METİN KURT & CENK TANER

Söyleşi: Yücel Göktürk
24 Ağustos 2021
SATIRBAŞLARI

Öyle Bir Geçer Zaman ki (Erkin Koray, “Benden Sana”)

Metin Kurt: Arkası gelmez dertlerimin… (gülüyor) 70’lerde, hatta 60’ların sonlarında, idollerimizden biriydi Erkin Koray… Cem Karaca, Zülfü Livaneli, Ruhi Su’yla birlikte. Ama Cem Karaca’yla Erkin Koray bana daha yakındı. Bir dönem Erkin Koray’ı kaybettim. Yıllar sonra, arkadaşlarla Ortaköy’de oturuyoruz, dediler ki “Metin abi, Erkin Koray şurada sahneye çıkıyor”. Bir grup yaptık, gittik dinlemeye. Ama ben Erkin’in yeni şeklini bilmiyorum. Bir baktım hep rock çalıyor ve yabancı… “Kızları da Alın Askere”, “Aşk Oyunu”, “Öyle Bir Geçer Zaman ki”; hiçbirini çalmadı. Bekliyorum, “belki daha sonra çalar” diye düşünüyorum. Programı bitirdi, gitti kulise. Garsonu çağırdım, “Erkin Koray gelip şu, şu, şu şarkıları çalmazsa, hesap ödemiyoruz” dedim. (gülüyor) Derken bir baktım, öfkeyle, dinamit gibi bir adam girdi. “Kim” dedi, “ya böyle konuşan!” “Ben konuşuyorum” dedim. “Oo, n’aber” dedi, geldi, oturdu. “Abi biz seni o şarkılarla tanıyoruz, bunları bilmiyoruz” dedim. “Araya onlardan bir-iki şarkı koyup biraz pozitif ayrımcılık yapamaz mıydın?” “Tamam” dedi, “çıkıyorum sahneye, ama bir şartla, ben çalacağım, sen söyleyeceksin.” “Tamam” dedim. Sonra iki şarkıyı ben söyledim. (gülüyor)

Şarkıların sözlerini biliyor muydun?

Metin: Hepsini biliyorum ezbere. Cem Karaca’nınkileri de bilirim. Barış Manço’nunkileri de… (gülüyor)

O gece hangi şarkıları söyledin?

Metin: “Aşk Oyunu”nu ve “Kızları da Alın Askere”yi.

Deniz Gezmiş’in bir numarası olsaydı, ben o numaralı formayı giyerdim; Mahir Çayan’ın numarası olsaydı, o numarayı giyerdim. Bizim idollerimiz onlardı.

Cenk: Metin abinin epey şarkıcılık maceraları var.

Metin: Bir dönem devamlı Cağaloğlu’nda Çağdaş Gazeteciler Derneği’ne gidiyordum. Kafayı bulunca solistten mikrofonu alıyordum, bir-iki şiir okuyordum, bir-iki şarkı söylüyordum. Bir gece moralim çok bozuk, şarkı söylemek istemiyorum. Herkes de beni beklemiş, garsonlar, çalışanlar… Biri geldi, “Metin abi, lütfen sahneye çıkar mısın” dedi. “Yok, bu gece şarkı söylemek istemiyorum” dedim. “Abi bizi düşün biraz” dedi. “Ne oldu ya?” dedim. O esnada on kişilik bir grup var; en yüklü masa. Bizim çocuklar “Metin Kurt burada her gece sahneye çıkıyor” demişler. O grup da beni dinlemeye gelmiş meğer. Neyse, onların gönlünü yaptık. (gülüyor)

Erkin’in futbolla alâkası var mı? Hemen tanımış seni…

Metin: Futboldan değil, siyasetten tanışıyorduk. O dönemin demokrat insanlarından biriydi.

Cenk: Ama sonra DYP’den aday oldu…

Birkaç sene önce daha beterini yaptı, hiç girmeyelim oralara.

Metin: 1960’ların sonunda underground denen olay vardı, yeraltı müziği… 45’lik plak dönemiydi. Hep beklerdim, onların 45’likleri çıksın. Barış Manço’nun “Dağlar Dağlar”ı mesela. Hâlâ gittiğim meyhanede mikrofonu elime aldım mı, onu söylerim… (gülüyor) Başka şekilde yorumlayarak tabii, bazılarının sevgilisi dağlarda gitmiştir diye kendime göre yorum yaparak söylerim.

Cem Karaca’dan neleri söylersin?

Metin: Herkes gibi, “Tamirci Çırağı”yla başlarsın bir defa. En klasik şarkısıdır. Hatta, benim ilk oğlumun isminin fikir babası bir ölçüde Cem Karaca’dır. Doğumdan bir gece evvel yeni plağı çıkmıştı, orada bir şarkı vardı “Yiğitler, yiğitler, bizim yiğitler” diye. “Erkek olursa, ismi Yiğit olacak” dedim. Büyük oğlumun ismi Yiğit’tir.

Küçüğün adı ne?

Metin: Yağız. Ondan sonraki Candaş. Üç oğlum var.

Metin Kurt ve Cenk Taner (Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

Senin aran nasıl Erkin Koray’la?

Cenk: Zamanına göre, müzik açısından ileri bir adamdır. Erkin Koray Tutkusu (1977) baş plaklarımdan biridir hâlâ. O dönem için çok ileri bir çalışma. Aslında, çok da anlaşılmamış bir adam. O açıdan Erkin Koray’ın biraz küskün olduğunu düşünüyorum. Biraz da yalnız bir adam. Metin abinin dediği gibi, underground olayı Türkiye halkının nabzını, kulağını iyi yakalamıştı. Erkin Koray da underground’un öncülerindendi. O açıdan kredisi çok. Ne yapsa o kredi bitmiyor. Hem underground yapıp hem icabında arabeske kayan başkası olsa tefe koyarlardı. Rock camiası sahiplenmezdi. Hep böyle şaşırtan şeyleri oluyor. Herkes grup çıksın diye bekliyor, o tek klavye çıkıveriyor. Tek klavyeyle albüm yapıyor… Ama o kredi bitmiyor işte, 60’lara, 70’lere dayalı bir kredi. Batı’nın da çok ilgisini çekiyor. Sample’larını kullanan yabancı gruplar var. ABD’de plaklarını basıyorlar şimdi. Keşfet keşfet bitmiyor adam. Müziği derken, eski fotoğraflar çıkıyor, fotoğraflar bitiyor, başka şeyler çıkıyor… (gülüyor)

Erkin cover’ı yapayım desen, neleri seçersin? İlk üçe hangi şarkılar girer?

Cenk: Erkin Koray Tutkusu’nda bir tane var. Cover yapan arkadaşlar ona nasıl uyanmadılar, bilmiyorum. “Hasta ruhuma” diye giden bir parça, “Yalnız Sen Varsın”… Black Sabbath gibi gidiyor. Odur birincisi. İkincisi, “Cemalim”; yorumu çok iyidir, çok beğeniyorum. Oradaki gitar solo da en iyi gitar sololardan biri bence. Üçüncüsünü de o dönemden, plak döneminden seçerim. “Allah Aşkına” olabilir. Erkin Koray Tutkusu ve Elektronik Türküler; o iki plaktan seçerdim.

Yeni albümünüzdeki (Doğdum Ben Memlekette) ilk üçün hangi şarkılar? Kesmeşeker dinleyicileri keşke sözlerini ezbere alsalar dediğin şarkılar…

Cenk: “Herşey Sermaye İçin Sevgilim”; “Deniz’siz martılar bir Deniz arar sözüyle. “Kim Sessizse O Ağlasın”; “seni kendimle takas ettim güzel kardeşim” sözüyle. “Benim Adım Ne’’; “orda siyahlar, orda beyazlar, orda sarılar, orda kızıllar” sözüyle. Bunlar öne çıkabilir. Ama objektif olmam söz konusu değil. Hepsini severim velhasıl. (gülüyor)

Saat 23’ten sonra, bulunduğum ortamda devamlı bu şarkıyı söylediğim için etrafımdakiler ezberlemek zorunda kaldılar: “Kırılsa da kanadımız, asiye çıksa adımız, duyan duysun, bilen bilsin, böyledir bizim sevdamız.”

Metin: Erkin Koray’la ilgili bir anı daha anlatabilir miyim? 70’lerde, yaz tatillerini Tekirdağ – Şarköy’de geçiriyordum. Zamanı boşa geçirmemek için sabah saat 8’de, 10-12 yaş grubuna jimnastik yaptırıyordum. 11’de sahada futbol takımına antrenman yaptırıyordum. Akşam üzeri de topladığım grupla beraber kros yapıyorduk. Kros yaparken şarkı da söylüyorduk. Özellikle lüks villaların önünden geçerken… Adamlar oturmuşlar, sanki dünyayı onlar yaratmış. Çocuklara “Âlemin keyfi yerinde yine maşallah” şarkısını söyletiyordum. (gülüyor) Sonunda, kaymakam uyanmış işe, haber gönderdi, şikâyet etmişler…

“Öyle Bir Geçer Zaman ki” diye bir dizi var. Takip ediyor musun?

Metin: Dizi izlemiyorum. Haberleri izliyorum, açık oturumlara bakıyorum. Zaten iki-üç kanalı izliyorum. CNN, NTV, bazen Habertürk…

“Telegol”e filan takılmıyor musun?

Metin: Spor programlarını da her zaman izlemiyorum, yaptıkları tartışmalar bıktırıcı oldu. Hep sonuçları tartışıyorlar.


Magnificent Seven (The Clash, “Sandinista”)

Cenk: Clash değil mi bu?

Evet, “Magnificent Seven”, muhteşem yedi…

Cenk: Joe Strummer olayı… Kafadan girmiş.

Kafa deyince; beren Chelsea beresi. Yoksa?

Cenk: Chelsea ile uzak yakın bir ilişkim yok, bere sıcak tutuyor, ayrı. (gülüyor) İngiliz bir arkadaş hediye etti. Ben kırmızılı takımları daha çok seviyorum. Liverpool mesela. Strummer Chelsea’liymiş.

23 Aralık 2011… Kadıköy Karga’da Kesmeşeker konseri. Metin Kurt sahnede… (Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

Biz onu Arsenal’li biliyorduk.

Cenk: Chelsea’li dedi bir arkadaş. Ben de öyle bir yamuk olabilir mi diye düşündüm. (gülüyor) “Tek falsosu odur” dedi o arkadaş.

Arsenal’i şundan yakıştırdık galiba: Arsenal’in efsane santrhafı Tony Adams için yazdığı şarkı var.

Cenk: Bizim de “Metin Kurt Yalnızlığı” şarkımız var, demek ki oradan da bir kardeşliğimiz var. (gülüyor) Clash politik tavrıyla da türü yok olan gruplardan. Yazık oldu. O dönemde Türkiye’de Sex Pistols daha çok bilinirdi, Clash’i meraklısı bilirdi. Ta ki ünlü şarkıları “Should I Stay Or Should I Go” reklamlarda kullanılana kadar. Strummer’ın bir açıklaması vardı herhalde buna. (gülüyor) Abimiz Chelsea’ye ve reklama takıldı. (gülüyor)

Var bir açıklaması tabii. O şarkı Strummer’ın yazmadığı nadir Clash şarkılarından. “Should I Stay”i yazan da, söyleyen de Mick Jones. Hakları onda olduğu için reklamlara da o sattı.

Cenk: Chelsea’de takıldı, ama reklamdan yırttı. (gülüyor) Lakin çok güzel şarkı, keşke Strummer yazmış olsaydı. (gülüyor)

“Muhteşem 7”yi Metin’e ithafen çaldık. Sen hep 7 numarayı giydin, değil mi?

Metin: Galatasaray’da 7 numarayı giyiyordum, ilk başlarda milli takımda da 7 giyiyordum. Sonraki dönemde milli takımda sol tarafta oynamaya başlayınca 11 giymeye başlamıştım.

PTT’de de 7 giyiyordun, değil mi?

Metin: Tabii. Alibeyköy Adalet’te 9 veya 10 giyiyordum. Ama, Birinci Lig’de, Altay’dan başlayarak hep 7 giydim.

Eskiden 7 numara demek sağ açık demekti, 11 sol açık… Sırt numarası oyuncunun hangi mevkide oynadığını gösterirdi. Şimdiyse numaralar mevkilerle bağlantısız genellikle, herkes istediği, sevdiği numarayı giyiyor.

Beatles’tan özür dilemem gerekiyor. Çünkü çok koyu bir Elvis hayranıydım. Şarkılarını ezbere bilirdim. Bunlar bizim kralımızı tahttan indirince kılıçlarımızı çektik. Ama yanlış yere saldırmışız. Sonradan öğrendim ki, bunlar esas bizim sevmemiz gereken adamlar.

Metin: Başıma gelen bir olayı anlatayım. Oynattığım oyun sistemine, dizilişe göre numara veriyordum futbolculara. Geri dörtlü 2, 3, 4, 5, ön libero 6, sağ orta saha 7, sol orta saha 8, sağ açık 9, santrfor 10, sol açık 11. Çok bilen yöneticilerden biri demiş ki, “ya bu ne biçim hoca, bizim bildiğimiz 9 numara santrforda oynar!” (gülüyor) Eski sistemde futbolcular dediğin gibi yerleşirdi. 9 numara santrfor, 8 sağ orta saha, 6 sol orta saha, 10 önde oynayan orta saha. Hiçbir zaman için 5 numara sol bek oynamazdı, sol bek 3 numaraydı. O zamanlar basit bir kumar vardı tribünlerde, golü kim atacak diye numara çekerlerdi. 9 numarayı çeken avantajlı hissederdi kendini, santrforu çektiği için. Ama, en prestijli numara 10’dur. Eskiden de öyleydi. Metin abi (Oktay) de son dönemlerde 10 giyerdi. 10 numara takımın en asıydı.

Senin oynadığın dönemde sırt numarası serbest olsaydı hangisini seçerdin?

Metin: 13 hariç her numarayı giyebilirdim. 13 numara çocukluktan beri kafamıza yerleşmiş uğursuz diye. (gülüyor) Futbolcuların büyük çoğunluğunun hayran olduğu futbolcu vardır çocukluktan. Onun giydiği formayı hayal etmiştir hep, onun için de o numarayla oynamak ister. Benim öyle bir idolüm olmamıştır. Çünkü ben futbolu öyle çok severek, isteyerek oynamış bir futbolcu değildim. Beğendiğim futbolcular vardır ama, idol bellediğim futbolcu yoktur. Bizim idollerimiz farklıydı. Mesela, Deniz Gezmiş’in bir numarası olsaydı, o numarayı giyerdim; Mahir Çayan’ın numarası olsaydı, o numarayı giyerdim. Bizim idollerimiz onlardı.

Cenk, sen topçu olsaydın kaç numara giyerdin?

Metin: 7’den başkası olmaz. Ben buradayken başka bir numara olmaz. (gülüyor)

Sen burada olmasaydın, 2 veya 3 diyebilirdi. Cenk’in bir bek güzellemesi var, öyle değil mi?

Cenk: Öyledir. Bekler biraz isimsiz kahraman gibi gelir bana hep. Kaleci ve önündeki dört adam benim ilgimi her zaman daha çok çekmiştir. Atağı başlatan ve atakları göğüsleyen elemanlar, daha bir emekçi, daha bir mahalleli geliyor bana. Bilinçli olarak “bek olacağım” diyen kaç çocuk vardır, bilmem ama, takıma en adanmış elemanlar da hep beklerden çıkar. Bülent Korkmaz tarzı adamlar her takıma lâzım bence, ya da Puyol… Senin oynadığın zamanda en iyi bek kimdi Metin abi? Zorlandığın bek var mıydı?

Metin: En takdir ettiğim bek Alpaslan’dı. Çok akıllıydı, top kapma özelliği çok kuvvetliydi. Onu geçmek biraz güçtü. Sonra, Zekeriya… Zekeriya, Alpaslan tipindeydi. Milli takımda çok iyi anlaşırdık Zekeriya’yla. Onunla çok ilginç bir hatıramız var. ‘66 Avrupa Gençler Şampiyonası Türkiye’de yapıldı. Elemelerde Eskişehir ayağındaydık biz. İlk maçımız Belçika’ylaydı, 4-0 kazandık. Bir golü ben attığım halde, ondan sonraki maçlarda beni oynatmadılar. Turnuva boyunca, Zekeriya’yı da oynatmadılar. İstanbul genç karmasından çok iyi arkadaştık. Tarabya Oteli’nde kamptayız, çıktık roof’a, dertleşiyoruz. Oynatmıyorlar ya bizi. (gülüyor) Orada bir karar aldık, dedik ki, ilk biz oynayacağız A milli takımda. Hakikaten de dediğimiz oldu. O genç takımdan A milli takımda oynayan ilk biz ikimiz olduk.

Ve uzun süre oynadınız.

Metin: Altı-yedi yıl kesintisiz oynadık.

Cenk Taner (Fotoğraf: Şahan Nuhoğlu)

Break ‘Em Down (The Soledad Brothers, John Peel Derlemesi “Fabric Live 07” içinde)

Bu çalan aynı zamanda bizim takımın, Gazoz Ligi’nde mücadele eden Dinamo Express’in marşı.

Cenk: İntro’daki ne maçı?

Liverpool – Real Madrid, 1981 Şampiyon Kulüpler Turnuvası finali. Demin beklerden konuşuyorduk; sol bek Alan Kennedy 85’te filan takıyor ve Liverpool 1-0’la kupayı alıyor. Şarkının intro’sundaki maç anlatımı o golün hikâyesi. “When he was needed Alan Kennedy was there”: Kendisine ihtiyaç duyulduğu anda Alan Kennedy oradaydı. Alan Kennedy tam senlik bir sol bek. Bu şarkı efsane radyocu John Peel’ın anısına yapılan albümden.

Cenk: Liverpool fanları da Alan Kennedy’yi efsane 11’lerine alırlar genelde. John Peel anısına yapılan plakta bu şarkının olması tamamdır. Peel zaten Liverpool taraftarı bildiğim kadarıyla. Bu kadar kafasına göre takılıp, iyi mânâda, iyi vibrasyonlara açık olmak ve bunu dünyanın en muhafazakâr kurumlarından biri olan BBC’de yapmak zor. İyi müziğin kokusunu, memleket falan ayırmadan, ticari kaygı gütmeden almak herkesin harcı değil. 1970’lerden 1980’lere, Liverpool müthiş bir takımdı, Keagan ve Dalglish gibi iki efsanevi 7 numaraları oldu o dönemde.

Bir sağaçık olarak olarak sen nasıl bulurdun onları ve o günlerin Liverpool’unu?

Metin: Valla, doğrusunu söylersem, ne takımları severim, ne sporu severim, ne futbolu severim… Çünkü atılan her gol emekçi kalesine giriyor.

Cenk: Metin abi olaya sert bakıyor. Truva atı olarak görüyor sporu, futbolu…

Metin: Tabii ki. Burjuva rekabet düşüncesinden başka bir şey değil.

Oscar Wilde, sevdiğimiz şahsiyettir, “futbol işçi sınıfının balesidir” diyor.

Metin: Sporun tarihini, niçin kullanıldığını, hangi amaçlara hizmet ettiğini, ideolojik bir araç olduğunu görmezsek, söylediğin doğru. Ama senin hayran olduğun nokta, benim her zaman söylediğim şey: Futbol oyun olarak arsada güzel ve temizdir, biz de yıllarca severek oynadık. Ama borsada sistemin sporu vardır, sistemin sporu da sistemden soyutlanarak ele alınamaz. Ve ayna olarak sistemi yansıtır.

Peki, kapitalizm aşıldığı zaman?

Metin: Aşıldığı zaman böyle bir spor olmayacak.

Niye olmayacak? İki taşı koyup kale yapıyoruz, bir top uyduruyoruz. Ve oynamaktan zevk alıyoruz.

Metin: Ama o oyun. Oyun olarak kabul. Kurumlaşmış organizasyondan bahsediyorum ben. Bugün zaten bizim mücadelemizin esası o. Oyun özgürlüktür, oyun güzeldir, oyun hoşlanmaktır… Kendisinden başka amacı olmayan bir eylem biçimidir. Ama spor bir iştir. Sporda burjuva rekabet ideolojisi oyunda bulunan bütün güzellikleri ortadan kaldırmış ve burjuva rekabet ideolojisini oraya sarmalamıştır.

Bu, bugünün endüstriyel, profesyonel futbolu.

Metin: Amatörde de böyle. Sporun amatörü, profesyoneli yok ki.

Endüstriyel futbolun amatörü, profesyoneli yok elbette. Ama endüstriyel futbol da aşılabilir bir şey. İlelebet böyle gidecek değil herhalde.

Metin: Sporun tarifi şudur: İnsanın insana karşı aletli, aletsiz bireysel ya da takım halinde yaptığı yoğun mücadele, rekabettir spor. Ve kazanmaktan başka bir amacı yoktur.

Bir takım kursak, komşu mahalleyle oynasak…

Metin: Bu söylediğin spor değil, oyun.

“İşte Güneş”, “Here Comes The Sun”dan bir miras olabilir, en sevdiğim Harrison şarkılarındandır. Beni Paul’cu bilirler, John’u da severim, ama karakter olarak George Harrison’u daha yakın hissetmişimdir. Kılık kıyafet olarak da öyle. Bir Harrison paltom var, yıllardır giyerim.

Biz de oyun olarak seviyoruz futbolu.

Metin: Tamam, ama o bir hayal.

İyi oyuncuları seyretmeyi seviyoruz…

Metin: Tamam. Ama, oyuncu olarak kalamıyorsun ki! Mesela, ben okul takımına girinceye kadar oyuncuydum mahallede. Arkadaşlarımızla sahaya gelirdik, orada takımlarımızı yapardık. Biraz daha öndeki iki kişi adım atardı karşılıklı, sen bir oyuncu alırdın, o bir oyuncu alırdı. Oynamayan yoktu, herkes oynuyordu. Bir takım öbür takıma biraz daha üstünlük sağladığı zaman, hemen takımları değiştirirdik. Maçı bitirmeye karar verdiğimiz zaman, sonuç önemli değildi, gol atan kazanırdı. Okul takımı seçmelerine gidinceye kadar o çocuklarla mahalle arkadaşıydık. Okul seçmelerine beş arkadaş katıldık, bir tek beni seçtiler ve o andan itibaren arkadaşlarımla ilişkim bitti. Okul takımında oyuncu olarak oynamıyorsun. Beden eğitimi öğretmeni bir taktik veriyor, kadroyu yapıyor. Artık orada takım arkadaşın yok, takım arkadaşların rakip sana. Niye rakip? 11 kişi oynayacak, ama takımda 20-25 kişi var. Öbür takım da sana rakip. Okul takımının avantajları da var. Mesela bedavadan sınıf geçme, okul kırma, hava basma…

Bir beklentiye başladığın andan itibaren oyun bitiyor, spor başlıyor. Bu sistemde, endüstriyel futbol diye bir şey yok, öyle bir adlandırma uydurma. Spor var, düzenin sporu var, düzenin spor emekçileri var. Endüstriyel futbol olayı çarpıtmadır. Endüstri kelimesini başa koymakla, sanki ileri bir sanayi gibi bir şey gösteriyorlar. Aslında, spor sektörü vardır, spor sektörü de düzenin spor sektörüdür. Amatör kümelere git bak, hiç kimse parasız pulsuz oynamıyor. Beyoğlu – Yeniçarşı, benim ilk oynadığım ve başkanlık yaptığım kulüptür. Başkan olduğum dönemde, futbolcuları kulübe üye yapmıştım. Bundan üç-dört yıl önce, o çocuklar yönetimi almışlar, beni aradılar: “Hocam, yıllardır sen bizi nereye çağırdıysan geldik, şimdi de biz seni çağırıyoruz, lütfen bu sene bizi idare et.” Takım Birinci Amatör Küme’deydi. Öyle oldu, böyle oldu, Süper Amatör’e çıktık. Ben hepsi çok sevinecek diye bekliyorum. “Hoca, yaktın bizi” dediler. “Birinci Amatör’de takımı idare etmek için 100 bin lira zar zor buluyorduk, şimdi 300 bin, 500 bin lâzım olacak; o parayı nereden bulacağız?” Amatörlük mü var zannediyorsunuz?

Zannetmiyoruz. Söylediklerinin hepsi doğru, çünkü futbol da kapitalizmin işleyişi içinde, onun zihniyet dünyası içinde oynanıyor, seyrediliyor. Ama kapitalizm yerçekimi kanunu değil ki. Değiştirilebilir, aşılabilir bir şey. Aşıldığında “düzenin sporu” da, futbolu da başka türlü olmayacak mı?

Metin: O zaman spor olmayacak o. Bedensel kültür eğitimi olacak ya da oyun olacak.

Oscar Wilde’ın dediğine geldik.

Metin: Arkadaşlar, bakın. 1930’da ilk Dünya Kupası organize edildi, değil mi? Nedeni şu: Olimpiyatlarda profesyoneller oynayamıyor. Profesyonel futbolcular oynayamayınca, kendini profesyonel olarak tanımlamayanların olimpiyatlarda üstünlüğü oluyor. Bu nedenle futbolu ayrı bir turnuvaya götürüyorlar. Ki, 1929 ekonomik bunalımının hemen ertesinde oluyor bu iş. O sırada olimpiyatların kurucusu Baron de Coubertin ne yapıyor? Spor reform bildirisi yayınlıyor. Ve futbolu üç yönde suçluyor. Bir, bedeni aşırı yoruyor. İki, entelektüel gelişmeyi sekteye uğratıyor. Üç, para ve kazanma hırsını, ticaret hırsını yayıyor. Dolayısıyla, diyor, reform edilmeli. Kendine göre bazı reform önerileri getiriyor. Bunlar içinde mesela genç yaşta çocukların maçlarına seyirci alınmaması var… Ama ne oluyor? 1936’da Almanya’da faşist Hitler olimpiyat komitesiyle turnuva düzenliyor. Coubertin küs olarak inzivada ölüyor, modern dönem olimpiyatların kurucusu dediğimiz adam.

Cenk: Ama Metin abi, futbolu kaldırdığın zaman ortada büyük bir boşluk oluyor. Bu “pislik” içinde diyelim, Eric Cantona’nın dediği gibi, “güzel bir pas Arthur Rimbaud’nun bir dizesi gibidir”.

Metin: Kabul. Tamam. Hayal dünyamızı koruyacağız. Ama hayalci olmayacağız. Sonuç olarak, atılan her gol futbol emekçisinin kalesine giriyor. İlk işçi sendikaları 1800’lü yıllardan itibaren spora karşı çıkıyorlar. Diyorlar ki, “burjuvaya hizmettir spora gitmek”. Fabrika takımları kuruluyor. Niye? İşçilerin patrona karşı güçlenmesini engellemek için. İşçilerin arasında sahte bir rekabet yaratıyorlar. Fabrika takımları nasıl saflaşıyor? Bir tarafta patron, işçi, memur… Öbür tarafta yine patron, işçi, memur. Aile görüntüsü veriyorlar fabrikaya. Memur da aileden, işçi de, patron da. İşçi ve memur, patronun evlatları. Sendikalar bildiri yayınlıyor, diyorlar ki, sendikalara bağlı işçiler maça gitmesin. Düşünün, iki fabrika arasında maç yapılıyor. Mesela Tofaş’la Renault maçı… Önce fabrikalardaki işçileri birbirlerine düşürüyorlar. Sonra, mahalledeki değişik kategorileri birbirine düşürüyorlar. Ondan sonra kentleri birbirine düşürüyorlar. Sporla ilgili bugüne kadar bize anlatılanların hepsi palavra. Spor sağlık kazandırır diye düşünüyorsunuz, değil mi? Sağlıklı insanlar mı spor yapar, spor yapanlar mı sağlıklı olur?

Biz sağlığın değil, zevkin peşindeyiz. Oynamaktan zevk alıyoruz, seyretmekten zevk alıyoruz…

Metin: Oynamaktan zevk alabilirsin, ama seyretmekten zevk alamazsın bu dönemde, çünkü rekabet var orada. Çünkü tribüne gelen seyirci, aslında rekabete geliyor.

Cenk: Zevk için gelenler de var.

Metin: Rekabet olmazsa zevk almıyor ki. Anadolu’da bazı takımlar bilhassa küme çıkmazlar, bazen de bilhassa düşerler. Çünkü rekabet olmadığında, ortadaki bir takımı kimse seyretmek istemez.

O zaman Şampiyonlar Ligi’ni seyretmememiz lâzım. Ya da şöyle söyleyelim, mesela Beşiktaşlı olmadan da Yusuf’u (Tunaoğlu) seyretmek için Beşiktaş maçlarına gidilebilir. Biz öyle yapardık, Yusuf’u seyretmek zevkti çünkü. Ortada bir rekabet yok, Yusuf’u seyretme zevki var. Çocuklar s kakta oynarken hangimiz durup bakmıyoruz, güzel bir hareket görür müyüz diye.

Metin: ‘80 öncesi döneme kadar, biraz oyuncu sporcular vardı, oyuncu kökenli. Onlar çok sevilirdi. Mesela, Metin Oktay’ı bütün takımların taraftarları severdi, Lefter’i bütün takım taraftarları severdi. Lefter’in hayatında küfür yediğini hiç sanmam. Metin abinin küfür yediğini hiç sanmam. Ama, ‘80 sonrası süreçte, üç büyük takımın taraftarının da hayran olduğu, sevdiği bir tane futbolcu gösterin bana.

Cenk: Yabancılardır daha çok. Hagi, Alex falan…

Metin: Çağımızın dini olarak tanımlanıyor futbol. Futbolun Avrupa’dan sömürgelere yayılması nasıl olmuş?

Şimdi buradan afyon meselesine gelmeyelim. Ya da gelelim. Marx’ın ünlü sözü, malûm. Ama o zamanlar en yaygın kullanılan ağrı kesici afyondu. Bir de tabii “hayal âlemi” boyutu var afyonun. Afyon mecazından hareketle şunu vurgulayalım: İnsanoğlunun ağrı kesiciye de, hayal âlemine de ihtiyacı var; hep oldu, olacak.

Metin: 1978 yılında Politika gazetesinde sekiz sütuna manşet attım: Kitle sporuna hayır! Gazetede herkes birbirine girdi. (gülüyor)

Politika’da spor sayfasını yapıyordun, değil mi?

Metin: 1978’de, Politika gazetesi yeniden yayın hayatına başladığında, ben de içerde beş sütuna spor sayfasına başlamıştım, sonra sekiz sütuna geçtim, sonra en arka sayfaya geçtim. Okuyucularımız o zaman pek spor okumazdı ama, ciddi ciddi sol içerikli bir spor sayfası ilk defa denendiği için bizim sayfa tutulmuştu bayağı. Nuri Kurtcebe çocukluk arkadaşım, beraber büyüdük. Önce futbolcu olmak istemişti, bizimle gece gündüz top peşinde koşuyordu. Ve rock’çıydı, yazlık sinemalarda aralarda çalardı. Sonra karikatürist oldu, Gırgır’da Gaddar Davut’u çiziyordu. Politika’da beraber çalıştık sonra. O zamanlar spor bakanı vardı, Talat Asal; Refaiddin Şahin diye de Beden Terbiyesi genel müdürü vardı. “Talat Masal Amcayla Komando Refaiddin’in Maceraları”nı çizelim dedim, ben söyleyeyim, sen çiz. Öyle başladık, bayağı da tutuldu. Beden Terbiyesi personelinin sabahları ilk okuduğu gazete Politika’ydı. Çünkü her gün resimli roman olarak Talat Masal’la Komando Refaiddin’i okuyorlardı. (gülüyor)

Wiha ye eviniya me / Böyledir Bizim Sevdamız (Züleyha, “Etnik Dillerde Livaneli Şarkıları”)

Metin: (Türkçe eşlik ediyor) “Duyan duysun, bilen bilsin, böyledir bizim sevdamız…” Saat 23’ten sonra, bulunduğum ortamda devamlı bu şarkıyı söylediğim için etrafımdakiler ezberlemek zorunda kaldılar. İsterseniz size de söylerim. (gülüyor) TV8’de bir program olmuştu, orada bu şarkının bir mısrasını söylemiştim, sonra o şarkı çalınarak bitmişti program. (gülüyor) “Kırılsa da kanadımız, asiye çıksa adımız, duyan duysun, bilen bilsin, böyledir bizim sevdamız.” Bizim Cenk’le esas ortak noktamız bu. Bu toplumda ne diyorlar? “Ya topçu olacaksın ya popçu.” Eksik söylüyorlar, bir de aslında yolsuzluklara alet olacaksın, sana verilen oyunu oynayacaksın. Onu değiştirmeye kalktığın zaman açıkta kalırsın. Bu mücadeleyi sürdürmek gerekiyor. Bugün Cenk de, ben de aynı noktada durduğumuz, aynı mücadeleyi devam ettirdiğimiz için birbirimize hiç yabancılık çekmedik. Cenk gibi arkadaşları gördüğüm zaman, heyecanlanıyorum, samimi söylüyorum, “vay” diyorum, “yalnız değilmişiz, yalnızlıkta yalnız değilmişiz hiç olmazsa”. En azından, yanlış değilmişiz, yanlış olmadığımız için yalnız değiliz. Bizim gibi insanlar olduğuna her zaman inanıyorduk, bir devrimci zaten inanır tek başına olmadığına. Belki birbirimizi bulamamışızdır, ama şimdi bulduk işte.

“Metin Kurt Yalnızlığı” diye bir şarkı yazmak nereden esti sana?

Cenk: “Metin Kurt Yalnızlığı” aslında dört sene önce yazılmıştı anahatlarıyla. Arkadaşlara, eşe dosta çalıyordum bazen. Şarkının adı yayılmaya başlayınca bende hafif stres yaptı, çünkü beklenti yarattı. Şarkı Metin abinin hayatıyla ilgili değil çünkü. Somut bir isim üzerinden bir tavır koymaktı daha çok. Metin abi de bu tavra çok uygun bir isim. Şarkıyı yazarken Metin abi doğal olarak geldi ve söz olarak oraya oturdu. Sonra iş ileri gitti, Metin abinin albümün kapağı olması tartışılmaya başlandı. Kapağı diğer albümler arasında hayal ettim ve tamam dedik, budur. Bizim bu yılda, bu karmaşada kapağımız budur, tamam. (gülüyor)

Sen nasıl karşıladın “Metin Kurt Yalnızlığı”nı?

Metin: Şarkıdan haberdar ettiklerinde bir araştırma yaptım tabii, kimdir bunlar diye. Hep olumlu şeyler duydum haklarında. “Tamam o zaman” dedim. Sınıfı geçtiler yani. (gülüyor) Cenk değil de başka biri yapmış olsaydı, bu kadar mutlu olacağımı sanmıyorum. Yaptığı mesleğin çelişkilerine rağmen nerede durması gerektiğini bilenler, o yeri kaybetmeden o yoldan ilerlemeye çalışanlar var. Cenk ve Kesmeşeker grubu öyle insanlar. Amerikan fıkraları vardır, kesmeşeker tozşekere ne demiş? “Dağıttın yine kendini, biraz topla” demiş. Cenk’in tüm şarkılarında dağıtan kesime “biraz toplan” çağrısı var. (gülüyor)

“Böyledir Bizim Sevdamız”ı Kürtçe dinlediğimize göre, biraz da Kürt meselesi hakkında akıl yürütelim mi?

Metin: Kürt meselesi hakkında akıl yürütürken sen yine itiraz edeceksin, ama ben yine de akıl yürüteyim. (gülüyor) Görüşüm şu: Bütün olaylara işçi sınıfının mücadelesi olarak bakıyorum. Sorunlara yaklaşırken de, eğer bu sorun işçi sınıfının mücadelesine bir artı sağlıyorsa, onu doğru bulurum. Artı sağlamıyorsa eksik bulurum. Ulusların kendi kaderlerini tayin hakkı var, ama şu da var: İşçi sınıfının kaderini tayin hakkı. İşçi sınıfının tarihsel gelişim sürecine katkı sağlayacaksa o hareketi destekliyorum. Bir hareketin kimin öncülüğünde olduğuna bakarım. Emperyal güdümle, küçük burjuva öncülüğünde bir hareketse desteklemem. İki hata bir doğru yapmaz. Eğer Türk şovenizmi varsa, bir noktada Kürt şovenizmine de gelinebilecek bir durum söz konusuysa, biraz daha dikkatli olmak gerekir. Diyarbakır’da konferanslara konuşmacı olarak giderim. Orada arkadaşlarla da görüşürüm. Ama siyasi çizgi olarak baktığımızda kendimi o harekette yer alacak biri olarak görmüyorum.

Anadilde eğitime, kültürel haklara ve diğer taleplere ne diyorsun?

Metin: Herkesin anadilini öğrenebilmesi gerekir. Bir solcu başka türlü bakamaz ki olaya. Kültürel anlamda da sömürüye karşı olmak gerekiyor.

Sen nasıl bakıyorsun Kürt meselesine?

Cenk: Aşk ve Para albümümüzde bir şarkı vardı, “Uçurumun Kenarında Dans” diye. “Kusura bakma, duyamıyoruz seni, çünkü meşgulüz öbek öbek ölmekle” diye giden sözleri vardı 1993 yılında. Bir Alman radyosuyla yaptığımız röportajda bu şarkıyı sormuşlardı, Güneydoğu’yla mı ilgili diye. Yeni albümde de “Kim Sessizse O Ağlasın”da “doğmasaydın sen de oralarda” diye giden sözler var. Milliyetçiliğin, şovenizmin insanlığın en büyük ayıplarından olduğu aşikâr. Ötekileştirme, varolmak için yok oluşu desteklemek kabul edilemez. Herkesin köklerine sahip çıkma ve anadilini öğrenme hakkı var.

She Loves You (The Beatles, 45’lik, 1963)

Metin: Beatles’tan özür dilemem gerekiyor. Çünkü 60’lı yıllarda çok koyu bir Elvis Presley hayranıydım. Şarkılarını ezbere bilirdim. İngilizce olarak değil, müzik olarak. Sözleri de atlaya zıplaya söylerdik. (gülüyor) Bunlar Elvis’i, bizim kralımızı tahttan indirince kılıçlarımızı çektik. Ama yanlış yere saldırmışız. (gülüyor) Sonradan öğrendim ki bunlar esas bizim sevmemiz gereken adamlar. “She Loves You”nun “yeah yeah yeah”si duyulunca “bu da ne” derdik, berbat gelirdi. İnsan Elvis hayranı olunca… Zaten hayranlık biraz da gözü kapamaktır.

Beyoğlu Atatürk Lisesi’nde okuduğum dönemde, langırt salonları vardı, orada 25 kuruşa çalan 45’lik plaklar olurdu. Paul Anka, Neil Sedaka, The Shadows ve Cliff Richard’ı, “One Way Ticket”ı dinlerdik. Daha sonra Tom Jones… İyi bir dinleyiciydim. Ankara İl Radyosu’nu dinlerdik. İstanbul’dan iyi çekmezdi, ama kısıtlı da olsa dinlerdik. Onu dinlerken de Elvis Presley beklentisi içindeydik. Bana göre Elvis Presley’in bir numaralı şarkısı da “King Creole”dur. (şarkıyı söylüyor) “He sings a song about a crowded hole / He sings a song about a jelly roll” diye gider.

Cenk: Onu Türkiye’de Erkut Taçkın söyler.

Metin: Elvis’in “In the Ghetto” diye bir şarkısı vardı, en sevdiğim şarkılardan biriydi. Filmleri gelirdi, en az on kez giderdik. Bir günde üç matine olurdu, üçüne de bilet alırdık. (gülüyor)

Beatles şarkılarından en çok sevdiklerin hangileri?

Metin: “Yesterday”i çok severim. Beatles’a kızd ğım için Animals’ı seviyordum. (gülüyor) “I’m just a soul whose intentions are good / Oh God, don’t let me be misunderstood…”

Cenk: Abi sen bayağı rock’n’roll’cuymuşsun ya!

Sen Beatles’cı bilinirsin, değil mi?

Cenk: Çok severim. Liverpool’lu oldukları için Liverpool takımına sempati duyarım. (gülüyor)

Kesmeşeker’in “İşte Güneş”iyle Beatles’ın Harrison bestesi “Here Comes The Sun”ı arasında bir akrabalık var gibi. Ne dersin?

Cenk: İşin doğrusu, “İşte Güneş”i yazarken aklımda güneş, güneş diye dolanan bir imge vardı, bu da “Here Comes The Sun”dan kalmış bir miras olabilir, çünkü en sevdiğim Harrison şarkılarındandır. Yıllar sonra George Martin de en iyi Beatles şarkısının “Here Comes The Sun” olduğunu itiraf etti. (gülüyor) En iyi cover da Nina Simone’a aittir, bunu da belirteyim. Paul’cü bilinirim, John’u çok severim, ama karakter olarak George Harrison’ı daha yakın hissetmişimdir. Kılık kıyafet olarak da öyle. Bir Harrison paltom var, yıllardır giyerim. Sessiz Beatle, ama farkettim ki dinlemekten en çok zevk aldığım Beatle. “All Those Years Ago”yu hep sevmişimdir. Bu vesileyle, 90’lık Agfa kasedin bir yüzüne James Taylor, öbür yüzüne Harrison’ın All Things Must Pass’ini çekip kasedi yürütmeme ses çıkarmayan Turgut Abi’ye saygılarımı sunuyorum. (gülüyor)

Bir de “beşinci Beatle” var. George Best. O da bir başka “muhteşem 7”…

Metin: Tanımadan hayranı olmuştuk. Bilenler çok anlatırdı. Brian Birch methede methede bitiremezdi. Sırf Birch’ü dinleyerek, seyretmeden hayranı olmuştuk. Birch’ün hocalığını benimsediğimiz için onun bize bahsettiği futbolcuyu görmeden sevdik. Talihsiz sonu da ona sempatimizi artırdı.

Cenk: Karaciğeri değiştirdi, sıfırdan alkole devam etti. (gülüyor) The Wedding Present adlı grubun çıkış albümünün adı George Best” (1987). Kapağında da George Best’in Manchester United formasıyla şahane bir fotoğrafı var.

Metin: Kitlelerle özdeşleşen ender futbolculardan biri… Bugün iki türlü futbolcu kullanılıyor: Bir, sadık, yöneticilerine itaati sayesinde bir yere gelmiş. İkinci tip asi, derbeder, sansasyon yaratan. Senin çok sevdiğin Yusuf abi, Sergen o tipe girer.

Yusuf’la Yılmaz Güney ahbaptı. Yusuf, “Arkadaş” filminde oynamıştı.

Metin: Çok sevdiğim bir abimdi. Mahallede bizimle top oynardı. Onu hayranlıkla izlerdik. Yakışıklıydı. Milli takımda Can (Bartu) abiyle de oynadık. Can abi aristokrat, kendini senin üstüne koyan biridir. Yusuf abi asla öyle değildi. Çocukla çocuk olmak denir ya, öyle biriydi.

Metin Geliyor Metin (Şevket Uğurluer ve Arkadaşları, 45’lik, 1966)

Cenk: Galatasaray plağı mı bu?

Şevket Uğurluer’in 1966’da yaptığı “Metin Geliyor Metin” şarkısı.

Metin: Bizim dönemimizde abi futbolcular gençlere iki türlü davranırdı. Bazıları kendilerine yanlış davranıldığı için hırsını gençlerden çıkarmak isterdi. Soyunma odasına onlar girmeden giremezsin. Onlar soyunacak, sen bekleyeceksin. Sahada sana bağırıp çağırır, hatta dediğini yapmazsan takımda oynatmaz bile. Bir de gerçekten abi olanlar vardır, Metin abi gerçek abi olanlardan biriydi. Galatasaray Kulübü, biliyorsunuz, Beyoğlu’ndaydı, Metin abi oradan yürümeye başladı mı biz de arkasından giderdik. Ama ona çaktırmadan! O nasıl yürüyorsa, biz de öyle yürürdük. Öylesine sevdiğimiz bir adamdı. Metin abinin maçlarını seyrederken, o yere düştüğü zaman sanki abim, babam düşmüş gibi içim burkulurdu. Onu düşüren adamı dövmek isterdim.

Metin abi futbolu bıraktı, beni Galatasaray’dan çağırdılar. Herkes başladı: “Gitti Metin, geldi Metin”. Allah, şimdi Metin abinin ismini nasıl taşıyacağım dedim. Metin abinin ismi o kadar büyük ki! “Benim gol atmam lâzım” dedim, çünkü Metin abi deyince akla gol geliyor. PTT’de yılda bir-iki gol atardım. Galatasaray’da gol atmaya başladım, Metin abiyi gerçek bir aşkla sevdim. Onun incinmesi benim için üzüntü kaynağıydı.

Futbolu bıraktığımda, Metin abi benim durumumun kötü olduğunu duymuş, Nuri Kurtcebe’yle bana haber gönderiyor, “Metin bana gelsin” diyor. Neden çağırdığını tahmin ediyorum. Jübile yapmadım, para durumum kötü, bana mutlaka bir şey yapacak. Ya jübile, gece filan ya da Galatasaray zenginlerinden bana bir şey uyduracak. Beni ekonomik olarak sağlama alacak. Bunu bildiğim için gitmiyorum. Bir gün Nuri’yle Gazeteciler Cemiyeti’nde içerken “Bu adam çok gururlu, gelmeyecek. En iyisi biz gidelim, bulalım. Beyoğlu’nda nereye gider” diyorlar. Benim gittiğim yere geliyorlar. Beyoğlu’nda Kadıköy diye Sevgi Abla’nın yeri vardı, oraya giderdik. İçeri girdiğin zaman barı biraz kuytuda kalır, arkadaşlar önden girmiş, ben biraz arkada kalmıştım; sırtıma bir yumruk yedim! Arkamı döndüm ki, Metin abi karşımda duruyor. “Haber gönderiyorum, niye gelmiyorsun” dedi. “Abi geleceğim de…” falan dedim ama… “Bırak şimdi! Ben senin abin değil miyim, sen sadece kendini mi solcu zannediyorsun!” O gece sabaha kadar oturduk Metin abiyle. Söz almadan gitmek istemiyor. Sonunda “tamam” dedim. İllâ bana para kazandıracak… Öncesinde yaşanmış daha önemli bir olay var. Sheraton Oteli yeni açılmıştı, roof’u çok güzeldi. O zaman nişanlıydım. Galatasaraylı Suphi vardır, o da nişanlı, nişanlılarımızı aldık, oraya gittik. Şen şakrak içeri girdik. Bir baktık, Metin abi barın köşesinde oturuyor. Metin abiyi görünce hemen topukladık, tam asansöre bineceğiz, şef garson geldi, “beyler, Metin Bey sizi bekliyor”. Şef garson bizi bir yere oturttu. Biz bir sipariş vermedik, fakat her şey geliyor, masada kuş sütü eksik. O zaman kredi kartı falan yok. Suphi’ye sordum, “sende ne kadar para var, hesabı ödeyebilecek miyiz, rezil olmayalım”. Hesabı ödemeye gittik, şef garson “Metin Bey hesabınızı ödedi” dedi. “Metin abi nerede” dedik. Bizi çağırmış, siparişleri vermiş, arka taraftan kaçmış. Böyle bir abi!

Neden kaçıyor?

Metin: Biz Metin abinin yanında içki içebilir miyiz! Biz Metin abiyi gördüğümüzde çarpılmışa dönüyorduk zaten. Sporcular Sendikası olarak geleneksel bir turnuva düzenleyeceğiz. İlk yıla Metin Oktay adını koyacağız. Deniz Gezmiş asılmasın diye imza verenlerden biri de Metin abidir.

Cenk: 12 Eylül rejimine karşı Aydınlar Dilekçesi’nin imzacıları arasında ayrıca. Vefat ettiği gece, Ortaköy’deki Ziya Bar’da demlenirken, birileri yanına gelip “o golleri nasıl atıyordun” muhabbeti açıyor. Metin de “golleri boşverin, ben size bir şiir okuyayım” diyor. Ve Nâzım’dan bir şiir okuyor. Olayın tanıklarına sorduk “hangi şiir” diye, “o gece fazla kaçırmıştık, hatırlamıyoruz” dediler.

Metin: Okuduğu şiiri tahmin ediyorum, çünkü o hikâyeyi ben de duymuştum. Okuduğu şiir şu: “Dörtnala gelip Uzak Asya’dan / Akdeniz’e bir kısrak başı gibi uzanan / Bu memleket bizim! / Bilekler kan içinde, dişler kenetli, ayaklar çıplak / Ve ipek bir halıya benzeyen toprak / Bu cehennem, bu cennet bizim! / Kapansın el kapıları, bir daha açılmasın / Yok edin insanın insana kulluğunu / Bu davet bizim! / Yaşamak bir ağaç gibi tek ve hür / Ve bir orman gibi kardeşçesine / Bu hasret bizim!”

Bir de Çetin Altan’a bozuk atması anlatılır. Rivayete göre, şöyle demiş: “Hepimizi sosyalist yaptın, sonra da çekip gittin.”

Metin: Bizim daha sonra duyduğumuz bir şey var. Metin Oktay çocukken İzmir’in en büyük futbolcusu Vahap Özaltay’dı. Vahap Bey vefat edince ailesi zor durumda kalıyor, Metin Oktay İzmir’e gidip aile için yardım topluyor.

Vahap Özaltay’ın siyahi olduğu için o tarihlerde milli takıma alınmadığı doğru mu?

Metin: Öyle söylenir. Yurtdışında oynayan ilk futbolcumuzdur. Çok büyük, çok usta golcüymüş. Belki de Metin Oktay’ın benzemek istediği futbolcuydu. Metin abi fazla konuşan bir tip değildi. Bakışlarıyla anlatırdı. En sık kullandığı cümle “I love you” idi. Merhabalaştığı herkese öyle derdi, “I love you”. Sendikamızın ilk 1 Mayıs eylemi için Metin abinin posterini basacağız. Arkadaşlarımıza anlattığımda, hiçbiri itiraz etmedi. İçimizde Fenerbahçelisi de, Beşiktaşlısı da var. Niye Metin Oktay diye tartışılmadı bile.


Santa Maradona (Mano Negra, “Casa Babylon”)

Cenk: Kim bunlar?

Mano Negra. Manu Chao’nun eski ekibi.

Cenk: Manu Chao İstanbul konserinde sahneye Galatasaray formasıyla çıkmasıyla ayrı bir yer edinmiştir kalbimizde. (gülüyor) Maradona’yla ilgili şarkı yapması şaşılacak bir durum değil. Ona yakışır. Bu arada, bilmem biliyor musunuz, Maradona’nın bir şarkıcılık kariyeri var. Hatta Youtube’da görüntüsü var. Arjantin’de bir barda grup çalıyor, o da çıkıp şarkı söylüyor. İspanyolca söylüyor, kendi adına yapılmış bir şarkı. Maradona’nın “Beni Kübalı doktorlara emanet ediniz” lafı son dönemde duyduğum en iyi laflardan biri. (gülüyor) Mara- dona, Metin abinin anlattığı ikinci tip futbolculardan.

Metin abiyle tanıştıktan sonra taraftarlık algımızda bayağı değişiklikler oldu. Eskisi gibi maç seyredemiyoruz artık, iyi mi oldu, kötü mü oldu, bilmiyorum. Arada iddia oynuyorduk, ondan da kıllandık.

Metin: Tam olarak öyle değil. Maradona’nın verdiği mesaj doğru mesaj. Aynı mesajı Sergen’den bekleyebilir misin? Belki ileride Arda’dan bekleyebilirsin.

Bekleyebilir miyiz hakikaten?

Metin: Belki diye düşünüyorum. Onda bir potansiyel görüyorum.

Kürt meselesinde bir çıkış yaptı, ama sonra geri adım attı.

Metin: Belli bir noktaya gelmeden böyle bir mücadele yapmaya kalksaydım… Benim mücadelem 1970’te başladı. ‘70’e kadar yine illegal mücadeleler yaptım, ama ortaya çıkmamıştım. Mücadeleye girdiğim anda bireysel gözüküyordu, ama bireysel değildi. Arda bireysel olduğu, yeterli bilgiye sahip olmadığı için geri adım atmak zorunda kaldı. Latin Amerika’daki devrimci kültürün sporcuları etkilemesi çok daha kolay.

Kritik tartışmaya gelelim. Maradona mı, Pele mi?

Metin: Bir kere Pele, Viagra reklamı yapan ve kendini pazarlayan biri. Bu soruya karşıyım. Hakan Şükür mü, Metin Oktay mı denmesine benziyor.

Soru sadece atletik performans anlamındaydı.

Cenk: Ben Maradona derim!

İstatistiki olarak Pele daha iyi. Dört dünya kupası, üç şampiyonluk, 1300 civarında gol. Saha içi performansı benzersiz. Bunu teslim edelim, gerisi aynen Hakan Şükür – Metin Oktay olayı.

Metin: Pele, Cosmos haricinde ülkesinin dışında bir yerde oynadı mı? Maradona en zor ligde mücadele etti. Maradona futbolcu olarak da tartışmasız.

Cenk: Pele is good. Maradona is better. George is best. Metin is left. Böyle diyorum.

Metin: Pele egemenlerin adamı. Kendini ve futbolculuğunu pazarlayan biri. Bu soruya, bu iki ismin yan yana getirilmesine de karşıyım. Viagra reklamı yapan bir adamla Maradona’yı yan yana nasıl getirirsin? Bilmemne cemaatinin reklamını yapan bir adamla Metin Oktay’ı yan yana getirebilir misin?

Peki abi, kızma. Sorulmamış sayalım.

Metin: Hangi futbolcunun yerinde olsaydın hangi demeci verirdin diye sorulsa, ben Tanju’nun veya Hakan’ın yerinde olmak isterdim. Bir tek şu açıklamayı yapmak için: “Tek kral vardır, o da Metin Oktay’dır.”


Shaktar Donetsk (Joe Strummer & The Mescaleros, “Global a Go-Go”)

Cenk: Ses çok tanıdık.

Bugün ikinci defa dinliyoruz, o kadar tüyo verelim…

Cenk: Bu Joe Strummer değil mi?

Evet. 2000’lerde kurduğu grubu Mescaleros’la. Şarkının adı “Shaktar Donetsk”.

Cenk: Lucescu!

Evet, Lucescu’yu konuşalım diye çaldık. Şarkı, Shakhtar taraftarı Makedon bir göçmen çocuğun hikâyesi…

Cenk: Joe Strummer bu işte. Bir İngilizin, prömiyer lig dışında bir takıma, bir Ukrayna takımına şarkı yapması! Takdire şayan bir hareket… Shakhtar Donetsk ismini eskiden de duyardık, ama Lucescu çalıştırmaya başladıktan sonra Şampiyonlar Ligi’nde, UEFA’da seyretmeye başladık. Shakhtar’ı çok iyi bir yere getirdi… Hatta İstanbul’da UEFA finalinde oynadılar ya Werder Bremen’le, o maçta Shakhtar’ı desteklemiştik tabii ki. Nitekim, sağolsunlar, aldılar maçı. Lucescu’yu Türkiye’ye gelmiş antrenörler arasında apayrı bir yere koyuyorum. “Takımı nasıl oynatıyorsun” sorusuna “Nietzsche taktiğiyle oynatıyorum” demişti.

Nietzsche taktiği neymiş?

Cenk: Onu bizim basın deşmemişti. (gülüyor) Nietzsche taktiği sözü yetti zaten. Fotospor mu, Fotomaç ya da Fanatik mi, emin değilim, kutu içinde “Nietzsche kimdir?” diye açıklama yapmışlardı. Oraya soktu yani Nietzsche’yi. Lucescu her şeyden önce entelektüel bir adamdı.

Liverpool maçına gittiklerinde Beatles müzesine götürmüş Galatasaraylı topçuları.

Cenk: Öyle yanları vardı. Beş dil bilen, felsefeden falan konuşan bir adam. Türkiye’de çok saldırıya uğradı. Bizim basının bütün şovenliği orada ortaya dökülmüştü, adama Çingene dediler, şopar dediler, demedikleri kalmadı. Ama Lucescu olgun insan, hiç takmadı. Kadri kıymeti bilinmemiş bir adamdır. Galatasaray’dan alacağını bırakıp gitti, bayağı yüklü bir paraydı. Sonra Beşiktaş’ı şampiyon yaptı. Oradan kovuldu, gitti Shakhtar’ı yoktan varetti. UEFA şampiyonu yaptı. Daha ne olsun?

Metin: Çok önemli felsefi bir sözü vardı. Köpekler, atlar… Nasıldı o?

Cenk: “Köpekler istiyor diye atlar ölmez.” Romen atasözüymüş.

Metin: O söz yeter.

Galatasaray’ı gayet vasat bir kadroyla, toplama bir takımla şampiyon yapmıştı…

Metin: Eşantiyon verilmiş iki futbolcu vardı, sağ bek Peres, solbek Victoria.

Orta sahada Uruguaylı tekaüt Fleurquin…

Cenk: Bir de Bülent Akın vardı…

Lucescu o kadroyu Şampiyonlar Ligi’nde ilk sekize soktu. O başarıyı elde eden çıkmadı hâlâ.

Metin: Özür dileyerek bir şey söyleyeceğim. Mesela, Şenol Güneş niçin bu ülkede bir Fatih Terim gibi olamadı? O da en az Fatih Terim kadar başarılara sahip.

Cenk: Basın onun saçını tarama tarzına takmıştı. Fatih Terim’inki İtalyan tarzıymış. (gülüyor) “Dünya Kupası’nda böyle saç mı taranır” diye başladılar… “Avrupa takımıyla karşılaşmadık, babam da çıkar yarı finale” dediler.

Metin: Ben onun başarısında, başarısızlığında değilim. Medyanın ölçüsü başarı, ama sadece o da değil, başka şeylere takılıyorlar. Lucescu’ya da cephe aldılar, çünkü medyatik olmadı adam. Brian Birch niye kovuldu? “Futbolda mafya düzeni var” dediği için.

Lucescu da aynen öyle dedi, tefe koydular.

Cenk: İpini ondan sonra çektiler adamın.

Metin: 1974’te, üst üste dördüncü şampiyonluğa gittimiz sezonda, Brian Birch’ü Bolu’da dövmeye kalktılar, ondan sonra gözaltına aldılar. Birkaç futbolcuyla birlikte gece nezarette kaldı, sabah serbest bırakıldı.

O Bolu maçı büyük hadiseydi. Saha içinde olanlar ayrı, saha dışında olanlar ayrı rezaletti.

Metin: Dördüncü sene şampiyon olacaktık. Bolu’da engellediler. Tezgâh orada kurulmuştu. O sene de geçen seneki gibi şampiyon oldu Fenerbahçe.

Böylece geldik son parçanın mevzuuna…


Şiki Şiki Baba (Ferdi Tayfur, Kemal Sunal’lı “Atla Gel Şaban” filminden)

Cenk: (parçanın ilk notalarında) Bu “Şiki şiki baba” gibi…

Ta kendisi.

Metin: Hint müziği değil mi bu? Biz çocukken bir ara Hint filmleri modası vardı. Bunların en akıllarda kalanı Avara adlı filmdi. Raj Kapoor söylerdi… (“Avaramu”yu mırıldanıyor)

“Şiki Şiki Baba”yı çalma sebebimiz şike işleri…

Metin: Aslında, şikenin ağababası bu spor organizasyonunu yapanlar, düzenleyenler. Bu iş organize edilmiştir. Ortam böyledir. Kulüp başkanı niçin kulüp başkanı oluyor? Takımı şampiyon yapsın diye. Hepimiz biliyoruz ki, sonuçlar sadece yeşil sahalarda alınmıyor. Bir ülkede rüşvet varsa, sporda şike vardır; şike, rüşvetin spordaki adıdır. Yakalananları vardır, yakalanmayanı vardır. Belki son olaylarda başka amaçlar da güdülmüş olabilir. Bazılarının kurban da olabileceğini düşünüyorum. Bu gidişin sonunda Elarabi Fener diye bir takım çıkabilir ortaya. (gülüyor) Artık uluslararası sermayenin en önemli amaçlarından biri, onları güçlendiren alanlardan biri futbol.

Sporda şiddet yasası niçin çıktı? Sporu korumak için mi, yoksa yöneticileri korumak için mi? Yıllarca piyon olarak kullandıkları taraftar gruplarından rahatsız olmaya başladılar. Sporu temizleme yasası değil bu. Tepkileri öldürme yasası.

Şike davası nereye bağlanır sence?

Metin: Nereye bağlanırsa bağlansın, hiç farketmez. Hangisi temiz? Tencere dibin kara, seninki benden kara… Sporda şiddet yasası niçin çıktı? Sporu korumak için mi, yoksa yöneticileri korumak için mi, özellikle siyasileri? Başbakan basketbol maçında da ıslıklandı, Arena’nın açılışında da ıslıklandı. Bazı kulüp başkanları, yıllarca piyon olarak kullandıkları taraftar gruplarından rahatsız olmaya başladılar. Taraftar grupları kendi kimliklerini ortaya koymaya başladılar çünkü. Bu yasa sporu temizleme yasası değil, tepkileri öldürme yasası. Bugün trilyonların döndüğü bir sektör bu. İş kanunları sporculara uygulanmaz maddesi var ya! Sporcu kulübün emir ve talimatlarına uymak zorunda! Seni kampa çağırdığı zaman, gitmek zorundasın. Halbuki beni kampa aldığı zaman mesai vermesi lâzım. Kulübün aleyhine konuşamazsın, yönetici aleyhine konuşamazsın. Kulübün emir ve talimatlarına uymak zorundasın! BankAsya’da falan uygulanıyor, antrenörler maçtan sonra demeç vermek zorundalar. Mecbur. Ben o kadar reklam panosunun önünde niye konuşmak zorundayım kardeşim? Genel kural vardır, maçtan sonra 24 saat antrenör konuşmaz, çünkü o durumda yanlış konuşabilir. O ortamda “ben konuşmak istemiyorum” diyemiyorsun. Cezası var konuşmamanın.

Federasyon seçimine ne diyorsun? Yıldırım Demirören “UEFA kimmiş, Avrupa şampiyonalarına üç-beş sene katılmasak da olur” dedi ve federasyon başkanı seçildi. Üstelik, şike soruşturmasında adı zanlıların arasında geçiyor.

Metin: Bence bir tek kişi federasyon başkanı olsaydı bu işin içinden çıkardı. Demirören’in yerine Demirel’i yapsalardı, bir formül bulurdu. En kötü ihtimalle “var mı bunun başka izahı?” derdi, çıkardı işin içinden. (gülüyor) Sorulan sorulara değil de, kendi sorularına yanıt verecek bir adam gerekiyordu; Demirel uygun olurdu, “fevkalâde yanlış yapmışlar” derdi. (gülüyor) Demirel başbakan, Mahir’ler hapishaneden kaçmış. Demirel’in henüz haberi yok. Koşarak yanına geliyorlar, haberi veriyorlar. “Ne diyorsunuz ?”diye soruyorlar. “Fevkalâde yanlış yapmışlar” diyor. (gülüyor)

Cenk: Sıkı Beşiktaşlı arkadaşlarım bana, sekiz gol atmanız gereken maçta sekiz gol atarak şampiyonluk ne iş falan derler arada. Haklı olabilirler, mantıklı bir açıklaması yok çünkü. Geçen sene de kirlenmeyecek kadar aşağıda olduğumuz için temiz kaldık belki. Gerçi Metin abiyle tanıştıktan sonra taraftarlık algımızda bayağı değişiklikler oldu. Eskisi gibi maç seyredemiyoruz artık, iyi mi oldu, kötü mü oldu, bilmiyorum. Arada iddia oynuyorduk, ondan da kıllandık. Bu kadar manipülasyona açık, para konuşur bir ortamda temizlik ham bir hayal. Ama işte bizim de yöneticileri değil, oynayanları sevmek gibi bir huyumuz var. Yoksa ilkgençliğimizin bir bölümü tarumar olur. Hani Rolling Stones’un dört şarkıda playback yaptığı anlaşılınca Stones fanları “Depeche Mode’u canlı seyredeceğimize, Stones’u playback seyrederiz” demişler, durum biraz böyle. (gülüyor)

Metin: Ayın 22’sindeki eyleme bekliyorum hepinizi, haberiniz olsun. UEFA toplantısını protesto edeceğiz.

Dinamo Express olarak tam kadro orada olacağız. Söz.

Bir+Bir, sayı 16, Şubat 2012

^