Kış sayımızdaki söyleşide, 2022’nin ilk aylarıyla beraber işçi eylemlerinin yayılacağı öngörüsünde bulunmuştunuz. Öyle de oldu. Eylemler özellikle şubatta ivme kazandı. Temel talep düşük ücretler, ama tek nedenin bu olmadığı açık. Eylemlerin arka planına bakınca ne söylersiniz?
Başaran Aksu: Bunun tarihsel ve güncel boyutları var. Karşımızda kırk yıllık neoliberal sürece entegrasyon ve uygulanan sömürü politikaları var. Hem rejimin hem de hukuki, siyasi ve toplumsal düzeyde bütün yapının dönüştürülmesinin sancıları var. Bu süreç güvencesizleştirme, yoksullaştırma, mülksüzleştirme politikalarıyla yürütüldü. Devletin organize ettiği mafyalar, tarikatlar, siyasi partiler, cemaatler ve sendikalar bunda doğrudan pay sahibi oldu. Vahşi sömürü politikalarının uygulanmasının garanti edilmesi konusunda işçi sınıfının karşısında konuşlandılar. Bunun toplumda yarattığı tahribat esas neden. Bugün ayağa kalkan işçi toplulukları bunların hepsini deneyimlemiş topluluklar.
Bu toplulukları, sahadaki işçi profilini nasıl tarif edersiniz?
Aksu: Bugün ayağa kalkan, tepki verenler ağırlıkla genç işçiler. Çok büyük oranda proleterleşmiş, mülksüzleştirilmiş kesimler. Kırk yıllık serüvenin bilgi birikimine sahipler. O sancıları aile tarihlerinden, kendi sosyal tarihlerinden tecrübe etmişler. Temsil mekanizmalarından kovulmuşlar. Güvencesizleştirme sürecinin ürünü olarak bir emeklilik tahayyülleri, gelecekleri olmadığı gibi, çok büyük bölümü borç boyunduruğu altında. Çok uzun mesai saatleriyle çalışıyor, herhangi bir sosyalliğe zaman bulamıyor, ihtiyaçlarını karşılama olanağı elde edemiyorlar. Ne sinemaya, tiyatroya, ne geziye, tatile gidebiliyorlar. Kapatılma, dışlanma, aslında bir tür aşağılanma söz konusu. Ve bu işçi toplulukları pandemi döneminde herkese evinde oturması telkin edilirken, çarkların dönmesi için hizmet ve tedarik sektöründe, üretim zincirlerinde çalışmaya zorlanmış, hiçbir önlem alınmadan virüsle karşı karşıya kalmış bırakılmış topluluklar. Değersizlik hissini toplumsal ölçekte, diğer sınıflar nezdinde yaşamış kesimler. Direnişlerin arkasındaki motivasyonda bunun oluşturduğu bir duygu ve bilinç var.
İşçi “ücret” dediğinde haysiyet, eşitlik, adalet ve özgürlük talebini yükseltiyor bir yandan. Sırtını uçuruma dayamış, bir adım geriye giderse düşeceğini biliyor, ileri doğru gitmesi gerektiğinin farkında. Bu nedenle, bu ileriye doğru gitme çabasının öncü davranışlarını görüyoruz. Dışa vuran bir semptom gibi. Daha büyük olayların inşasını müjdeleyen bir tarafı var.
İtiraz ve eylemlerin güncel somut boyutlarına gelirsek, örneğin, asgari ücret artışı nasıl bir etki yarattı?
Aksu: Asgari ücret tartışmaları çok erken, ağustos ayında başladı ve yeni ücret normalden iki hafta önce açıklandı. Biz zamanında açıklanması için sesimizi yükselttik, çünkü politizasyon devam ediyordu ve kıymetliydi. Bu politizasyondan ürktüler. Eylül, ekim boyunca biz de emekçilerle konuştuk, tartıştık, temaslarımız oldu. Bir birikimin ortaya çıktığını, dolmaya, taşmaya başlayan bir kap olduğunu görüyorduk. O söyleşide eylemlerin artacağını söylerken bir olguyu ifade ediyorduk, kehanet değildi.
Ayağa kalkan, tepki verenler proleterleşmiş, mülksüzleştirilmiş kesimler. Temsil mekanizmalarından kovulmuşlar. Gelecek tahayyülleri olmadığı gibi, çok büyük bölümü borç boyunduruğunda. Kapatılma, dışlanma, aşağılanma söz konusu. İşçi “ücret” dediğinde haysiyet, eşitlik, adalet ve özgürlük talebini yükseltiyor.
Asgari ücret açıklandı, ertesi gün yakıtta, elektrikte, doğalgazda fahiş zamlar yapıldı. AKP-MHP’ye oy verenler de A-Haber ya da TRT’den almıyor ki bu haberleri, markete gittiğinde, fatura öderken, kirasını yatırırken görüyor. Gerçekliği yaşıyor, hakikatin farkında. Bu tür etmenlerle şu an direnişler yükseliyor. Bu direnişler ana sektörlerinden biri tedarik zincirleri olan depolar, kargolar, kuryeler ile dev markalara üretim yapan tekstil ve çorap fabrikalarında şu ada hareketliliğini buluyor.
Siyasi iktidar artık kendi çevresine de rant dağıtamıyor. Eskiden alt sınıflara, orta sınıflara dağıttığı kaynak bugün kalmadı. Mevcut rant uluslararası ve yerel tekeller ile onların etrafındaki siyasi patronaj arasında kapatılıyor. Alt sınıflara kalansa kırıntı. Bir diğer etken de dövizin yükselmesi, enflasyonun kıpırdaması, zamların gelişi. Bugüne kadar bu sömürü sürecini yönetmiş, yönlendirmiş AKP iktidarının çözündüğünü de görüyor bu sınıflar. Mevcut gücün artık kudretli olmadığını, kendi içinde düşman toplulukları barındığını izliyor.
Böyle durumlarda, yani iktidarın zayıflayama başladığı yerde alt sınıflar kartlarını açar ve talep eder, ama yüksekten, ama alçaktan, mutlaka taleplerini ortaya koyar. Ekonomik tablonun işçi kesimleri arasında yoğun hissedilmesinin dışında, genç işçi topluluğu sosyal medya ve teknolojiyle içli dışlı. Farklı bilgileri, direnişleri, iş kanununa dair herhangi bir bilgiyi sosyal medya mecralarında görüyorlar ve bu da bir bilinç yaratıyor. Erdoğan “interneti sınırlayacağız” derken, bunu salt kendisine dönük eleştiriler nedeniyle demiyor. Sermaye de, egemenler de alt sınıfların yeni iletişim araçlarını alternatif bir bilgilenme ve örgütlenme zemini olarak değerlendirdiğini biliyor ve bundan rahatsızlık duyuyorlar. Sosyal medyanın yanısıra, direnişlerin etrafındaki coğrafyalarda da bir ilgi uyanıyor direnişlere.
Bugün yaşadığımız kıpırdanma sizce birikerek geleceğe akacak, dönüştürücü etki yaratacak bir hareketlilik mi?
Betül Celep: Çoğunluk nasıl bir ağırlığın altında ezildiğinin farkında, ama mücadeleyle bunu çözeceğinin özgüvenine henüz sahip değil. Fakat omuzlarını kaldıramayan işçi topluluklarının ilerleyen zamanlarda doğrulacağını öngörebiliriz. Çünkü bu bir ilk semptomdu. Biraz denizin üstündeki dalga gibi. Dipten başka bir hareketlenmeye doğru yol aldığımızı biliyoruz. İşçilerin algıları işyerlerinde de, evlerinde de, kıraathanelerde de çok açık. Hepsi olan biteni takip ediyor, Trendyol ve Migros’u duymayan, bilmeyen kalmadı.
Birçok eylemde, örneğin Migros direnişinde kadınların en önde olduğunu gördük. Öncüleşen kadın işçiler var. Direnişlerin kadın kimliğine dair gözlemleriniz nasıl?
Celep: Kuryeler arasında kadınlar pek yaygın değil, ama Yemeksepeti ve Trendyol direnişlerinde bir-iki kadın kuryeyle karşılaştım, konuşma fırsatı da buldum. “Oturarak değil, gezerek çalışmak istiyorum” diyorlardı. “Evleneyim de çocuk yapayım” diye düşünmeyen, pembe saçlı, motor markalarından bahseden kadınlar bunlar. “Alternatif bir yaşam olabilir mi?” diye düşünüyorlar. Pek öne çıkmadılar. Az sayıda oldukları için ilgi odağı olmak istemiyorlardı. “Neden sürekli bizimle söyleşi yapmak istiyorlar” diye soruyorlardı. Ben de “kadınların isyan etmesi daha kudretli bir şey, bu yüzden ilgi çekiyor” diyordum.
Alpin çorap direnişine önderlik eden kadınlar oldu. Orada sendikasız olmanın getirdiği farklı bir birlik hali vardı. Risk alma kabiliyetleri daha az olan çocuklu ve orta yaşlı kadınlar genç kadın işçileri donattılar. Farklı yaşlardan kadınlar birbirlerine güç verdi.
Migros direnişindeki kadınların çoğu 22-23 yaşlarında. Onlardan evlenmeleri istenirken onlar depoda çalışmaya başlamış. Aile bütçesine katkı sağlamak için çalışmaya başlasalar bile özgürleşmeyi ve kendi hayatlarıyla ilgili karar verme hissini deneyimlemişler. Tam da özgürlüklerini inşa edeceklerini düşündükleri bir anda ekonomik engellerle karşılaştıkları için Migros patronuna çok öfkeliydiler. Çoğu kadın “14-15 saat çalıştığım halde Esenyurt meydanında bir kahve bile içemiyorum” diyordu.
Aileleriyle yaşayan genç kadınların büyük kavgalar vererek direnişlere geldiğini unutmamak gerek. Direnişte daha fazla öne çıkabilecek kadınların birçok engelle mücadele ettiğini biliyoruz. Migros’taki Sevda (Kırca) gibi kudretli kadın işçi aslında çok. “Sevdalar” var yani. Migros direnişinde Sevda konuşmaya başlayınca direnişin kıvamı, rengi ve gücü değişti. Erkekler direniş sırasında konuşma yaparken “bize bu yapılır mı?” gibilerden bir delikanlılıkla konuşur. Sevda konuşurken alandaki herkesin yoksulluğunu dile getiriyordu. Çünkü o toplumsal yeniden üretim mekanizmalarına doğrudan maruz kalmıştı. Sevda “ekmek kavgasını sadece erkekler ifade edebilir” düşüncesini yerle yeksan etti.
İktidarın zayıflamaya başladığı yerde alt sınıflar kartlarını açar ve ama yüksekten, ama alçaktan, mutlaka taleplerini ortaya koyar. Sırtını uçuruma dayamış, bir adım geriye giderse düşeceğini biliyor, ileri doğru gitmesi gerektiğinin farkında. Bu nedenle, bu ileriye doğru gitme çabasının öncü davranışlarını görüyoruz.
Kurye işçilerin direnişine dönersek, akla ilk gelen anahtar kelimeler sendikasızlık, örgütsüzlük, kendiliğindenlik... Bir diğer boyut da “esnaf” kuryelik, yani onlara iş pazarlanırken “işçiliğin” devre dışı bırakılması, “ortaklık” söylemi. Bu duruma nasıl bakıyorsunuz?
Aksu: Bu bir “ortaklık” değil. Şirketlerle yaptıkları sözleşmelerde o dev şirketler karşısında hiçbir güvenceleri yok. Alibaba, Amazon, Delivery Hero’nun “ortağı” olmak dünya deviyle, tanrıyla ortaklık kurmak gibi geliyor insana. Fakat bunun böyle olmadığını bu ekonomik süreçte, pandemideki uzun çalışma şartlarında, kaza, hastalanma, mesleğin getirdiği sıkıntılarda gördüler. “Kazan-kazan” durumunun karşılıklı olmadığını, kendilerinin kaybettiği, onların kazandığı bir denkleme dönüştüğünü idrak ettiler.
Bu iş kolundaki çalışanlar büyük oranda üniversite mezunu. Trendyol’da üniversiteli çalışan oranı yüzde 70’ti mesela. Doğal olarak, kendi başlarına ya da arkadaşlarıyla bir strateji geliştiriyorlar. Hareketlenen toplulukların geneli için de aynı şeyi söyleyebiliriz. Genç, eğitimli bir işçi topluğu var. Bundan otuz-kırk sene önce işçiler arasında okur-yazar olanı bulmak zordu, şimdi artık okur-yazar olmayanı bulmak zor. Büyük ortalama lisenin üstünde. Bu oran giderek işçi toplulukları arasında yükseliyor. Bunu teknoloji ve iletişimin olanaklarıyla beraber düşününce bu “kendiliğinden”, “spontan” hareketler meselesi, iradecilik ile kendiliğindencilik arasında kurulan ikilik, durumu tam da izah etmiyor. Ne iradenin bu kadar kibre kapılmasına gerek var, ne de kendiliğinden olan şeyin içindeki iradenin küçümsenmesine. Burada farklı bir ölçek, yeni bir özgül durum var. Bunu tefekkür etmek gerek.
Celep: “Gri yaka” gibi bir şey mi demeli acaba diye düşünüyorum. Benim de özellikle Trendyol’da gözlemlediğim, kuryelerin ortak profilinin genç, erkek ve üniversiteli olmaları. Devlet üniversitelerinin kontenjanları çok geniş. Bu düzene öfke duyabilecek gençlerin iki ila dört yıl arasında öfkelerinin soğurulduğu bir organizasyon gibi üniversiteler. 18 yaşındaki gencin “ne yapacağım hayatta?” sorusunu erteleyen bir yapı.
Soruları ertelenen o gençler, o okullardan mezun olduklarında “Gidip fabrikada mı çalışacağım, bir kafede garsonluk mu yapacağım, o kadar da değil” diyorlar. Trendyol’da da, Yemeksepeti’nde de bu çok vurgulanıyordu: “Biz vasıfsız değiliz.” Dibe doğru çekildiklerinin farkındalar, bir yol düşünmüşler, “esnaf kuryeyim, girişimciyim” demişler. Yani, en dipte olmama, bir haysiyet mücadelesi bu. Ama bir “işçiyim” bilinci henüz tam mânâsıyla oluşmuş değil. İlerleyen dönemlerde o bilince varabilirler.
Umut-Sen “Anadolu’daki yeni proleter emekçi halk gerçekliği” vurgusunu çok sık yapıyor. Sözünü ettiğiniz “işçilik bilinci” bununla mı bağlantılı?
Aksu: Metal iş kolunda, 2000’lerin başından 2022’deki son toplu sözleşmeye kadarki sözleşmelere bakın. Dört asgari ücretten bir buçuk asgari ücrete iniş var. İki buçuk asgari ücretin kayıp olduğu bir sendikal pratik. Ücret sendikacılığı bile yok yani. Eskiden kamuda kadrolu, güvenceli çalışan, yüksek ücret alan, aynı şekilde büyük ağır sanayide yüksek ücret alan işçi kesimleri bypass edilmiş bu süreçte. Ayrıcalıklı işçi topluluğu ortadan kalktı, proleterleşme dalgası orta sınıfları vurmaya, onları geleceksizleştirmeye başladı. Dolayısıyla, Gezi’de de kendini gösteren ara toplumsal katmanların, orta sınıf dediğimiz kesimin giderek daha çok proleter mücadeleye aktığını görüyoruz. Değişik almaşıklar var, çiftçiler, yoksullaşan beyaz yakalılar… Onların da dahil olacağı bir sürece doğru gidiyoruz. Evet, bu yeni bir proleter gerçeklik. İşçi kendisini esnaf kurye de zannetse, köylü de zannetse giderek toprağında işçileşme ve yoksullaşma onu proleter mücadelenin merkezinde olduğu bir almaşığın parçası haline getiriyor.
Genç, eğitimli bir işçi topluğu var. Eskiden işçiler arasında okur-yazar olanı bulmak zordu, şimdi artık okur-yazar olmayanı bulmak zor. İradecilik ile kendiliğindencilik arasında kurulan ikilik durumu izah etmiyor. Ne iradenin bu kadar kibre kapılmasına gerek var, ne de kendiliğinden olan şeyin içindeki iradenin küçümsenmesine. Burada yeni bir özgül durum var.
İdeolojik bir bunalım var. Kapitalizmin kendisini sürdürme ve insanlara bir otuz-kırk yıl daha gelecek göstermekle ilgili ciddi sıkıntıları var. Olası isyanları bastıracak sosyal mekanizmaların, bunun ideolojik barutunun tükenmeye başladığını, aşındığını düşünüyorum. Zorla, sopa ve süngü siyasetiyle de bu iş olmayacağına göre, egemenlerin önündeki temel mesele bunu nasıl kontrol edecekleri.
Yüz yıllık bastırma, yönetme deneyimine sahip egemen bir yapı var işçi sınıfının karşısında. Bunu parçalamanın, buradan kurtuluşun yollarını arıyor işçiler. Doğrudan siyasi bir hamle için henüz erken olduğunu düşünüyorum. Toplumsal ve kültürel olarak muhafazakârlık, milliyetçilik gibi cenderelerle yoğrulmuş ilişkilerden kopuş için devinimin biraz daha sürmesi, cesaretlendirici ölçeğin devam etmesi gerekiyor. Yani bir birikme gerekiyor. Fakat bu birikmenin uzun yıllar alacağını sanmıyorum. Önümüzdeki üç-dört yılın mücadelesi içinde böylesi bir siyasallaşmanın zeminlerinin açığa çıkacağını düşünüyorum. Hem dünya konjonktürü hem Türkiye’deki siyasal tartışmalar bunu biraz daha ivedileştiriyor. Nihayetinde bu işler hazırlık işleri. Hazırsan, oradaysan, içindeysen müdahale edersin. Dışarıdan edemezsin.
Migros’un icra kurulu başkanı bir TV programında Esenyurt’ta depo işgali yaşanırken tedarik zincirlerinin durduğunu ve şirketin ciddi zarar ettiğini açıkladı. İşçiler üretimden gelen güçlerini stratejik bir biçimde kullanabildiler…
Aksu: Tedarik sektörünün stratejik bir işlevi var. Şirketler üretilen ürünü piyasaya iletemedikleri takdirde zincirin bütün halkaları işlevsizleşir. Migros’un Esenyurt deposunda işçilerin işgale başlamasının ardından Bayrampaşa depoda da iki gün iş durduruldu. O depoda daha stratejik ürünler var. İşçiler iki gün iş bırakınca işveren Torbalı, Adana, Erzurum, Ankara’daki depolarda bir ayağa kalkışın olabileceğini sezdi. Çünkü Migros patronu DGD-Sen’in vazgeçmeyeceğini biliyordu.
Celep: Yasalar grev yasağı getirebiliyor, işçi sendikalı olsa bile hakkını arayacağı yollar tıkanıyor. Öyleyse ne yapacak? Doğal olarak, işgal yolunu seçiyor. İşgal bazen sendikaya karşı da olabilir. Mesela Çimsataş’ta işçiler MESS (Türkiye Metal Sanayicileri Sendikası) sözleşmesine karşı ayağa kalktı.
Aksu: Çimsataş’ta fabrikayı işgal eden işçiler MESS düzeninin etrafında kurulu anlatıyı paramparça etti. TİSK (Türkiye İşveren Sendikaları Konfederasyonu) başkanı MESS sözleşmesinin başarılı olduğunu, Türkiye’nin rekabet gücünü artıracak şekilde sonuçlandığını söylemişti. İşçilerse “böyle bir şey yok, yalan satıyorsun” dediler. Bu işgal proletaryadan gelen önemli bir itirazdı. Çimsataş işçileri çeşitli fabrikaların baş temsilcileriyle iletişim halinde olduklarını söylüyordu, işgal zincirine başka fabrikalar da katılacaktı. Ama katılamadılar, çünkü devletin ve MESS’in kuşatması isyanı bastırıyordu.
Trendyol, Hepsijet, Scotty, Yurtiçi Kargo ve Yemeksepeti kuryelerinin kontak kapatma ve kentin merkezlerinde yaptığı konvoylar da önemli sınıfsal gövde gösterileriydi. Devin karşısında dev! Trendyol işçilerini 26 Ocak saat 13’te şirketin Maslak’taki genel merkezinin önüne çağırdık.Bu, iki bin aracın Maslak-Levent kulvarını bloke etmesi demek. Hayatı durdurabilecek kudreti işveren de gördü, akıllıca bir taktik yaptı. İşveren önce “şube müdürleri açıklama yapacak” dedi. İşçilerin yola çıktığını görünce “13:30’da CEO açıklama yapacak” dendi. İşçiler “biz bu açıklamayı dinleyeceğiz, talebimiz gerçekleşmezse yola çıkacağız” dediler. İşveren Maslak’a gelişin yaratacağı toplumsal tepkinin önünü kapattı.
Yemeksepeti kuryeleri ve Migros depo işçilerinin eylemlerinde tüketicilere boykot çağrıları da yapıldı. İşçinin üretimden gelen gücünü kullanması gibi, halkın da örgütlü bir şekilde tüketimden gelen gücünü kullanıp şirketleri boykot ettiği söylenebilir mi?
Celep: Boykot doğru zaman ve şekilde örgütlenirse etkili olabilir. Nakliyat-İş Yemeksepeti boykotunu tüketici dernekleriyle ve uluslararası sendikalarla birlikte uzun süredir örgütlüyor. Yani örgütlenme bir aşamaya gelince boykot çağrısı yapıldı. Bu yüzden Yemeksepeti’nin işlerinde bir azalma oldu.
Migros boykotu biraz daha kendiliğindendi. Eylemin karakterinden dolayı halk, “tamam öyleyse, ben Migros’tan bir şey almıyorum” dedi. Migros işçilerinin Tuncay Özilhan’ın evinin önünden gözaltına alınmasından sonra Migros boykotu iki gün boyunca gündemde kaldı. Ama toplumsal açıdan bir örgütlülüğe neden olup olmaması tartışmalı, insanlar gerçekten örgütlü bir şekilde boykot ediyorlar mı, emin değilim.
Aksu: Boykot etkili bir araç. Orta sınıfların ekonomik gerçekliği değişmeye başladı. İşsizlik ve geleceksizlik orta sınıfları da vuruyor, toplumdaki kaygı zemini genişliyor. Artık insanlar kendilerini dev şirketlerle aynı noktada görmüyor, ezilen sınıfların taleplerinde haklı olduğunu biliyorlar. Bu yüzden, orta sınıflar “iyi” bir konumda olduklarını düşünseler de boykot ateşine odun atmaktan geri durmuyorlar. Migros’ta boykotun verilerini ortaya çıkarmak güç. Ama grev gibi, boykot tehdidi de işvereni ürkütüyor.
Emek Çalışmaları Topluluğu’nun verilerine göre, direnişlere katılan işçilerin yaklaşık yüzde 60’ı sendikalı değil. Fiili grevlerin devam ettiği bu tabloda mevcut sendikal konfederasyonların olmaması bize ne söylüyor?
Aksu: Konfederasyonlar TİSK’in hiyerarşisi altında çalışan, işçi sınıfının karşısında konumlandırılmış sendikalar. Ancak TİSK’in temsil ettiği egemen blok isterse genel grev olabilir. Mevcut sendikal yapıların genel grev iradesi yoktur. Konfederal yapıların sosyal sermayelerini ve olanaklarını büyütmek dışında yaptıkları bir şey yok. Hatta TİSK’in bu sendikalara “Biraz sendika gibi davranın” dediğini duyuyoruz. Çünkü sendikaymış gibi davranmayan yapılar TİSK’in de işine gelmez. Aslında, bu konfederal yapıların sahada olmamaları işçiler açısından hayırlı. Şu anda ayağa kalkan işçiler sarı sendikaların acısını kuşaklar boyunca yaşadı. İşçiler bu yüzden mevcut sendikalardan uzak durmayı tercih ediyor. Eylemdeki işçiler kendi birliklerini oluşturduklarında mevcut sendikalardan daha etkili olabileceklerini düşünüyor. Mesela “esnaf kuryeler” sendikaya üye olamıyor, ama sendika gibi davranan bir dernek kurma fikrini tartışıyorlar. İşçi sınıfı örgütlenmesini tek bir sendikal form veya araca indirgemek sakat bir düşünce zaten. Konfederal yapılar bu alana ancak “nizam” vermek, bastırmak için girer. Mesela Yemeksepeti direnişine Nakliyat-İş öncülük ediyor. DİSK bir kere bile Nakliyat-İş’in adını anmıyor, Yemeksepeti ile Nakliyat-İş arasında bir bağ yokmuş gibi davranıyor. Sendikal merkezler işçiyi ve halkı geri zekâlı gördüğü için onları bir özne olarak da saymıyor. Ama ayağa kalkan işçiler ısrarla özne olduklarını vurguluyor.
Eylemdeki işçiler kendi birliklerini oluşturduklarında mevcut sendikalardan daha etkili olabileceklerini düşünüyor. Mesela “esnaf kuryeler” sendikaya üye olamıyor, ama sendika gibi davranan bir dernek kurma fikrini tartışıyor. İşçi sınıfı örgütlenmesini tek bir sendikal form veya araca indirgemek sakat bir düşünce zaten.
İzmir’de iş bırakan Aliağa gemi söküm işçileri bir basın açıklamasında “işçiler söz, yetki ve karar hakkını işletecek biçimde örgütlenecek” diyordu. Bu sözden hareketle mevcut sendikalara tabandan bir tepkinin yükseldiği söylenebilir mi?
Celep: İşçilerin önlerindeki taşları kendilerinin temizlediği bir yapıyı kurması şart. İşçi strateji geliştirebilir, donandığı zaman yapamayacağı şey yok. Her durumun kendi özgülüğünü tahlil ederek hamleler yapmak gerekir. Öncülük kopyala-yapıştır yöntemleri uygulayarak olmaz, başımızı öne eğip işçiden öğrenmeye açık olmalıyız. İşçiye kulak vermezsen işçi örgütlenmesini böler ve güçsüzleştirirsin. Kendi içinde birbirinin ayağına basmadan, rekabetçi anlayışa düşmeden mücadele etmeliyiz.
AKP iktidarının çözülmesinden, bunun işçiler tarafından görünür olduğundan ve haklarını isteyen işçiler için sokağa çıkmayı kolaylaştırdığından bahsettiniz. Bunu tüm toplum kesimleri için de söylemek mümkün mü? İşçi eylemlerinin daha büyük bir isyana dönüşme ihtimali var mı?
Aksu: Erdoğan “ulusun babası” gibi bir yerde konumlandırıyordu kendini. Bu durum aşındı, “baba” göklerden indirildi. Eskiden adının anılmaya cesaret edilemediği işçi kesimlerinde bile Erdoğan eleştiriliyor. İşçi direnişleri AKP’yi şaşkoloz etti. Eski kudretli AKP çiftçiye “ananı da al git”, işçiye “siz kadir kıymet bilmiyorsunuz” diyebiliyordu. Artık bu lafları söyleyebilecek güçleri yok. Eski güçleri olsaydı işçi direnişlerini provoke edebilirlerdi. Provoke edemiyor, çünkü kendi seçmeni de o işçi kitlelerinin içinde. Tabanı tümden kaybetmek istemiyor.
İşçi topluluklarının her rahatsızlığı, tepkisi sokağa yansımıyor. Önümüzdeki dönemde işçilerin yaktığı ateşin yayılarak devam edeceğini düşünüyorum. Bu ateş sönüp parlayacak. Parladıkça içine farklı toplumsal katmanları katacak, harlanacak. Egemenler isyan döneminde ya baskıyı artırarak faşizan bir yöntemi seçecek ya da erken seçim gibi daha liberal bir yöntemle toplumsal hareketi kontrol altına almaya çalışacaklar.
Seçim gündeminin emek hareketine yansıması nasıl olur?
Aksu: Manipülasyonlar konusunda tedbirli olmak gerekiyor. Genel seçimlerde İstanbul seçimlerindeki gibi bir sonuç bekleyen naif yaklaşım bana kalırsa tehlikeli. Egemenler içindeki kavga arttıkça devreye farklı figürler girecektir. İşçiler şimdilik ortada olmayan figürlerin türeyebileceğini söylüyor.
Anketler AKP’nin erimekte olduğunu gösteriyor, ama bu toparlanmayacakları anlamına gelmiyor. Elbette işçilerin de istediği gibi, Erdoğan’ın gitmesini istiyoruz. Çünkü işçi sınıfında “bizim istemediğimiz gider” duygusunun oluşması önemli. Ama gidenin yerine gelecek olanın da sınıf düşmanı olduğunu biliyoruz. Onunla da çarpışacağız.
Yılın ilk yarısı için öngörüleriniz neler?
Celep: Döviz kurundaki artışın insanların hayatına daha belirgin bir şekilde yansıyacağını gösteren veriler var. Bu veriler zamların da durmayacağını söylüyor. Bu nedenle, mayıs ve haziran aylarında daha büyük toplumsal hareketler görülebilir. Bu eylemlerin niteliğini belirleyecek olansa mücadelenin karakteri. Ocak ayında başlayan direniş dalgasında işçiler haysiyet ve zam taleplerini dile getiriyor. Yani bu direnişler Metal Fırtına’daki gibi bir niteliksel sıçrama değil. Orada işçilerin sendikal ve politik talepleri vardı. Önümüzdeki dönemde siyasal taleplerin dile getirildiği isyanlar görmemiz mümkün. Şimdilik sürmekte olan işçi direnişleri niteliksel açıdan derinleşmiyor. Ama niteliksel sıçramayı yaratacak bir hareketin inşasının adımlarının atıldığını söyleyebiliriz. Migros işçisi Azad veya Trendyol esnaf kuryesi Mustafa gibi “öncüler”le toplumsal hareket başka bir düzleme geçebilir.
1+1 Express, sayı 179, Bahar 2022