İklim krizine bağlı felâketler Türkiye’de hakiki bir tehdide dönüşürken yangın ve seller yüzünden yaşam alanlarını kaybedenler zorunlu göçe mahkûm kalıyor. İklim kriziyle göç arasında nasıl bir ilişki var?
Merve Suzan Ilık Bilben: Mülteci krizi ve iklim krizi bu yüzyılda karşılaştığımız en önemli iki sosyal sorun. İklim hareketliliği bu iki olgunun birleştiği çok boyutlu bir mesele. Antropojenik iklim değişikliği sonucu ortaya çıkan değişimler, gezegenin kendisi için küçük değişimler gibi gözükse de, insan dahil olmak üzere, tüm biyolojik varlıkları ciddi biçimde etkiliyor. Bunu artan ve yoğunlaşan uç hava olaylarının verdiği zararlarda doğrudan, hava, su ve gıda kalitesinin bozulmasında da dolaylı olarak görüyoruz. Bir yanda yükselen deniz seviyeleri nedeniyle Kiribati’de adaları sular altında kalan, Bangladeş’te nehir kenarı ve deltalardaki yaşam yerlerini kaybeden, diğer yanda da çölleşme, kuraklık ve su kıtlığı yüzünden topraklarını kaybetme riskiyle karşı karşıya toplumlar var. İklim değişikliğinin insani yüzüne bakınca bu altüst oluşlar sonucunda yerlerini yurtlarını terk etmek zorunda kalan insanları görüyoruz.
Uzun yıllardır devam eden iklim müzakerelerinde önemli gelişmeler yaşandı. Tarafların meseleye ilgileri giderek arttı. Ancak sera gazı emisyonlarının azaltılması ve mümkünse belirli bir oranda sabitlenmesine yönelik çaba şimdilik sonuçsuz kaldı. Bu durum iklim hareketliliğinin gittikçe daha çok tartışılacağının göstergesi. Çevresel felaketler nedeniyle göç eden insan sayısı savaş ve siyasi istikrarsızlıklar nedeniyle göç edenlerin sayısını geçti. İklim kriziyle göç hareketleri arasındaki dolaylı bir bağ var. İklim değişikliği esasında tehdit çarpanı görevi görüyor. Yani belirli tehlikeleri daha sık ve yoğun hale getirerek zorunlu göçleri tetikliyor.
Buna dair veriler nasıl?
Afet kaynaklı yer değiştirmelerin yaklaşık yüzde 90’ından sel, fırtına ve kuraklık gibi aşırı hava olayları sorumlu. İklim değişikliğinin etkileri açısından baktığımızda çok ciddi bir oran bu. Araştırmalar dünya nüfusu mevcut seviyesinde kalsa dahi, sel sebepli göç riskinin yükselen her bir derece için yüzde 50’den fazla artacağını gösteriyor. Bu durum iklim krizi açısından kritik noktalardan biri olan Doğu Akdeniz Havzası’nda bulunan Türkiye için çok düşündürücü. Mültecilerin yüzde 84’ü gelişmekte olan ülkelerde yaşıyor. Bu ülkeler aynı zamanda iklim değişikliğinin etkilerini de en fazla yaşayan ve yaşayacak ülkeler. Türkiye de bunların arasında.
Araştırmalar dünya nüfusu mevcut seviyesinde kalsa dahi, sel sebepli göç riskinin yükselen her bir derece için yüzde 50’den fazla artacağını gösteriyor. Bu durum iklim krizi açısından kritik noktalardan biri olan Doğu Akdeniz Havzası’nda bulunan Türkiye için çok düşündürücü.
Türkiye’nin afet risk seviyeleri bakımından en riskli ülkeler arasında olması size ne ifade ediyor? Bu durumun göçe yansımaları nasıl olacak?
Türkiye gelişmekte olan ülkeler arasında yaklaşık dört milyon zorunlu göçmene ev sahipliği yaparak birinci sırada. Ayrıca, konumu itibarıyla, zorunlu göçler için hem hedef hem de göçe transit sağlayan bir ülke. Dolayısıyla, iklim krizi kaynaklı küresel insan hareketliliğinden payını almaması mümkün değil. Tabii iklim değişikliği kaynaklı iç göçler açısından da düşündürücü bir durum. Çünkü iklim krizinin birçok farklı etkisini birlikte görüyoruz. Kuraklık nedeniyle ülkenin hemen her yerinde kuruma tehlikesiyle karşı karşıya kalan göller var. Ağustos ayında cumhuriyet tarihinin en büyük orman yangınıyla mücadele ettik ve sellerin altyapı eksiklikleri yüzünden yerleşim yerlerini yok edebildiğini gördük. Yani, maruz kalma oranımız oldukça yüksek. Fakat bunun sosyo-ekonomik yapı üzerindeki etkilerine karşı direncimiz için aynı şeyi söylemek mümkün değil.
2020, 2016’dan sonra en sıcak yıl olarak tarihe geçti. Sıcak hava dalgaları şu an tarihsel olarak alışılagelenden beş kat yüksek seyrediyor. Bir buçuk derece için bunun dokuz kat, iki derece içinse 14 kat artması bekleniyor. Tüm bunlar küresel ortalama ve projeksiyonlar. Akdeniz Havzası’nda gelecekteki ısınmanın küresel ortalamaları dörtte bir oranında aşması bekleniyor. Yani, tutturmak için çabaladığımız bir buçuk derecelik Paris hedefi için bile, Akdeniz’de bölgesel gündüz maksimum hava sıcaklığında 2,2 derecelik artış öngörülüyor. Buna Türkiye’de yaz yağışlarında yüzde 30’luk bir azalmanın eşlik etmesi bekleniyor. Mesela, Manavgat yangınının olduğu hafta sıcaklıklar mevsim normallerine göre dört ila sekiz derece daha sıcak seyrediyordu. İklim risklerinin gıda güvenliği üzerindeki etkilerini ortaya koyan Açlık ve İklimsel Etkilenebilirlik İndisi’ne göre, Türkiye orta düzeyde etkilenebilir ülkeler sınıfında yer alıyor. Dolayısıyla, sıcaklıklar ve yağışlar üzerindeki tüm bu etkilerin başta tarım olmak üzere sektörel sonuçlarına da maruz kalabiliriz. Bunun ülkede zaten düşüşte olan kırsallık oranını diğer sosyo-ekonomik faktörlerle birleşerek daha da azaltabileceğini öngörmek de mümkün. Hidro-meteorolojik afetlerde de net bir artış görüyoruz. Türkiye’de sel afeti sayısı her yıl artıyor. Neredeyse bir yılda yağması gereken miktarın bir günde yağdığını görüyoruz. Benzer şekilde, 2014’e kadar 100’ü aşmayan yıllık hortum sayısı, 2016’da binin üzerinde çıktı. Tüm bunların ülkenin hem kentsel hem kırsal alanlarında yerinden edilmelere yol açacağı kuşkusuz.
Bu yerinden edilmelerin önüne nasıl geçilebilir?
Bu noktada aşırı hava olaylarıyla felâketler arasındaki farkı anlamak önemli. Aynı şiddetteki bir kasırga iki farklı ülkeyi vurduğunda, birinde onbinlerce kişi hayatını kaybedip yüzbinlerce kişi evsiz kalabilirken, diğer ülkede hayatını kaybeden kişi sayısı 100’ü bile bulmayabiliyor. Dolayısıyla, felâketlerin altındaki iklimsel ve sosyo-ekonomik nedenleri anlamak ve kalkınma politikalarını bu risklere karşı uyum ve dayanıklılık kapsamında şekillendirmek çok önemli. Karşı karşıya kalacağımız tabloyu, konumu itibarıyla iklim değişikliğinin etkilerini bizden önce yaşamaya başlamış ve daha kırılgan bir yapıya sahip Bangladeş’e bakarak anlayabiliriz. Orada her yıl 500 bin kişi iklim değişikliği nedeniyle ülke içinde göç ediyor.
İklim krizi sebebiyle en çok kimler göç etmek zorunda kalıyor?
Göç etme ya da etmeme kararı bireyin ya da hane halkının demografik ve sosyo-ekonomik özelliklerine göre şekilleniyor. Hareketin mümkün olup olmadığını belirleyen kolaylaştırıcı ve engelleyici unsurlar da var. Kaynak yetersizliği, nüfus baskısı, çatışmalar, etnik ilişkiler, ekonomik modeller, toplumsal cinsiyet rolleri gibi etkenler ilişki içinde. Bu yüzden iklim değişikliğine özgü faktörleri ayırt etmek çok kolay olmuyor. İklim değişikliğinin ister gönüllü olsun, ister zorunlu, ister ülke içinde, ister uluslararası, insan hareketliliği üzerindeki etkileri de çok çeşitli. Nijer’de toprakları yaşanmaz hale gelen yoksul bir aileyi de Güney Carolina’daki varlıklı bir aileyi de yerinden edebiliyor. İklim değişikliği göçlerin varış noktalarındaki kaynaklar üzerinde de çarpan etkisi yaratıyor. Böylece sorunlar bir sarmala dönüşebiliyor.
Akdeniz Havzası’nda gelecekteki ısınmanın küresel ortalamaları dörtte bir oranında aşması bekleniyor. Yani, tutturmak için çabaladığımız bir buçuk derecelik Paris hedefi için bile Akdeniz’de bölgesel gündüz maksimum hava sıcaklığında 2,2 derecelik artış öngörülüyor. Buna Türkiye’de yaz yağışlarında yüzde 30’luk bir azalmanın eşlik etmesi bekleniyor.
Örneğin, su stresi yaşanan bir bölgede iklim değişikliği su kıtlığı seviyesine ulaşılmasına, bunun yarattığı gıda sıkıntısı kaynak mücadelesine ve kitlesel göçe, göç akını ise hedef bölgede su ve buna bağlı gıda kıtlığının yaşanmasına neden olabiliyor. Gelişmekte olan ülkelerde yaşanan göçlerin çoğu ülke içinde gerçekleşiyor. Ülke dışında ise ağırlıklı olarak komşu ülkelere yöneldiği için bu sorunlar sarmalı ihtimali de yükseliyor. Akut etkiler olarak da adlandırdığımız artan ve yoğunlaşan uç hava olayları geçtiğimiz on yılda yüzbinlerce kişiyi yerinden etti. Bu vakaların büyük oranda Asya Pasifik Bölgesi ve Karayipler Havzası’nda yoğunlaştığını görüyoruz. Yoğun yağışlar tarım ürünlerine ve hayvancılığa büyük zarar veriyor, geçim kaynaklarının kaybedilmesine, kentlerde altyapı sistemlerinin hasar görmesine ve tüm bunlarla bağlantılı sosyo-ekonomik sıkıntılara neden oluyor. Hortumlar ise yerleşim yerlerini yok ederek ve ciddi can kayıplarına sebep olarak büyük çaplı insan hareketliliğini tetikliyor. Artan orman yangınları da son yıllarda büyük çaplı yerinden edilmelere yol açtı. Örneğin, 2008’den beri meydana gelen orman yangınları sonucu yerinden olan üç milyonu aşkın insanın yaklaşık yüzde 90’ı Amerika kıtasındaydı.
Ani hava olayları sonucu meydana gelen yer değiştirmeler planlı olmadığı için kamplar yetersiz kalabiliyor. Yerinden olanların da tahmin edilenden daha uzun süreler kamp alanlarında kaldığını görüyoruz. Hortum ya da siklon gibi akut etkiler, yarattıkları ani ve kitlesel göçler nedeniyle medyada daha görünür olsa da kuraklık, susuzluk ve çölleşme gibi yavaş başlangıçlı ve uzun vadeli etkiler aslında daha yıkıcı. Çünkü bu gibi durumlarda genellikle geriye dönecek bir yer kalmamış, bölge uzun yıllar yaşanmaz hale gelmiş ve söz konusu topluluk daha da kırılganlaşmış oluyor. Bu faktörler sosyo-ekonomik etkenlerle de birleşince ani felâketler yüzünden yerinden olanlardan daha fazla kişiyi kapsıyor ve etki alanı daha da genişliyor. Bu fenomene gelişmiş ülkelerden ziyade Küresel Güney’de rastlıyoruz. Her durumda en kırılgan gruplar, içinde bulunduğu durumdan hareket ederek kurtulmaktan başka şansı kalmamış, ama bu süreçte hareket kabiliyetini sağlayacak kaynaklardan da mahrum olan kapana kısılmış topluluklar.
Bu sorunlar sarmalına ilişkin çözüm politikaları üretiliyor mu?
İklim krizinin yerinden ettiği insanlara koruma sağlamanın onları net biçimde tanımlamaktan geçtiği düşünülüyor. Ancak, henüz uluslararası kabul görmüş bir tanım yok. Göç etmek zorunda kalan insanların nasıl tanımlanacağı, hangi haklardan yararlanıp, nasıl bir korumaya sahip olacakları da tartışma konusu. Uygun bir tanım belirlenmesindeki temel zorluk iklim değişikliği ve göç arasındaki bağın karmaşık doğası. Kimi durumlarda iklim değişikliğinin etkisi çok bariz şekilde görülebilirken, kimi durumlarda sürece dahil olan sosyo-ekonomik faktörlerden iklim değişikliğini ayırt etmek kolay olmuyor. Zorunlu ve gönüllü göçleri, zorunluluktan gönüllülüğe uzanan bir çizgi olarak düşünürsek, iklim hareketliliğinin çizginin her yerine denk gelebilecek vakalar ürettiğini görüyoruz. İklim değişikliğine bağlı göçü kuşatan güvenlik söylemleri, kurumsal kapasite sorunları, siyasi irade eksikliği, küresel aktörlerin sorumluluktan kaçması ve sivil toplumun yerinden edilmelere karşı etkili biçimde örgütlenememesi uluslararası koruma çerçevesi oluşturulmasının önündeki diğer engeller.
Karşı karşıya kalacağımız tabloyu, konumu itibarıyla iklim değişikliğinin etkilerini bizden önce yaşamaya başlamış ve daha kırılgan bir yapıya sahip Bangladeş’e bakarak anlayabiliriz. Orada her yıl 500 bin kişi iklim değişikliği nedeniyle ülke içinde göç ediyor.
Kısacası, iklim değişikliği kaynaklı göç edenler hiçbir uluslararası koruma rejimine tam olarak uymuyor. Ne mülteci hukuku ne insan hakları hukuku ne de iklim değişikliği düzenlemeleri iklim değişikliğinin neden olduğu göçe doğrudan eğiliyor. İklim değişikliği sonucu göç edenler mülteci olarak kalabilmek için gerekli görülen “zulümden” mustarip değiller. Yani uğradıkları zulüm Cenevre Sözleşmesi’nde kabul edilen zulüm tanımına uymuyor. Üstelik, uluslararası hukukun bireyden çok devlete odaklanan yapısı onları daha da görünmezleştiriyor. Sonuçta, 2008-2018 yılları arasında iklim değişikliği sonucu göç etmek zorunda kalan 265 milyon insan, iklim değişikliğiyle yeterince mücadele edilmemesinin ve 70 yıllık bir sözleşmenin bugünün gereksinimlerine göre revize edilmemesinin bedelini ödemiş oluyor.
Türkiye’deki iklim krizi kaynaklı iç göçler genellikle kırdan kente doğru oluyor. Kentlerin mevcut yapısı bu göçü kaldırabilir mi?
Evet, iklim krizi kırdan kente göçü artırıyor. Ancak, bu göçün kentler için, örneğin Suriye’deki gibi bir tehdit oluşturacak ölçekte olduğunu sanmıyorum. Suriye toprakları “Bereketli Hilâl” olarak adlandırıldığı günden bugüne en kötü uzun süreli kuraklığını 2006-2011 arasında yaşadı. Çobanların hayvanlarının yüzde 85’ini kaybetmesi ve 1,3 milyon insanın etkilenmesiyle sonuçlandı. Bu sıkıntıların insani ve ekonomik maliyeti öyle büyük oldu ki, 800 binden fazla insan geçim kaynaklarını tamamen kaybetti ve milyonlarca insan aşırı yoksulluğa sürüklendi. Tüm bunların sonucunda yaşanan kırdan kente kitlesel göçler, diğer göçmen gruplar nedeniyle zaten sıkıntıda olan kentsel nüfusta büyük gerginliklere ve problemlere yol açtı. Barışçıl protestolarla başlayan süreç tarihin en kanlı iç savaşlarından birine dönüştü ve benzeri görülmemiş bir mülteci akımı yarattı. Türkiye bu açıdan Suriye’den farklı.
TÜİK’in 2020 verilerine göre, nüfusun yalnızca yüzde 7’si artık köylerde yaşıyor. Yine de istihdamın yaklaşık dörtte birinin tarım ve bağlantılı sektörlerden sağlandığından hareketle iklim değişikliği işsizlik problemi üzerinde de artırıcı etki yaratacaktır. Hâlihazırda kırdan kente yönelen göçün iklim krizi nedeniyle bir miktar daha artması kentler için tabii ki ekstra baskı oluşturacaktır. Örneğin, kent yoksulluğu ve bağlantılı sağlık koşulları açısından riskler artabilir. Yetersiz altyapıya, yüksek işsizlik oranlarına ve gelir dengesizliğine sahip olan kentsel yoksul yerleşimler iklim göçmenlerinin de varış noktaları. Bu alanlarda oluşacak su sıkıntıları ve sağlık koşullarındaki yetersizlikler büyük riskler taşıyor. Ama Türkiye açısından daha da önemli risk, iklim krizinin gıda güvencesi ve gıda egemenliği üzerindeki etkisine yönelik. Madagaskar iklim değişikliğine bağlı kıtlık yaşayan ilk ülke olarak tarihe geçti. Fosil yakıt tüketimine neredeyse hiç katkısı olmayan insanlar bu sebeple ölümle pençeleşiyor. Bu da bize bu risklerin sanıldığı gibi uzak bir geleceğe ait olmadığını gösteriyor.
İklim hareketliliği tarımsal üretim ve gıda güvenliği ekseninde ne gibi sonuçlar doğurur?
İklim değişikliğinin tarım üzerindeki etkileri, gıda arzındaki mevcut eşitsizlikleri derinleştirerek, gıda güvenliği açısından ciddi sosyo-ekonomik problemlere yol açıyor. Türkiye’de iklim değişikliğinin hem tarımsal verimliliği sekteye uğratması hem de yetişen tarım ürünleri desenini değiştirmesi bekleniyor. Bu kayıplar kırsal alanda üreticileri etkilediği gibi, kentlerde gıda ihtiyacının karşılanması açısından da sorunlar yaratacak. 2019 verilerine göre, Türkiye’de çiftçilerin yüzde 80’i iklim krizinin etkilerini hissettiğini ifade ediyor. Kırsal sürdürülebilirlik için kayıp ve zararın telafi edilmesi, uyum ve dayanıklılık ilkelerine uyulması gerek. Aksi takdirde çok kötü sonuçlar doğacak. Kent bahçeleri ya da bostanları da toplum temelli bir adaptasyon yönetimi olarak kentsel sürdürülebilirliğin önemli araçlarından. Yarattıkları sosyal ve ekonomik fayda nedeniyle iklim eylemi için çok önemliler.
Hortum ya da siklon gibi akut etkiler, yarattıkları ani ve kitlesel göçler nedeniyle daha görünür olsa da kuraklık, susuzluk ve çölleşme gibi yavaş başlangıçlı ve uzun vadeli etkiler daha yıkıcı. En kırılgan gruplar hareket kabiliyetinden mahrum olan kapana kısılmış topluluklar.
Son dönemde özellikle sellerin kent merkezlerini yerle bir ettiğini gördük. İklim afetlerinin hızlanmasıyla göçün yönünün değişmesi olası mı?
Tam da bu nedenle Türkiye’nin kırsallık derecesini artırmak çok önemli ve bu ancak iklim değişikliğine uyum ve dayanıklılığın artırılmasıyla mümkün. Kentler alan olarak dünyanın sadece yüzde ikisini kaplamasına rağmen, kentsel nüfus dünya antropojenik sera gazı emisyonlarının yaklaşık yüzde 80’inden sorumlu. Birçok metropolün dünya sera gazı salımındaki payı bazı ülkelerinkinden bile fazla. Aynı zamanda, kentler iklim değişikliğinin etkilerine de oldukça açık, çünkü pek çoğu deltalara, kıyı alanlara, kuru alanlara ya da sel düzlüklerine kurulu. Dolayısıyla, iklim değişikliği kentler üzerinde sellerin yoğunlaşmasına, kentsel ekosistemin bozulmasına, su stresinin artmasına, kuraklığa, hava kalitesinin bozulmasına ve buna bağlı sağlık risklerine yol açıyor.
Son yıllarda Güneydoğu Asya kentlerini şiddetli sellerin, Kuzey ve Güney Amerika ile Avustralya’daki kentleri orman yangınlarının, Güney Afrika kentlerini aşırı kuraklıkların vurduğunu görüyoruz. Kuraklık, ısı dalgaları ve sel riskiyle Türkiye kentleri de karşı karşıya. Yüzyılın ortalarına kadar iklim değişikliğinin mevcut sağlık sorunlarının da kötüleşmesine yol açacağı, altyapıdan yoksun kentlerde bu riskin çok daha fazla olduğu biliniyor. Yoksullar, yaşlılar, engelliler ve zaten sağlık sorunları olanlar yüksek risk gruplarını oluşturuyor. Türkiye’de son dönemde kırsala ya da doğaya dönüş olarak adlandırabileceğimiz göç hareketlerine rastlıyoruz; pandemi bu eğilimi artırdı. Kır ve kent arasında dinamik ve devingen bir geçişi olduğunu görüyoruz. Bu yüzden küçülen kırsal ve genişleyen kentsel alanlarda, köklü bir sosyal altyapı ve sosyal adalet inşa etmek için bir fırsatımız olduğunu düşünebilir ve kırın da kentleşmesine müsaade etmeden bu yolda çaba gösterebiliriz.
İklim kriziyle göç arasındaki ilişkide toplumsal cinsiyet dinamikleri nasıl işliyor?
İklim değişikliğine en az katkıda bulunan gruplardan biri kadınlar. Fakat iklim değişikliğinin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı kırılganlıkları derinleştirmesiyle en savunmasız kalan gruplardan biri de kadınlar. Kadınların ve çocukların afet sırası ve sonrası kayıplara karşı kırılganlığı erkeklerden 14 kat fazla. İklim değişikliği sonucunda kadınlar, erkeklere kıyasla daha çok sağlık problemi yaşıyor, kirlenen sularla daha fazla temasta bulunuyor, afetlerden sonra iş yükleri ve sorumlulukları artıyor, siyasi belirsizliklerin ve çatışmaların kurbanı olabiliyor, tecavüz, taciz, kaçırılma ve ölüm oranları artış gösteriyor. Toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin daha yüksek olduğu Küresel Güney’de kadınların ve kız çocuklarının iklim değişikliğinin etkilerine karşı daha dezavantajlı olduklarını görüyoruz. Bu sadece gelişmekte olan ülkelere özgü değil tabii ki. Mesela, Avrupa’da yaşanan sıcak hava dalgalarında hayatını kaybeden kadın oranı ya da Katrina Kasırgası’nda hayatını kaybeden Afro-Amerikalı kadınların oranı daha yüksek.
İklim değişikliği sonucu göç edenlerin uğradığı zulüm Cenevre Sözleşmesi’ndeki zulüm tanımına uymuyor. Sonuçta, 2008-2018 arasında göç etmek zorunda kalan 265 milyon insan, iklim değişikliğiyle mücadele edilmemesinin ve 70 yıllık bir sözleşmenin revize edilmemesinin bedelini ödüyor.
Aynı zamanda, iklim değişikliğiyle mücadele bağlamında, kadınlar hanenin afet direncini artırmada önemli rol oynuyor. Örneğin Peru, Brezilya ve Meksika’da yapılan bir araştırma, kadının sorumlu olduğu hanelerin, erkeğin sorumlu olduğu hanelerden daha dayanıklı ve daha esnek olduğunu gösterdi. Kadınların iklim değişikliğine karşı daha savunmasız olmalarının toplumsal cinsiyete dayalı iş bölümü, yoksulluğun kadınsallaşması, mülkiyet hakkından yoksunluk, karar mekanizmalarına katılımın sınırlı olması gibi yapısal ve sosyo-kültürel nedenleri var. İklim değişikliğine karşı da özellikle kırsalda yaşayan kadınlar daha kırılgan durumda. Çünkü iklim değişikliğinden en çok etkilenen sektörlerden biri tarım. Yoksul kadınlar, genellikle doğrudan doğal çevreye bağlı geçim faaliyetlerine dahil ve muhtaç olmaları nedeniyle, iklim değişikliğinin etkilerini daha fazla hissediyor. Göç ise kadınlar için daha büyük bir zorluk oluşturuyor. Genellikle çocuklarına ve yaşlı akrabalarına bakmak da dahil olmak üzere, aile ve ev sorumluluklarını üstlendiklerinden, ayrılma süreçleri onlar için daha zor oluyor. Barınak, su ve gıda gibi yardım kaynaklarına daha az erişime sahip oluyorlar. Sanitasyon ve cinsel sağlık gereksinimleri yeterince karşılanmıyor. Zorla evlilik, ev içi ve cinsel şiddet, insan ticaretine maruz kalma oranları artıyor. Toplumsal cinsiyet rollerinin etkisi ciddiye alınmadan oluşturulacak bir iklim değişikliği uyum politikası toplumların sadece bir kısmına ulaşabilir ve hatta kimi kesimlere zarar verebilir.
Kentler açısındansa en savunmasız bölgeler dezavantajlı konumları, yoğun yapılaşma biçimleri, zayıf altyapı ve hizmet eksiklikleri nedeniyle gecekondu mahalleleri. Bu mahallelerde yaşayan nüfus içinde yine en savunmasız grup olan kadınlara yönelik dayanıklılık artırma çalışmaları çok önemli. Bu yüzden, henüz kapsamlı bir iklim politikası geliştirmemiş olan kentlerin, iklim eylemi ve toplumsal cinsiyeti en baştan bütünleştirmeleri şart.
İklim değişikliğinin toplumsal cinsiyet eşitsizliğinin yarattığı kırılganlıkları derinleştirmesiyle en savunmasız kalan gruplardan biri kadınlar. Kadınların ve çocukların afet sırası ve sonrası kayıplara karşı kırılganlığı erkeklerden 14 kat fazla.
Yerel toplulukların göç etmek zorunda kalmamalarını, iklim krizine karşı dayanıklı olmalarını sağlamak için neler yapılabilir?
Yerli halklar iklim krizinin çözümü ve iklim adaletinin sağlanması açısından çok kritik bir nokta. Yüzyıllar boyunca doğal çevreleriyle uyumlu şekilde geliştirdikleri yaşam tarzları ve kültürleri iklim değişikliğinden çok ağır etkileniyor. Ama sorunun ele alındığı uluslararası müzakerelerden büyük ölçüde dışlanmış durumdalar. Uluslararası Yerli Haklar İklim Değişikliği Forumu, Yerlilerin İklim Eylemi, Inuit Kutup Çevresi Konseyi, Yerel Topluluklar Ve Yerli Halklar Platformu gibi girişimler tam da bu amaçla kuruldu. Mevsiminden daha geç başlayan yağışlar, şiddetli kuraklık, kuruyan nehir yatakları, daha sık yaşanan orman yangınları ve gıda kaynaklarının azalması gibi gelişmeler nasıl ki dünyada ilk olarak Amazon topluluklarını, Kuna yerlilerini, Inuit halklarını etkiliyorsa, Türkiye’de de ormanda yürürken ağaçlar korkmasın diye baltalarının üzerini örten Tahtacılar ile Toroslar boyunca kadim göçebe kültürünü devam ettiren Sarıkeçilileri etkiliyor. İklim değişikliğine katkıları en az olan, ama olumsuz sonuçlarından en çok etkilenen gruplar bunlar. Bu nedenle uyum programları ve uluslararası müzakerelerde yerli halkların hak taleplerinin ve yüzlerce yıllık kültürel birikim ve deneyim sonucu olarak dile getirecekleri çözüm önerilerinin mutlaka öncelikle dikkate alınması lâzım.
2010’da Birleşmiş Milletler çatısı altında kurulan Yeşil İklim Fonu yerli halkların haklarının, çıkarlarının ve refahlarının göz önünde bulundurulması, yerlilerin öznel durumlarının, kırılganlıklarının ve taleplerinin alınan kararlara yansıtılması ve ortaya çıkabilecek olumsuz koşulların giderilmesi için çaba gösteriyor. Yerel toplulukların onaylamadığı ya da haklarının ihlâl edildiği projeler hem iklim krizinin hem de tüm savunmasız grupların karşı karşıya oldukları sosyo-ekonomik ve ekolojik sorunların daha da derinleşmesine sebep olacaktır.