki Gezi Parkı gibi, şehrin içinde hayli geniş ekosistemler yaratmaya soyunan, modern mimarinin yanında tarım alanlarını koruyan ve güçlendiren, şehir hayatına katılmış geniş meydanları destekleyen bir anlayışın eseri…

Dünya örneklerine, kentleşme anlamında gelişen fikirlere, iklim değişikliğinin yarattığı yeni kentlere baktığımız zaman, o tarafa bir dönüş olduğunu gözlemliyoruz. Kentle kırsalı beraber düşünen, her şeyin yerelde sağlıklı bir şekilde yetişmesine çabalayan bir anlayış gelişiyor. Türkiye’de bu tartışmaları yapamıyoruz bile, o kadar uzağız ki. Dünyanın terk ettiği bir enerji üretim modeline, nükleere Türkiye’nin belki en az elli senesini kilitleyecek bir yatırım yapıyoruz. Kent mevzuu da tam böyle, çok öngörüsüz, ufuk olarak çok geçmişte kalmış bir anlayışla yürütülüyor. Bu durumu sadece sermayeyle açıklamak da pek mümkün değil. Berlin’de, New York’ta sermaye yok mu? Var, ama oralarda bazı şeyleri değiştirmeden, orada yaşayanların ihtiyaçlarını makul ölçülerde gözeten, öngörülerini bilimle biraz daha netleştirmiş şekilde yürüyebiliyor işler. Bir uzlaşı var aslında, belki de oralardaki demokrasinin olgunluğuyla ilişkili olarak. Bizdeyse burada yaşayan insanları, tabiatı tamamen yok sayan, her şeyi tüketici ve metrekare üzerinden hesaplayan, çok geri kalmış bir anlayış geçerli.

Merkezi yönetim ne kadar otoriterleşiyorsa, bunun kent alanına yansıması da paralel biçimde değişiyor. Rantın paylaşılması, yolsuzlukların buradan yürüyor olması önümüze bir demokrasi sorunu çıkartıyor zaten. Ekümenopolis diyor ki, eğer kenti böyle bir zihniyet yönetiyorsa, bunun farklı bir kent üretmesi beklenemez. Zaten üretemedi, üstelik otoriterleştikçe daha da vahşileşen bir sömürü ve yağma ortamı var.

Öte yandan, dünyanın kimi büyük şehirleri, örneğin olimpiyat gibi büyük organizasyonlar söz konusu olduğunda büyük imar faaliyetlerine girebiliyorlar…

Tabii inşaat eşittir emlak değeri diye bir şey yok. New York’ta çok büyük bir inşaat faaliyeti olmayabilir, ama New York’un aldığı emlak yatırımının yanında İstanbul’unki bu kadar inşaata rağmen çerezdir. Birkaç senedir dünyanın en büyük emlak fuarı MIPIM’e katılıyoruz gazeteci olarak. Kentlerin nasıl pazarlandığını orada çok net görmek mümkün. Yatırımcılar da orada, devletler de. İstanbul da, İstanbul Ticaret Odası ve Beyoğlu Investors Group adından 32 şirketten oluşan bir grup öncülüğünde, muazzam paralarla ve Beyoğlu özellikle öne çıkarılarak pazarlanıyor. Kanal İstanbul, üçüncü havaalanı maketleri kenti zenginleştirecek projeler olarak maketlerle sergileniyor. Tabii emlak ve kentlerin pazarlanması ve yatırım aracı haline gelmesi Türkiye’ye özgü bir şey değil. Bütün dünyada bir senede 6 trilyon dolar para kentlere yatırım olarak akıyor. Bunun da yaklaşık 1.5 trilyon doları doğrudan emlak yatırımı. Bu, bütün dünyada park etmek için yer bakan, toplamda 80 trilyon doları bulan paranın yüzde 8’ine tekabül ediyor. Bu küresel yatırım parasının yaklaşık üçte biri borsalara akıyor, yani şirketlere, yüzde 25 kadarı hükümet bonolarına, yani devletlere borç olarak gidiyor. Yine büyük bir kısmı özel fonlara gidiyor. Bunlar üç büyük kategori. Dördüncü kategori artık emlak, yüzde 5’ten 8’e yükselmiş, önümüzdeki senelerde yüzde 10’a çıkacağı konuşuluyor. Bu para kente geldiği zaman tek derdi oradan bir getiri sağlamak. Emlak da dünya çapında en yüksek getiriyi sağlayan sektör. Ama bir yandan riskli de görülüyor, çünkü spekülatif. Yani, New York’taki ya da İstanbul’daki bir dairenin bedelini belirleyen şey nedir? İki tane bomba patlıyor mesela, İstanbul’daki emlak fiyatları yerle bir. Anlıyoruz ki, emlak değeri, kentin değeriyle özdeş. Dolayısıyla yatırımcı proje seçmiyor aslında, parasını koyacak kent seçiyor. MIPIM’de konuştuğumuz Belçikalı bir yatırımcı “dünyada iki çeşit fon var” demişti, “kurumsal fonlar dünyadaki fonların yüzde 80-90’ını oluşturur ve uzun dönemli hareket ederler, vur-kaç gibi işlere girmezler”. İkinci tip özel fonlar aslında sıcak para dediğimiz şeye tekabül ediyor, bir gece ansızın gelip öbür gece çıkabiliyor. Türkiye, kurumsal fonların liginde değil, vur-kaççıların liginde. Bu kırılganlık da o yüzden. Böyle bir ortamda buraya yatırım yapanlar da, tepeden bir garantörle anlaşarak geliyorlar. Körfez sermayesinin Türkiye’de çok konuşulmasının sebebi bu. Bu tip yatırımcılar hükümetle alâkalı bir ortak buluyor, o zaman da hukuk hiç kimsenin umurunda olmuyor. Kenti bu dinamikler şekillendiriyor. 2016’da geliştirmeye başladığımız, ama darbe girişimiyle yarıda kalan belgesel projemiz Yeniden İnşa Çağı da tam bu mevzularla alâkalı. Şimdi o projeye tekrar geri dönmeye çalışıyoruz.

İstanbul’da halihazırda emlak fazlası olduğu söylenebilir. Bir sürü bina dikiliyor, buralarda kimler oturuyor?

Sırf alan değil, üreten de bunları bir ihtiyaca tekabül ettiği için değil, yatırım olarak üretiyor. Orada biri oturmuş oturmamış, kiraya vermişsin vermemişsin, bunlar tali şeyler. Belki kiraya versen uğraşacaksın, içi eskiyecek, belki bir süre sıfır tutmak daha mantıklı olacak. Yatırım yaptığın şeyin bir ev olması bir anlam ifade etmiyor. İstanbul’un pazarlama değeri arttığı sürece senin boş duran dairenin değeri de artacak zaten.

Üçüncü köprü, havaalanı gibi büyük projelerin bir mantığı da bu pazarlama değerini artırmak herhalde. Kanal İstanbul’un olası güzergâhındaki arsalar üzerinde spekülasyon başladı bile. Bu kanal, yapılabilirse, İstanbul’un Avrupa Yakası’nı bir ada haline getirecek.

Yasalara, mesela Afet Yasası’na bile uymayan hukuksuzluklara, bütün imar yolsuzluklarına rağmen kent içinde arazi geliştirmek hâlâ masraflı bir iş. Halkın öyle ya da böyle bir direnişi var, insanlar yaşam alanlarını o kadar kolay bırakmak istemiyor. Kentin yerleşim yerlerinin dışında kalan orman alanlarında arsalar üretmek sermaye açısından daha mantıklı, daha kolay ve kârlı. İstanbul’un kuzeyini etkileyen bu üç büyük projenin planları 2007’den beri var. Köprüyü mümkün olan en kuzeye yaptığın zaman, aradaki her şeyi bir anda anlamsızlaştırmış oluyorsun. Bir de bu iktidarın siyasal aklı bence şöyle çalışıyor: Bir şey yapılacaksa, bunu en tepeden en üst perdeden kuralım… Mesela gazetecilere gözdağı verilecekse, bir genel yayın yönetmenini alalım… Bence köprüde de böyle: Köprü yapılacaksa, en kuzeye yapalım, tartışma bitsin!..

Türkiye uçurumun kıyısına gelmişken, iktidarın ayakta durma dayanaklarından biri yine kent rantı. İstanbul’u kuzeyden kuşatan projelerin mantığı biraz da bu değil mi?

Ama bunun iki tane maliyeti var. Birincisi, ülkenin en büyük toprak zenginliğini yağmalıyorsun. Ormanları, suları yok ediyorsun, dağları delik deşik ediyorsun. Bütün dünyanın iklim değişikliğine, su kaynaklarına odaklandığı bir dönemde sen böyle bir değeri yağmalıyorsun. Sadece Türkiye için değil, Ortadoğu için büyük bir kayıp bu. İkincisi, bu inşai faaliyetin parasal bir maliyeti var. Bunu da borçlanarak yapıyorsun. Şu an Türkiye, yanlış hatırlamıyorsam, OECD ülkeleri içinde kişi başı tasarrufu en az olan ülke. Devamlı borçlanıyoruz. Diyelim inşaat şirketi bir proje yapacak, bankadan kredi alıyor. Fakat yaptığı evleri satabilmesi lazım, bu sefer banka tüketiciye kredi veriyor, ki o firma bankaya borcunu ödeyebilsin. İnşaat şirketi kârını yapıp aradan çekildikten sonra, o konutları alanların üzerinde yirmi, otuz yıllık borçlar kalıyor. Gördüğümüz her bir yeni konut bir borç demek. Bu düzenek içinde kâr eden bir iktidar ve yerli-yabancı sermaye kliği var. İstanbul’un, Türkiye kentlerinin, doğanın içinde olduğu durumu bu zihniyetin bir tezahürü olarak görüyorsak, siyasi iktidarın devamlılığının bu düzeneğin ayakta kalmasına bağlı olduğunu da anlamalıyız. İstanbul’un, diğer kentlerin, doğanın kurtulmasıyla Türkiye’nin demokratikleşmesi iç içe geçmiş mevzular artık.

 

İmre Azem’in yeni filmi Uçurumun Kıyısında Türkiye kibritfilm.com/ukt adresinden, kısa filmleri vimeo.com/imreazem adresinden, kısa filmi Lâmekân aşağıdan izlenebilir: https://vimeo.com/121571288

NON-SPACE: The Collapse of the City as Commodity (ENG version) from Kibrit Film on Vimeo.

https://vimeo.com/119982626

DAVID HARVEY’LE ANTİKAPİTALİST MEKÂN İLİŞKİLERİ

Yeni bir kent, yeni bir şahsiyet

İmre Azem ve Gaye Aksu’nun 2016’da, kent ve mekân üzerine çalışmalarıyla tanınan dünyanın önde gelen sosyal bilimcilerinden David Harvey’le yaptıkları söyleşi Express dergisinde yayınlanmıştı. Harvey’nin yeni kent düzeni ve neoliberalizmin işleyişine odaklandığı söyleşinin bir bölümünü aktarıyoruz…

David Harvey

Yerel yönetimler üzerinden özerklik inşası bazı sol çevrelerde devrimci bir alan olarak değerlendiriliyor. Öte yandan, sermayenin bazı coğrafyalarda rekabet halindeki bölgelerden faydalanma eğilimi de var. Bu durum hakkında ne düşünüyorsunuz?

David Harvey: Belli bir düzeye kadar tüm toplumların örgütlenmesinin temelinde coğrafi eşitsiz gelişimin yattığını, ancak sermaye birikim dinamiklerinin buna körükle gittiğini düşünüyorum. Coğrafi eşitsiz gelişimin etrafında bir siyasetin belirdiğini görüyoruz. Solun coğrafi eşitsiz gelişim üzerinden geliştireceği taktikler iyi de, kötü de olabilir. Örnek vermek gerekirse, kendimi İskoçya’daki özerklik hareketini siyasetleri bağlamında desteklerken buldum. Çünkü kendilerini Londra’nın neoliberal politikalarından azade kılacak yeni bir refah devleti kurmak istiyorlar. Özerklik bu planın olmazsa olmaz bir parçası. Türkiye’de Kürtlerin denediği yönetim şeklini, halk meclislerine dayalı yapıyı takip etmek lâzım, önemli sonuçları olduğunu düşünüyorum. Türk devletinin baskısı göz önünde tutulduğunda ne oranda işlediğini bilemiyorum. Rojava’daki yapının işleyişini de çok ilginç buluyorum. Zapatistlerin Meksika’da kurduğu benzer yapı da çok ilginç. Ancak bunlara hikâyenin sonu diye yaklaşmamak lâzım. Genel mücadelenin parçası olarak jeopolitik mücadeleyi düşünüp taşınmalıyız. Bu bize antikapitalist bir geleceğe açılan patikayı gösteriyor mu?

Asi Şehirler’de (Metis, 2013), “kent hakkına” illâ içinde yaşadığımız mevcut kent üzerinden yaklaşılmaması gerektiğini söylüyorsunuz. Bu hakka “sermayeye hizmet etmeyen bir kentin kurulması” çerçevesinde yaklaşılmasını salık veriyorsunuz. “Tamamıyla başka bir imgede, kenti sosyalist beden politikalarıyla yeniden inşa etmek ve yaratmaktan” bahsediyorsunuz. Bunun yoksulluğu ve toplumsal eşitsizliği ortadan kaldıracağını, çevresel felaketin yaralarını iyileştireceğini ekliyorsunuz.

Bu genel perspektife sıkı sıkıya bağlıyım. Bugün New York’ta dolaşırken kendinize “Bu kenti sosyalist bir cennete dönüştürmek için her şeyi nasıl uygun hale getirebiliriz?” diye sorabilirsiniz. Bu gayet zor bir iş olacaktır, çünkü bu kent özel mülkiyeti tasdik eden bir örgütsel yapıya göre, tam da sosyalist cennetin mekânı olmasın diye inşa edilmiştir. Aşırı şatafatlı binalarla sosyal konutlar karşı karşıyadır. Tıpkı kapitalizmin kendinin yeniden üretilmesi için gerekli toplumsal düzeni haiz bir kent inşa etmesi gibi, sosyalist bir projenin de sosyalist toplumsal ilişkilerle tutarlı, adil gelir dağılımı içeren, hangi isteklerin, ihtiyaçların, arzuların temin ve tatmin edildiğinin sosyalist bir duyarlılıkla tespit edildiği bir kent inşa etmesi gerekiyor. Günümüzde yönetilmesi ve siyasi açıdan işlemesi her geçen gün zorlaşan şehirler kurduk. Mesela mahalle meclislerine dayalı bir yönetim biçimini New York’ta hayata geçirmek çok zor. 1950 ve ‘60’larda güçlü olan Halk Konseyleri’nin daha sonra yetkileri ellerinden alındı. Kısacası, kentin imar biçimini, toplumsal örgütlenmesini değiştirmeli ve yeni kamusal mekânlar yaratmalıyız. New York’ta kamusal alanlara rastlamak epey zordur. Kentsel müşterek diyebileceğimiz bu alanlar büyük maharetle azaltıldı. İnsanlar siyasi bir şekilde kullanmasın diye sermaye tarafından el konan kent alanlarını yeniden ele geçirme arzusunun uyandırılması gerekiyor. Burada bence ikili bir soru mevcut. İlki, nasıl bir kent istediğimiz. Ancak, bu soru nasıl insanlar olmak istediğimiz sorusunu da ihtiva ediyor. İnşa ettiğimiz kent nasıl insanlar olabileceğimiz hakkında epey şey söylüyor. Banliyöler belli bir şahsiyet yarattı. Banliyöleri radikal şekilde değiştirerek şu anki, toptan tecrit anlamına gelen bireyselcilik yerine insanların toplumsal sorumluluklar üstlendiği başka bir şahsiyet yaratmalıyız. Bunlar nerede olduğunuza da çok bağlı. Mesela, ABD’deki tüketici pazarının çökmesiyle 2008-2009’da Çin ihracata bağlı muazzam bir kriz yaşadı. İşsizlik çığ gibi büyüdü. Komünist Parti’nin bir siyasi galeyandan endişe ettiği herkesçe biliniyor du. Bu yüzden, çılgınca kentleşme yönünde siyasi karar aldılar. Bankalara dönüp “borç verin”, yerel yönetimlere dönüp “mümkün olduğunca işgücünü kapsayacak şekilde şehirler inşa edin” dediler. Böylece, işsizlik muazzam kentleşme projeleriyle massedildi. Çin’deki kentleşme kararı küresel kapitalizmin imdadına koştu, çünkü o yıllarda yegâne büyüme merkezi Çin’di. New York’ta da kentleşme “siyasi” bir karar, ancak burada siyaset çok daha fazla yatırımcının boyunduruğunda. Yatırımcı ise siyasete hâkimiyetini belli bir şekilde icra ediyor. Meşhur banka kurtarmalarını düşünelim. Bankalara tonla para aktarıp “eh hadi artık kredi verirsiniz” dendi. Bankalar da Obama’ya karşılarından yıkılmasını söylediler. Bir Çinli bankerin Komünist Parti ve Merkez Komitesi’ne böyle bir şey söylemesi abes olur, zira Çin’de hâlâ makroekonomik siyasi kararların dümeni Merkez Komite’de. ABD’de ise yatırımcılar dümende. Bill Clinton seçildikten sonra, danışmanları kendisine ne yapması gerektiği konusunda tavsiyeler verirken şöyle sormuştu: “Birkaç borsa spekülatörünün talepleri yüzünden ekonomi politikamdan ödün mü vermem gerekiyor?” Danışmanların cevabı basitçe “evet” oldu. Bugün bu konuda kıyasıya bir mücadele var. Mesela, Yunanistan’a cebren dayatılan siyasetin dümeninde kim var? Tetiğe basanlar birtakım tahvil sahipleri mi yoksa?

Bulabildiğiniz (eğer bulabilirseniz tabii) boktan işler, kentlerde tahammül etmesi giderek zorlaşan hayat şartları, ulaşımın zorluğu, hızla artan kirlilik… Bu memnuniyetsizliği siyasi mücadeleyle buluşturmalıyız İnsanlar bunca teknolojik imkâna rağmen toplumun büyük kesimi için niye makûl yaşam koşulları yaratılmadığı sorusunu giderek daha fazla soruyor. Bu basit soru insanları radikal bir dönüşüme yönlendirebilir.

Tahvil sahipleri kimler?

Menkul kıymetler piyasasında tahvil, hisse senedi ve bonolara yatırım yapan belli başlı yatırımcılar. ABD’de Warren Buffet gibi öne çıkmış figürler. “Ortada elbette bir sınıf mücadelesi var ve benim sınıfım galip geliyor” demişti. Apple ya da Amazon gibi şirketleri yöneten, küresel ekonominin işleyişinde hâkimiyet sahibi insanlardan müteşekkil bir grup söz konusu. Son 15-20 yılda ortaya çıkmış, denetimi elinde bulunduran yeni tür bir burjuva iktidar yapısı.

Öte yandan, sermayenin düşüşte olduğunu, döngüsel kapitalist krizlerin antikapitalist mücadeleler için fırsat yarattığını söylüyorsunuz. Mücadeleyi büyütmek için nerelere bakmalıyız?

Sermaye bugünlerde o kadar uçucu ki, olaylar çok hızlı gelişiyor. Bir sonraki krizin nereden çıkacağını asla bilemiyorsun. Ancak, şu aralar zaten homurtularını işitiyoruz, bahse girerim ki yeni krizin mutlaka emlak boyutu olacak. Tali mi, yoksa asli bir unsur mu olacak, kim bilir? Krizin jeopolitik özelliği ağır basabilir. Dünya ekonomisinde askeri ihtilafları da içerebilir. Şu anda solun çok tutarlı bir politikaya, sağlam bir düşünsel yaklaşıma ihtiyacı var. Bunun örgütlenmesi kolay değil. Ama yine de siyasette daha önceden ortada olmayan seçenek ve ihtimalleri dikkate alma yönünde bir heves göze çarpıyor. Beş-altı sene önce bu ülkede birinin çıkıp da kitlelere hitaben “Bu ülkenin siyasi bir devrime ihtiyacı var” demesi düşünülemezdi. Öte yandan, bunun sağdaki muadili de tıpkı Avrupa’daki neofaşist hareket gibi yükseliyor. Türkiye, Avusturya, Macaristan ya da şimdilerde Brezilya’da yaşandığı gibi otoriterlik artıyor. Alışılageldik siyasetin ömrünü tamamladığını ve yeni siyasi projenin tanımlanması için büyük bir kavganın devam ettiğini düşünüyorum. Bu, antikapitalist bir stratejiye sahip olmak zorunda. Kapitalizmin beklentileri karşılamadığını giderek daha çok insanın anladığını düşünüyorum. Bulabildiğiniz (eğer bulabilirseniz tabii) boktan işler, kentlerde tahammül etmesi giderek zorlaşan hayat şartları, ulaşımın zorluğu, hızla artan kirlilik… Bu memnuniyetsizliği siyasi mücadeleyle buluşturmalıyız. İnsanlar bunca teknolojik imkâna rağmen toplumun büyük kesimi için niye makûl yaşam koşulları yaratılmadığı sorusunu giderek daha fazla soruyor. Bu basit soru insanları radikal bir dönüşüme yönlendirebilir.

Söyleşi: İmre Azem – Gaye Aksu
Express, sayı 147, Aralık 2016

^