IŞİD SALDIRISINDA İKİ BACAĞINI KAYBEDEN LÎSA ÇALAN’IN ÖYKÜSÜ

Söyleşi: İrfan Aktan
5 Ekim 2019
SATIRBAŞLARI

HDP’nin 5 Haziran 2015 tarihli Diyarbakır mitingine yapılan IŞİD saldırısında iki bacağını kaybeden sinemacı Lîsa Çalan, dört yıllık hukuki mücadele sonucunda mahkemeye saldırıdan “zarar gördüğünü” kabul ettirip davaya müdahil olabildi. Dört sanıklı davanın 20 Eylül’de Ankara’da görülen 22. duruşmasında ilk defa söz alan Lîsa Çalan’dan 5 Haziran davasının seyrini, saldırının öncesinde ve sonrasında yaşadıklarını ve ayağa kalkış hikâyesini dinliyoruz…


Halkların Demokratik Partisi
nin (HDP) 5 Haziran 2015 tarihindeki Diyarbakır mitingi sırasında yapılan IŞİD saldırısıyla ilgili davanın 20 Eylül’de yapılan duruşmasında söz alarak dönemin Diyarbakır valisi, başbakanı ve cumhurbaşkanından şikâyetçi olduğunuzu söylediniz. Avukatlarınızın dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun dinlenmesi yönündeki talebi, “dosyaya katkı sağlamayacağı” gerekçesiyle reddedildi. Davanın genel seyri hakkında ne düşünüyorsunuz?

Lîsa Çalan: Dava yaklaşık üç yıl önce başladı, güvenlik gerekçesiyle Diyarbakır’dan Ankara’ya taşındı ve 20 Eylül’de 22. duruşması yapıldı. Ben iki yıldır duruşmalara katılıyorum. Müdahillik talebim ancak bir önceki duruşmada kabul edildi. Daha önceki müdahillik taleplerim “gördüğüm zarar tespit edilemediği için” sürekli reddediliyordu. Mahkeme talebimin kabul edilmesi için rapor isteyince, hastaneye gidip “zararımı” tespit ettirdim! Oysa ben zaten mahkemeye ilk bir yıl tekerlekli sandalyeyle, sonraki süreçte de protezle gittim. Dolayısıyla mahkeme heyeti benim gördüğüm zararı kendi gözleriyle de görüyordu. Buna rağmen müdahillik talebimin kabul edilmesi için avukatlarımızla birlikte uzun bir uğraş vermemiz gerekti.

Çok sert geçen bir duruşmada, hâkim, bombayı yerleştiren Orhan Gönder’e dönüp “Katil olup olmadığı belli değil, ama katil bile olsa çok efendi, terbiyeli. Sorduğumuz her soruya cevap veriyor” türünden iltifatta bulunmuştu. Sanıklar bize hakaretler ettiği halde mahkeme heyeti olumlu müdahalelerde bulunuyor.

Ne söylediniz mahkemede?

Bir kere mahkeme süreci çok kötü geçiyor. Hâkimlerden biri bize son derece sert yaklaşıyor ve neredeyse kimsenin konuşmasına izin vermiyor. Davamızın hâkimi acıyı görmüyor. Diyarbakır saldırısı canlı bombayla yapılmadığı için bombayı yapan, saldırıyı gerçekleştiren katiller mahkeme salonunda, karşımızda oturuyor. Ben iki yıldır mahkeme salonunda sakin ve suskun durmaya çalışıyorum, ama bunu yapabilmek çok zor. Fakat iki yıllık görmezden ve duymazdan gelmeleri karşısında, geçen haftaki (20 Eylül Cuma) duruşmada bana konuşma hakkı verildiğinde, mahkeme heyetine “Yaşadığım acıyı anlatayım mı? Duyacak mısınız?” diye sordum. O an ilk defa, konuşmak için çok uzun bir süredir beklediğimi, ama konuştuğumda sesimin duyulamayacağını farkettim. O yüzden çok fazla konuşamadım.

Mahkeme heyetinin sanıklara karşı tutumu nasıl?

Heyetin sanıklara zaman zaman övgülerde bulunduğuna bile şahit olduk.

Nasıl yani?

Çok sert geçen bir duruşmada, hâkim bombayı yerleştiren Orhan Gönder’e dönüp “Katil olup olmadığı belli değil, ama katil bile olsa çok efendi, terbiyeli. Sorduğumuz her soruya cevap veriyor” türünden iltifatta bulunmuştu. Sanıklar bize hakaretler ettiği halde mahkeme heyeti olumlu müdahalelerde bulunuyor. O yüzden de bize karşı son derece cesur davranabiliyorlar.

Katliamı yaptıklarını inkâr ediyorlar mı?

Tabii, tamamen inkâr ediyorlar. Telefon görüşmeleriyle, görüntülerle, deliller ortada. Geçen yıl sanıklardan biri olan ve patlamayı gerçekleştirenleri taşıyan taksiciyi delil yetersizliğinden serbest bıraktılar. Adalete olan inancımız zayıfladı, ama peşini bırakmamalıyız. İnancımız kırılsa da bu bizim davamız. Sonuçta bugün olmasa da yarın bu yapılanlar dosyalarda yer alacak ve bu ülkenin tarihine yazılacak. Beş kişi hayatını kaybetti, 400 kişi yaralandı. Bize yönelik saldırıdan sonra da Temmuz 2015’te Suruç’ta, 10 Ekim’de Ankara’da büyük saldırılar, katliamlar gerçekleştirdiler. Adaletin sağlanacağını beklediğimizden değil, bu işin peşini bırakmayacağımızı bilmeleri için davamızın takipçisiyiz. Bunlar bizim katillerimiz.

Mahkemede neden dönemin başbakanı Ahmet Davutoğlu’nun tanık olarak dinlenmesi talebinde bulundunuz?

Davutoğlu, ağustos ayında yaptığı açıklamada “7 Haziran-1 Kasım arasındaki terörle mücadele defterleri açılırsa birçok insan, insan yüzüne çıkamaz” demişti. Biz de bu süreçte 5 Haziran Aileleri İnisiyatifi kurduk. Kısmen de olsa aileleri yan yana getirmeye çalıştık. Davutoğlu’nun bildiklerini açıklaması için Suruç ve Ankara katliamlarının mağdurları ve mağdur yakınlarının kurdukları dernek ve inisiyatiflerle birlikte ortak açıklama yaptık. Biz zaten katillerimizi biliyor, tanıyoruz, ama eğer Davutoğlu’nun varsa bir bildiği, bunu açıklamasını istiyoruz. Neden öldürüldük, bunu bilmek istiyoruz. O yüzden mahkemede onun da dinlenmesi talebinde bulunduk.

Amacı ne, hedefi kim olursa olsun, Davutoğlu’nunki, bilmediğimiz şeyleri bildiğine ilişkin bir itiraftı. Biz sadece 5 Haziran Diyarbakır saldırısı için adalet aramıyoruz. Suruç, Ankara, Antep, İstanbul… IŞİD’in yaptığı tüm saldırıların üstündeki sır perdesi aralanmalı ve topyekûn bir adalet sağlanmalı. Eğer bu perdenin arkasındaki sır Davutoğlu’ndaysa, açıklamalı.

Fakat Davutoğlu’nun aslında o dönemki karanlık olayları değil, kendisine “terörle mücadelede” destek vermediğini iddia ettiği MHP’yi işaret ettiği, oraya bir göndermede bulunduğu anlaşıldı.

Amacı ne, hedefi kim olursa olsun, Davutoğlu’nunki, bizlerin bilmediği şeyleri bildiğine ilişkin bir itiraftı. Biz sadece 5 Haziran 2015 Diyarbakır saldırısı için adalet aramıyoruz. Suruç, Ankara, Antep, İstanbul… IŞİD’in yaptığı tüm saldırıların üstündeki sır perdesi aralanmalı ve topyekûn bir adalet sağlanmalı. Eğer bu perdenin arkasındaki sır Davutoğlu’ndaysa, açıklamalı. Bu arada şaşırtıcı bir biçimde bize yönelik bombayı koyan IŞİD’ci Orhan Gönder’in avukatı da Davutoğlu’nun dinlenmesi talebinde bulundu. Hatta bizden önce onlar bunu talep etti.

Hangi gerekçeyle?

Bunun derin devlet veya başka örgütlerin işi olduğunu, müvekkillerinin olayla ilgisi olmadığını ileri sürüyorlar. Fakat mahkeme heyeti, karşı tarafın Davutoğlu’nun dinlenmesi talebini de reddetti. Bu arada Orhan Gönder’in alana nasıl girdiğine, bombayı nasıl yerleştiğine dair görüntüler mevcut. Görevi ihmal suçundan Diyarbakır’da bazı polisler de yargılanıyor. Çünkü kayıtlarda polis köpeğinin bombayı bulduğu, ama polisin köpeği çekiştirip bulmasına izin vermediği görülüyor.

Siz o gün alana girdiğinizde üstünüz aranmış mıydı?

5 Haziran günü, Diyarbakır’daki miting alanına girerken çok ciddi bir aramadan geçirilmedik. Yüzeysel bir arama yapıldı. Zaten Kürt coğrafyasında polis araması mitingin kim tarafından yapıldığına göre değişir.

5 Haziran 2015 nasıl bir gündü? O günden ne hatırlıyorsunuz?

Baştan sona patlamanın her ânını çok iyi hatırlıyorum. Her Kürt genci gibi ben de, varsa bir miting, orada bulunmam gerektiği için gittim. Üstelik o gün Kürt tarihi açısından çok önemli bir gündü. HDP bileşenleri vardı, barış süreci vardı. Hepimiz barışa çok hazırdık. Siyasi bir adımla barışın başka bir noktaya gelebileceğini, bunun başarılabileceğini düşünüyorduk. O yüzden çok dinamik, çok hazır bir kitle vardı. Zaten hepimiz oraya, sanki Newroz’muş gibi çok özel hazırlanarak gittik. 7 Haziran’dan önceki son mitingdi. Çok heyecanlı ve mutluyduk. Türkiye’de farklı bir hava esiyordu. Ben Ortadoğu Sinema Akademisi çalışanıyım. Arkadaşlarımla beraber miting alanına doğru gittik. Çok kalabalıktı. On binlerce insan vardı. Türk bayrağından LGBTİ bayrağına kadar herkesin her türden siyasi bayrağı vardı. İnsanı çok heyecanlandıran bir kitleydi. Fakat alan o kadar doluydu ki, arkalardan dolanarak meydana girdik. Biliyorsunuz, bizde davul, zurna ve halay kaçınılmazdır. (gülüyor) Biraz halay çektik. Ama benim mitingden erken ayrılmam gerekiyordu.

Neden?

Kuzenim 23 yıldır cezaevinde, siyasi tutuklu. Onun kızı evleniyordu. Normalde düğünleri sevmem, ama hapisteki kuzenim kızının çocukluğunu da, büyüdüğünü de, evliliğini de göremedi. O yüzden o gün ailecek orada olmamız gerekiyordu. Mitingde ablamla karşılaştığımda, “çok şık görünüyorsun, bu şekilde beraber düğüne gidelim” dedi. “Hayır, bu düğün benim için önemli, eve gidip daha şık giyinerek geleceğim” diyerek onunla gitmedim. Daha sonra yanımdaki arkadaşlar da “çok kalabalık, geldiğimiz yoldan git” dedi. Ablamla gitsem veya arkadaşlarımın söylediği yerden çıksam, patlamayla karşılaşmayacaktım, ama garip bir biçimde o tarafa yöneldim. Kürt inadım tuttu ve “illa şuradan gideceğim” dedim. Kalabalığa karıştım. Köşedeki küçük bir çay tezgâhına yanaştım. Ama kalabalık o kadar yoğundu ki, orada sıkıştım. Kimse hareket edemiyordu. Duvara yaslandım. Birkaç dakika… Aslında zihnimde o çay tezgâhına çıkıp duvardan atlama fikri tamamlanmamıştı.

Ve?

Patlama oldu. Görüntülerde de var, patlamadan birkaç saniye sonra yattığım yerden kalkıyorum. Hiç bayılmadım. İki kulağımın zarı patlamıştı ve korkunç bir ses duyuyordum. O korkunç sesle gözlerimi açtım, ama ne olduğunu anlayamadım. Üstümde insanlar vardı ve onlar hayatlarını kaybetmişti. Onları kaldırdım. Etrafıma baktım, her yer kan içinde. Bir anne vardı, ağıt yakıyordu. İnsanlar koşuşturuyordu. Bir savaş mı başladı, yukarıdan bomba mı atıldı, ne oldu? Bunu anlamaya çalışıyordum. O arada sahneden Şêrko sesleniyor: “Hevalno trafo teqîya, kolanê wekin!” (Yoldaşlar, trafo patladı, koridor açın!) Bacaklarımın koptuğunu idrak edemedim, kırıldıklarını sandım. Bacağıma bakmak istedim. O an bacağımın olmadığını gördüm. Tamamen kopmuştu. Tabii o an inanmak istemiyorsun. Tüm bu gördüklerim bir rüya, bir film ve birazdan zaman geriye saracak, her şey normale dönecek, bunların hiçbiri olmamış olacak diye düşünüyorsun.

Görüntülerde de var, patlamadan birkaç saniye sonra yattığım yerden kalkıyorum. İki kulağımın zarı patlamıştı ve korkunç bir ses duyuyordum. Bacaklarımın koptuğunu idrak edemedim, kırıldıklarını sandım. Bacağıma bakmak istedim. O an bacağımın olmadığını gördüm. Bu bir rüya, bir film ve birazdan zaman geriye saracak, her şey normale dönecek diye düşünüyorsun.

Bacağımı görünce bağırmaya başladım. Bağırışım acıdan değildi. Dehşete kapıldım. İnsanın zihni, beyni bu tür durumlarda çok farklı işliyor. O anları, o saniyeleri günlerce anlatabilirim. Kısa süre sonra bunun bir rüya değil, gerçek olduğunu anladım ve diğer bacağımı kontrol ettim. İçimden de “lütfen diğer bacağım kalmış olsun” diyordum. Elimi diğer bacağıma attığımda bir kez daha boşluğa gitti. Yukarıya kadar parçalanmıştı. Üzerimdeki kıyafet çok genişti… Anlamlandıramıyordum o ânı. Elbisemi şöyle bir kaldırdım. O bacağım da yoktu. Ancak o sırada bombanın patladığını ve iki bacağımın gittiğini anladım. Bacak kopmuş, kollarım yanık ve muhtemelen yüzüm de parçalandı diye düşünüyorum. Çok kan kaybediyorum. Bir anda her şey karardı ve hiçbir şey görmemeye başladım. Ama uyanığım. O sırada bir karar almam gerektiğini biliyordum. Kendimi bıraksam ölecektim.

Etrafınızdaki insanlar ne yapıyor?

Bana çok geç müdahale edildi, çünkü insanlar ne yapacaklarını bilmiyordu. Bacaklar yoktu ve gören herkes dehşet içindeydi. Sonra bir arkadaş yaklaştı, arkadan bana sarılıp “kendini bana bırak” dedi. “Hayır, kendimi bırakmayacağım” dedim. Bıraktığım anda bir daha bu hayatta olamayacağımı düşünüyordum. Arkadaş bana yaslandı. Diğerleri kemerlerle, bayraklarla bacaklarımı bağladılar. Hafif hafif gözlerim görmeye başladı. Sonra ambulansa kaldırıldım. Ambulans da alandan çok geç çıkabildi. Çünkü polis saldırmış, biber gazları atmıştı.

Patlamanın olduğu yerde mi?

Evet, o bölgede. Ambulansa alındıktan sonra acımı hissetmeye başladım. Bağırıyordum. O ağrıyı anlatamam zaten. Hastaneye varınca, “tamam artık, beni bayıltabilirsiniz” dedim. Sonra bayılttılar beni ve günler sonra gözlerimi açabildim. Çok ağır yaralıydım, çok kan kaybetmiştim ve yaşama ihtimalim çok düşükmüş. Ama yine Kürt inadım tuttu ve yaşadım. (gülüyor)


Götürüldüğünüz hastanede başka yaralılar da var mıydı?

400 insan yaralanmış, beş kişi hayatını kaybetmişti. Götürüldüğüm hastane tıklım tıklımdı. O yüzden yaralıları ameliyatlara alamıyorlardı. Durumum çok riskli, ölme ihtimalim çok yüksekti. Ben hatırlamıyorum, ama bana garip bir hikâye anlatıyorlar. Ameliyat için beni sırada bekletirlerken bir ara gözlerimi açıp “ne yani, benim için her şey bitti mi” demişim. Bunun üzerine beni hemen ameliyata almışlar. Dizlerimden biri kalmıştı, onu kesmek zorunda kalıyorlar… Öyle… Yaşamaya devam ediyorum.

İlk uyandırıldığınızda ne hissettiniz?

Çok fazla ilaç verdikleri için, o sırada pek bir şey anlamıyorsun. Sadece yoğun bakımdayken, kim olduğunu bilmediğim bir arkadaşın kulağıma eğilip “başardık, sen kazandın, biz kazandık” dediğini hatırlıyorum. 7 Haziran’dan başarıyla çıkmıştık. Tabii gözlerimi ilk açtığımda iki bacağımın olmadığını biliyordum. Çünkü her şeyi an be an hatırlıyordum. Sonrasında yoğun bakımdan çıkarıldım. İnanılmaz kitlesellikte bir ziyaretçi akını vardı. Kimse bana bacaklarımın yokluğunu hissettirmedi. İlk zamanlarda hiç ağlamadım. Bilinçli bir arkadaş çevrem ve ailem vardı. Yoğun bakımdan çıkar çıkmaz herkes elinde telefonla gelip “bak şöyle protezler var, insanlar şöyle yürüyor, sen tekrar devam edeceksin” diyordu. Elbette çok büyük ağrılar çekiyordum, ama bana o dramı çok yaşatmadılar. Fakat bir süre sonra “Fantom ağrısı” başladı. Asıl korkutucu olan da oydu.

Düşünsenize, boşluk ağrıyor, boşluk kaşınıyor. Ayağınız kaşınıyor, eliniz oraya gidiyor, ama kaşıyacak bir yer yok. Bu bazen insanı çıldırtabiliyor. Gecenin bir vakti parmak aran kaşınıyor, ama kaşıyamıyorsun. O kaşıntının geçmesini beklemek zorundasın. Bu çok sıkıntılı bir süreç ve bende çok ağır işledi.

Nedir Fantom ağrısı?

“Hayalet ağrı” diyorlar. Şoktan 15-20 gün sonra başlayan bir ağrı bu. Başka bir hastaneye aktarılmıştım ve bir gün ayaklarımı hissettim. Ayak parmaklarım kaşınıyordu. Garip bir ağrıydı. Sanki ayak parmaklarımdan başlayıp yukarıya doğru elektroşok veriliyordu. Bağırmaya başladım. Doktorlar gelip bana Fantom’un ne olduğunu anlattılar. Bilinç, uzuv kaybını kabul etmiyor ve o uzuv varmış gibi davranıyor. Ama gerekli sinyalleri alamadığında ağrı mekanizması devreye giriyor ve o uzvun varlığını sana sürekli ağrı yoluyla hissettiriyor. Olmayan parmaklarında kaşıntı, baldırında kramp, parmaklarda şekil bozukluğu hissi, ayakaltı yanması…

Bu his ve ağrılar ne kadar devam etti?

Halen devam ediyor. Şu anda iki ayağım da var! O yüzden adı “hayalet ağrı” zaten.

Peki bu his insanı nasıl etkiliyor?

Baş etmesi çok zor. Konsantrasyonunu bozuyor. Düşünsenize, boşluk ağrıyor, boşluk kaşınıyor. Ayağınız kaşınıyor, eliniz oraya gidiyor, ama kaşıyacak bir yer yok. Bu bazen insanı çıldırtabiliyor. Gecenin bir vakti parmak aran kaşınıyor, ama kaşıyamıyorsun. O kaşıntının geçmesini beklemek zorundasın. Bu çok sıkıntılı bir süreç ve bende çok ağır işledi. Kişiden kişiye değişiyor bu Fantom ağrısı. Doktorun söylediğine göre eğer patlama ânında bayılmış olsaydım, Fantom ağrısını bu kadar şiddetli yaşamazdım. Patlamayı gördüm, bacaklarımın koptuğunu gördüm, onların bir daha olmayacağını o sırada anladım ve zihnim o ağrıyı tekrar tekrar yaşatıyor. Çok gariptir ve hâlâ da mücadele ediyorum bu ağrıyla.

Zamanla azaldı mı peki?

Uzunca bir süre morfin kullandım. Bu ağrı için kullandığım ayrı bir ilaç var ve yeni bıraktım. Uyuşturucu gibi aslında. Normalde hastalar bu ilacı ancak bir buçuk yıl kullanabiliyor, ama ben çok uzun bir süre ilaç almaya devam etmek zorunda kaldım.

İlacın yan etkileri neler?

Zihnin ağrı merkezini uyuşturuyor, ama aynı zamanda beynin diğer bölgelerini de farklı etkiliyor. Konuşma bozukluğu, ciddi unutkanlıklar başladı bende. Mekânsal algıyı yitiriyorsun. Bazen değişik mekânlarda bir anda nerede olduğumu unutuyorum.

Bu hâlâ devam ediyor mu?

Evet. Bazen gece uyanıyorum ve nerede olduğumu anlayamıyorum. İlacın çok kötü yan etkileri vardı. Bırakalı birkaç ay oldu. Bakalım, şu an idare ediyorum.


5 Haziran’dan sonra da temmuzda Suruç’ta, ardından Türkiye’nin muhtelif bölgelerinde, Ankara’da çok büyük katliamlar yaşandı. Siz hastanedeyken bu süreci izliyor muydunuz?

Patlamadan önce çok sosyal bir kadın değildim, ama sonrasında mecburen sosyalleştim. Patlamadan ancak bir yıl önce, işim dolayısıyla, tuşlu bir telefon almak zorunda kalmıştım. Tabii patlamayla beraber bu da tamamen değişti. Çok ziyaretçim oluyordu ve herkesi karşılıyordum. O süreçte dokunmatik bir cep telefonu hediye edildi bana. Dolayısıyla oradan sürekli gündemi takip etmeye başladım. Patlamalar oluyor, insanlar ölüyor ve bu beni çok derinden etkiliyordu. Ayrıca bölgesel alanda da bir savaş başladı. Garip bir haldi. Kendi acıma hiçbir zaman odaklanamadım. Kendi acım için sancı çekmedim. Haziran sonrasında yaşanan her şey, benim yaşadığımdan daha ağırdı. Başka acılara odaklanmak galiba beni tedavi de etti. İki bacağımın yasını hiçbir zaman tutamadım. Belki de bu yası tutmam gerekiyordu. Ama gündem o kadar korkunçtu ki… İnsanlar ölüyor, göç ediyor, tutuklanıyordu. Başkasının acısını yaşıyordum.

Kaç doğumlusunuz?

Kürtlerin yaşı belirsizdir. (gülüyor) Bazıları 1987 doğumlu olduğumu söylüyor, bazıları da 1988. Diyarbakır merkeze bağlı Şilbe köyünde doğdum. Çok yeşil, çok sulak bir köy olduğu için “ıslak” anlamına gelen bu ismi vermişler. Tabii sonradan bizim köyü de yaktıkları için artık o sular kurudu ve artık orası “Şilbe” değil. Orada doğdum, orada büyüdüm, hâlâ oradayız.

Lîsa ismi nereden geliyor?

Kürtçede “Lîs” kuşların mekânı demek. Amcamın oğlu koydu bu ismi bana. Yerinde duramayan, ele avuca sığmayan bir kadınım ve bu ismin bana çok yakıştığını düşünüyorum. (gülüyor)

Tek başına dışarı çıkıp bir kahve içmek bile muazzam bir şey. Protezler yokken, üç yıl boyunca ablam taşıdı beni. Protezle yürümeye başladıktan altı-yedi ay sonra, Ankara’da ilk defa kendi başıma çıkıp bir yerde kahve içmiş ve o gün mutluluktan ağlamıştım.

Sinemayla ilişkiniz nasıl başladı?

Bu ülkede üniversite okumamayı bilinçli olarak seçtim. Annem halen “milletin kızı hemşire oldu, öğretmen oldu, sen sokaklarda dolaşıyorsun” diye söylenir. Politik ailelerin çocukları belli bir yaştan sonra daha bilinçli hareket eder. Ben de “eğer üniversite okuyacaksam, o Kürtçe eğitimin verildiği bir üniversite olmalı” diyordum. Bunun için Güney Kürdistan’a gittim, ama ekonomik olarak çok zorlanınca geri döndüm. Daha sonra Diyarbakır’da Kürtçe eğitim verilen Aram Tigran Kent Konservatuvarı açıldı. Müzik, sinema, edebiyat, resim eğitimi veriliyordu ve “tamam, benim üniversitem burasıdır” dedim.

Yıl kaç?

2012, 2013 yılları. Köy çok yakın olduğu için gidip geliyordum.

Müzik, edebiyat, resim varken neden sinemayı tercih ettiniz?

Sinemaya her zaman merakım vardı. Küçüklüğümden beri herkes babama “yav senin bu kızın tiyatrocu olacak” derdi. Hayal dünyam çok farklıydı. Bir süre sonra hikâyelerin nasıl işlendiğini merak etmeye başladım. Müziğe de çok ilgiliydim ve zamanla müziklerin hikâyesinin filmle bütünleştiğini gördüm. Bunu farkettiğimde, “bu çok acayip bir şey” dedim. Sinema senin dünyan ve oranın tanrısı, tanrıçası sen olabiliyorsun. Başka insanlara yepyeni bir dünya yaratabiliyorsun. Bunu yapabilmek, yaratabilmek benim için olağanüstü bir şey olacaktı. O yüzden mülâkata girdim, alındım ve Aram Tigran Kent Konservatuvarı’nın sinema bölümüne kaydoldum. Orada iki yıl eğitim aldım. İkinci yılımda bir kısa film çektim.

Neydi o filmin hikâyesi?

Filmin adı Zimanê Çîya’ydı (Dağ Dili) ve asimilasyonu konu alıyordu. Aslında hepimizin ortak hikâyesini, köy okulunda zorunlu Türkçe dolayısıyla yaşadığımız sıkıntıyı anlatmaya çalıştım. Türkiye’de bize hep “dağlı”, dilimize de “dağlı dili” dedikleri için onun hakkını vereyim dedim. (gülüyor) Benim de Kürtçem pirüpak değildi, ama Aram Tigran’a başladıktan sonra dilimi daha iyi öğrendim. Zaten kendi dilimde okuyup yazmaya başlayınca anadilde eğitimin önemini kavradım. Bir kere, düşündüğün dilde konuşmak, kendini ifade etmek seni çok güçlendiriyor, ifadene kuvvet veriyor. Ama Türkçe konuştuğumuzda bunu yapamıyoruz.

Türkçeyi ne zaman öğrendiniz?

Herkes gibi okulda öğrendim. İlkokul ikinci sınıftayken yazım kurallarını çok iyi biliyordum. O yüzden öğretmenler birbirlerine beni övgüyle anlatıyorlardı. Bir gün öğretmenim tahtaya bir paragraf yazıp diğer öğretmenleri çağırdı. Paragrafı bana düzelttirmek istedi, ama ben heyecanlandım ve yapamadım. Öğretmen hayal kırıklığına uğradı. Diğer öğretmenler gittikten sonra kulağım çekildi tabii. O yüzden bir daha asla yazım kurallarına dikkat etmedim.

Kaç kardeşsiniz?

11 kardeşiz. Em Kurmancin lo! (Biz Kürdüz yahu!)

Aile nasıl politikleşmişti?

1990’lı yıllarda tüm ailelerde bir politikleşme yaşandı. Her aileden bir kişi dağa çıktı. Ondan sonra da baskılar, baskınlar aileyi, bizleri daha da politikleştirdi.

Sizi sinema okumaya ve film çekmeye yönlendiren neydi?

14 yaşımdayken Yeşil Yol filmini izlemiş ve bir siyahın maruz kaldıklarını görünce çok etkilenmiştim. O zamana kadar sadece Kürtlerin zulme uğradığını sanıyordum, ama Yeşil Yol’la birlikte dünyada yalnız olmadığımızı, bizimkine benzer hikâyelerin olduğunu farketmiştim. Zimanê Çîya filminden sonra, daha çok arkadaşlarımın filmlerinde çalıştım. Sonuçta biz bir komünüz ve her işi yaparız. Bir filmde ses alırken bir başkasında kameramanlık yapıyorsun… Daha sonra Ortadoğu Sinema Akademisi’nde çalıştım. Ref isimli bir filmde sanat yönetmeni asistanlığı yaptım. Ali Kemal Çınar’ın uzun metrajlı Weşartî (Saklanmış) filminde hem ana karaktere ses verdim, hem sanat yönetmenliği yaptım, hem oynadım. Sonrasında da zaten patlama oldu…

Ortadoğu Sinema Akademisi hâlâ var mı?

Evet, Diyarbakır merkezli bir akademi. Ama Türkiye’deki mevcut koşullarda ne yazık ki pek faaliyet yürütemiyor. Kayyum uygulamasından sonra Cegerxwîn Kültür Merkezi valiliğin eline geçti, Halk Eğitim Merkezi’ne dönüştürüldü. Dolayısıyla sinema salonumuz yok. Aram Tigran Kent Konservatuvarı kapatıldı. Haliyle sinema, tiyatro gibi faaliyetler sürdürülemez oldu.

Bu saldırı beni yenmiş filan değil. Mahkemelere katılıyorum, etkinliklere, Newroz’lara gidiyorum. Bir çift sözüm varsa onu söylemekten geri durmuyorum. Eğer bu hayattaki rolüm bu şekilde mücadeleyse, o mücadeleyi verdiğimi düşünüyorum.

Sinemaya devam edecek misiniz?

Umarım devam ederim. Arkadaşların senaryolarını okuyorum, en azından fikrimi söylüyorum. Ama aktif olarak yapabildiğim bir şey yok. Dört yıldır sağlık sorunlarıyla, teknik meselelerle uğraşıyorum. Bu nedenle iki yıl Ankara’da yaşamak zorunda kaldım. Avustralya’da ameliyat oldum, Almanya’da tedavi gördüm. Yani sürekli, Türkçesini unuttum, penaber neydi?

Göçmen…

Evet, göçmen haldeyim.

Yaşadıklarınızın üstesinden geldiğinizi düşünüyor musunuz?

Evet, ama bu öyle kolay olmadı. Sadece iki uzuv kaybı ve onun psikolojik etkileriyle savaşmıyorsun. Yoğunlaştığın tek şey bunlar olmuyor. Çünkü bu süreçte hayatına bir sürü farklı insan giriyor. Protez firmaları, doktorlar, şirketler… Bu süreçte kötü tecrübeler yaşadım. Almanya’da yanlış bir tedavi uygulandı, o yüzden birkaç kere bacağımdan tekrar ameliyat olmak zorunda kaldım. Dolayısıyla bacaklarım çok kısaldı. Ayrıca implant ameliyatı yapıldı. Avustralya’ya kadar gittim, ama doktorum yarı Türkmen bir Bağdatlıydı ve ameliyatı yaptıktan sonra beni Türkiye’ye gönderdi, tüm irtibatını da kopardı. Kendisiyle iletişim sağlayamadığımız için tedavide çok zorluklar çektim.

Niye iletişimi kopardı sizinle?

Bunu direkt söylemeyeyim, ama faşistti. Ailesi Saddam’la çalışmış biriydi. Beni ona Yahudi bir doktor yönlendirmişti. Hatta ameliyatın önemli bir kısmını Yahudi doktorun ekibi üstlendi. Ama Yahudi doktor Bağdatlı doktorun ekibinden ayrılınca iletişimimiz tamamen koptu. Türkiye’deki tek implant hastası olduğum için de burada çok zorlandım. Dünyanın birkaç yerinde uygulanan implant yöntemi Türkiye’de daha çok yeni. Komplikasyonları çok fazla olduğu için pek çok ülkede kabul görmeyen bir yöntem. Yaran açık, kemik dışarıda ve enfeksiyon kapma riskin çok fazla. Üç yıl tedavi gördüm, ameliyatlar geçirdim, protez firmasıyla sorunlar yaşadım. O yüzden artık yürüme şansım kalmadı. Ya tekerlekli sandalyeyi kabul edecektim veya son şansım olan implant yöntemini tercih edecektim. Ben de kolay pes eden biri değilim. Savaşa savaşa üstüne yürüdüm ve gidip ameliyat oldum. Neticede bu protezlerle, ağrısına, sıkıntılarına rağmen yürümeye başladım. Son dört sene bu açıdan çok zor geçti ve bu zorlukları elbette anlatıyorum. Ama dram yaratmayı sevmediğim için ekranda da, oturduğum masada da ağlamıyorum. 27 yaşında, yerinde duramayan, genç bir kadınsın ve bir anda iki bacağını kaybediyorsun. Hareket alanın neredeyse sıfırlanıyor. Bununla mücadele etmek o kadar kolay değil. Hele ki bu ülkede! Dışarıya tek başına çıkabileceğin bir alan yok. Tedavi anlamında destekleyen bir yer de yok. İki bacağın yoksa, devlet sana “otur evinde” diyor. “Ben sana protez veririm” diyor, ama onlar da iki bacağı ampute olan bir insanın yürümesine imkân vermeyen manuel protezler. O yüzden fonksiyonlu protezlere ihtiyaç var ve devlet bunu karşılamıyor. Beni en çok yoran bunun savaşıydı. Protez firmasından tutun da sokaktaki insana kadar, herkesle savaşmak zorunda kalıyorsun.

Semih Özakça, Nuriye Gülmen ve Acun Karadağ’a dayanışma ziyareti; sağ başta bir kolunu cezaevi saldırısında kaybeden Veli Saçılık

Neden?

Her alan işgal altında. Asansör yok, kaldırımlar çok yüksek. Oysa bir insan, kolu, bacağı, gözü de olmasa, birine ihtiyaç duymadan, tek başına yaşayabilmeli. Ben çok sakindim, ama artık kendimi sürekli bağırır, kavga eder halde buluyorum. Hastanede kavga, taksiciyle kavga, sokaktakiyle kavga… Bu ülkede hiç kolay değil, ama sorunlardan kaçmak yerine onları çözmeye odaklanıyorum.

Protez firmasıyla ne tür sorunlar yaşıyorsunuz?

İki bacağıma implant yaptım ve protez firmasının Türkiye şubesi bunu kabul etmedi. “Siz soket uygulaması kullanmadığınız için protezlerinize dokunamayız, herhangi bir ayarını yapamayız” dediler. Beş ay ana merkezlerine gittim ve orada başarısız bir soket uygulaması yapıldı. Bunun üzerine beni Türkiye’deki firmalarına gönderdiler. Buradaki soket uygulaması iyiydi, ama artık bacaklarımda hastalık başladı ve hastaneye yönlendirildim. Hastanede, vakumlu soket uygulamasından dolayı kemik uçlarında sinirlerin kitle haline geldiği anlaşıldı. Kemik ucu da kum haline gelmiş ve bir çeşit kıkırdağa dönüşmüş. Doktorlar bir ameliyatta bunu temizleyemedi. O yüzden sürekli bacağım kesilmek zorunda kaldı. Soketi kullanabilmem için bacağıma bir bütün olarak basabilmem gerekiyor. Ama bu sıkıntılardan dolayı bacağıma herhangi bir baskı uygulayamıyordum. Neticede bacak kesildikçe, soket kullanmam zaten imkânsız hale geldi. Dolayısıyla ortak kararla implant yaptım. Fakat protez firma, implant hastalarının protez ayarlarına dokunmadıklarını söyledi. Bu yüzden, on beş-yirmi dakikalık bir ayar için sürekli Ankara’daki firmaya gidip gelmem, dolayısıyla Ankara’da yaşamam gerekti.  

Neyin ayarını yapıyorlar?

Bu protezler mikro işlemci. Her ayakkabı değiştirdiğimde tekrar ayarlanması gerekiyor. Yahut bir vida gevşediğinde firmanın müdahalesi gerekiyor. Ama bana servis hakkı vermedikleri için, protez firmasıyla uzun süre kavgam oldu.

Sonuç?

Onların iddiasına göre soket olmadığı için yapılacak her ayar kemiğe zarar verir. Bunun sorumluluğunu almak istemediklerini söylediler. Fakat doktorum bir rapor hazırlayarak bu ayarların kemiğe zarar vermeyeceğini belirtti. Bunun üzerine firmayla, oluşabilecek tüm sorunların sorumluluğunu üstlendiğime dair bir sözleşme imzaladım. Bir yılın sonunda firma bana servis hakkı verdi.

Gidenleri biliyoruz, ama geride kalanların neler yaşadıklarını da bilmeliyiz. Çünkü geride kalanların hikâyeleri de kaybettiklerimize dahil. Geriye ne kaldı? Eğer sinemaya dönersem, yapacağım ilk şey bu sorunun peşinden gitmek olacak.

Bugün de söyleşiden önce protez firmasındaydınız. Nasıl bir işlem yapıldı?

Bunlar çok pahalı protezler. Vidası bile dolar veya euro’yla satılıyor. İki protezi üç yıl önce, kampanyada toplanan parayla, 140 bin euro’ya almıştık. Tabii bunların iki yılda bir servise gitmesi gerekiyor. Garanti süresi de iki yıl. Servise gitmediği zaman tamamen çöp haline gelebiliyor. Ayrıca kırılabilir, mikro işlemcisi, şarj cihazı bozulabilir. Tüm bunlar büyük paralarla karşılanabiliyor. Zaten kullandıktan birkaç yıl sonra bozulmalar başlıyor. Nitekim benim protezlerin garanti süresi bitti. Bundan sonraki tüm tamirat paralarını benim karşılamam gerekiyor. Yenilerini almak zaten benim için çok zor. O yüzden tıpkı bacaklarıma baktığım gibi onlara da iyi bakmam, düşmemem, yağmura çok dayanıklı olmadığı için ıslatmamam gerekiyor.

Protezle yürümekle tekerlekli sandalye kullanmak arasında nasıl bir fark var?

Dünya kadar fark var. Ayaktasın, kendi işlerini kendin yapıyorsun. Düşünsenize, kahvenizi kendiniz hazırlıyorsunuz! Ben hayatımda kimseden bir bardak su istememiş insanım. Tek başına dışarı çıkıp bir kahve içmek bile muazzam bir şey. Protezler yokken, üç yıl boyunca ablam taşıdı beni. Protezle yürümeye başladıktan altı-yedi ay sonra, Ankara’da ilk defa kendi başıma çıkıp bir yerde kahve içmiş ve o gün mutluluktan ağlamıştım.

Şu anda Türkiye’de sizin gibi her iki bacağında protez olan kimse yok mu?

Var, ama implantlı hasta yok. Onlar soket uygulamasını kullanıyorlar. Bunun için de sağlıklı ve her iki bacağıyla baskı uygulayabilmesi, bunu yaparken acı hissetmemesi gerekiyor.

Ağrılarınız devam ediyor mu?

Biraz azaldı, ama bu ağrıları azaltmak için kullandığım morfin benzeri bir sürü ilacın yan etkileri oldu. Bu ilaçlar bir süre sonra seni tamamen hafızasız bir hale getiriyor. İsimleri, hatta giderek yüzleri unutuyorsun. Böbreklerde, ciğerlerde bir sürü sıkıntı çıkıyor. Yani bir tarafı düzeltmeye çalışırken bir sürü yerde tahribat meydana geliyor. Ayrıca tabii kulaklarımdaki patlama dolayısıyla artık eskisi gibi duymuyorum. Kulaklarımda hiç bitmeyen bir çınlama var.

Tedavi sürecinde sizinkine benzer sorunlarla baş etmeye çalışan insanlarla herhangi bir ilişkiniz oldu mu?

Tabii, birçok insanla tanıştım. Zannediliyor ki, ülkede hiç engelli yok. Oysa çok ciddi bir engelli nüfusu var, ama engellilerin dışarıya, kamusal alana çıkamadığı bir ülkede yaşıyoruz. Instagram’ı aktif olarak kullanıyorum ve benzer sorunlar yaşayıp oradan bana ulaşan çok sayıda insan oluyor. Tabii onları yönlendirirken çok dikkat etmeye çalışıyorum. Çünkü her insanın sorunlarla baş etme yöntemi farklı. Benim için çok zor olan, onun için o kadar zor olmayabilir veya benimkinden daha zor olabilir. Instagram’dan bakanlar, benim güçlü, ayakta olan halimi görüyorlar, ama ben onlara bunun böyle olmadığını, zorlu bir süreç olduğunu anlatıyorum. Çünkü siz ona “her şey çok güzel, çok kolay” derseniz, onu teşvik etmekten çok, daha da demoralize edebilirsiniz. Bu sürece yeni başlamış kişi, belli aşamaları katetmiş insanlara bakıp kendisini onunla kıyaslayabilir ve “o başardı, ben neden başaramıyorum” demeye başlayabilir ve bu giderek “başaramayacağım” noktasına kadar gidebilir. Böylece protez kullanmaktan vazgeçip tekerlekli sandalyeye dönenler olabilir. O yüzden “her şey çok kolay” diyerek değil, sürecin zorluklarını, krizlerini ve tabii ki zaferlerini de anlatarak deneyim aktarmak gerekiyor. Buna dikkat ediyorum.

Herhangi bir psikolojik destek aldınız mı?

İlk altı ayda aldım, ama sonrasında zamanım olmadı, ihtiyaç da duymadım galiba. Bir dönem panik ataklarım vardı, ama onunla da başa çıktım. Ama tabii herkeste böyle olmuyor. Aslında bu desteği almak gerekiyor. Belki bugün buna ihtiyaç duymuyorumdur, ama yarın, bilinçaltımdan neler çıkacağını bilemiyorum. Ne yazık ki ülke öyle bir durumda ki, “benim çektiğim nedir ki” diyorsun.

IŞİD gibi bir örgütün saldırısıyla bacaklarınızı kaybettiniz. Kendinizi bu açıdan nereye koyuyorsunuz?

Tabii ki bu sürecin mağduruyum, iki bacağımı kaybettim. Ama bu sadece fiziksel olarak beni sınırladı. Zihinsel olarak fikirlerim değişmedi. Saldırıdan sonra toparlandığım andan itibaren de dışarıdayım. Bu saldırı beni yenmiş filan değil. Mahkemelere katılıyorum, etkinliklere, Newroz’lara gidiyorum. Bir çift sözüm varsa onu söylemekten geri durmuyorum. Eğer bu hayattaki rolüm bu şekilde mücadeleyse, o mücadeleyi verdiğimi düşünüyorum. IŞİD tamamen yenildikten, bizim canımıza kasteden ve onlara destek veren herkes yargılandıktan sonra belki içim soğuyabilir.

Saldırıya uğradığınız şehirden, Diyarbakır’dan gitmeyi hiç düşündünüz mü?

Hayır, hiç düşünmedim. Varolduğum, varoluş sancıları çektiğim, büyüdüğüm, yetiştiğim, kendimi kendim yaptığım yerdir Diyarbakır. Köklerimden kopamam. Ben orada kendimi var ettiğim gibi, kendimden bir şeyleri de orada kaybettim. Ama orada sinemayı, yaşamı, kadın olmayı öğrendim. Ayrıca bu süreçte bir sürü arkadaşımızı kaybettik. Pek çok arkadaşımız hapse girdi. Dolayısıyla Diyarbakır’dan ayrılmayı bu açıdan da çok doğru bulmuyorum. Belki sokaklarda direnemiyorum, ama Diyarbakır’da bulunmanın kendisi bile bence bir direnme halidir. Tabii ki gidenleri anlıyorum. Onları yargılamak gibi bir hakkım ve haddim yok. Ama hepimiz gidersek, arkamızda kalan yer ne olacak? Bizim ideallerimiz, hayallerimiz, hedeflerimiz vardı ve onlar devam ediyor. Bunları sürdürmeden belki de gerçek anlamda bir iyileşme gerçekleşmeyecek.

Sinemaya aktif olarak dönünce ne yapacaksınız?

Diyarbakır, Suruç ve Ankara patlamalarına dair bir belgesel yapmak istiyorum. Bunlarla ilgili çok sayıda belgesel yapıldı, ama kendi kameramın bunları daha iyi anlatabileceğini düşünüyorum. Bize yapılanı dünyaya anlatmak zorundayım. “Şu kadar insan öldü, şu kadar insan yaralandı” deyip duruyoruz. Ama bizim hayatlarımız, yaralandıktan sonra yaşadıklarımız, yakınlarını kaybedenlerin daha sonraki hayatları sayıdan oluşmuyor. Gidenleri biliyoruz, ama geride kalanların neler yaşadıklarını da bilmeliyiz. Çünkü geride kalanların hikâyeleri de kaybettiklerimize dahil. Geriye ne kaldı? Eğer sinemaya dönersem, yapacağım ilk şey bu sorunun peşinden gitmek olacak

 
^