6 Şubat depremlerinin üzerinden bir yıldan uzun bir süre geçti. Sizce deprem bölgesinde barınma hakkı, emlâk rantına dayalı kentleşme ve genel ekonomi açısından nasıl bir manzara ortaya çıktı?
Sinan Tankut Gülhan: Depremden bu yana yaşanan gelişmeler şu öngörümüzü kanıtladı: Vaat edilen sayıda konut inşa edilemezdi, edilemedi. Bölgede 311 bin konutun yenileneceği söylendi. Aslında gereken bundan çok daha fazla, 500 bin civarında. Depremden çok etkilenen Hatay, Maraş, Malatya gibi kentlerde söz verilenin çok azı yapılabildi.
Aslında, Gaziantep’te de binaların yıkılıp tekrar yapılması gerekiyordu. Oysa iktidar Gaziantep’te çok büyük bir depreme maruz kalan konut stokuna dokunmamaya karar verdi. Orada yaşadığım, deprem sonrasında Ankara’dan Antep’e sık sık gittiğim için yapılanları yakından takip etme şansı buldum. Antep’te nispeten daha varsıl insanlar apartmanlarını yıkıp tekrar inşa ediyor, yeni binalara artı iki kat veriliyor, emsal artışı yapılıyor.
Antep ticaret konusunda mahirdir. Depremin ardından ilk elden bir konut spekülasyonuna tanık olduk. Yenilenen konutlara dair çok yüksek rakamlar zikrediliyor. Hatta, Hatay’la Antep karşılaştırılarak Hatay’da ne kadar az konut yenilendiği konuşuluyor. Oysa Antep’te şehrin güney ve kuzeyinde iki tane TOKİ inşaat alanı vardı. O konutların aslında depremle alâkası yok. Bunlar projeleri altı-yedi sene önce yapılmış, çoktan bitmiş olmaları gereken, ama yakın zamanda ancak tamamlanan konut alanları. Bu alanları da deprem sonrası yenilenen konut stokuna eklediler.
Peki, vaat edilen deprem konutları niye hızla yapılamadı? Basit bir cevabı var: Ülkede devasa bir enflasyon hüküm sürüyor. TOKİ ihalelerle çalışan bir kurum. Devlete eklemlenmiş müteahhit sınıfı deprem ihalelerine girdikleri takdirde işi ortalama iki yılda bitirmeleri gerektiğini, enflasyon yüzünden ihaleyi aldıkları bedelin buna yetmeyeceğini gayet iyi biliyor.
Bir de döviz kurlarındaki artış etkili değil mi?
Evet. Döviz kurları maliyetleri korkunç artırıyor. Şu anda enflasyonist baskıdan dolayı biraz artmış olabilir, ama inşaatta emeğin maliyetteki payı yüzde 10’u aşmaz. Esas maliyet öncelikle arsadan kaynaklanır. Ama TOKİ söz konusu olduğu için bu kalemi geçebiliriz. Geriye doğrudan enerji fiyatlarına bağımlı olan çimento ve demir-çelik üretimi kalıyor.
Muhalefet güçlerinin üstünde durması gereken en önemli konulardan biri, çimentoya ve dolayısıyla beton temelli ekonomiye olan bağımlılık. İliç faciasında gördüğümüz gibi, doğa sömürüsüne dayalı büyüme korkunç sonuçlar doğuruyor. Çimentoda da durum böyle. Doğaya zararı had safhada. Avrupa’da çimentoya dayalı betonarme inşaatların daha yavaş yapılmasının nedeni bu. Avrupa’da çimento santrali sayısı kısıtlı. Oysa Türkiye’nin hemen her kasabasında devasa çimento santralleri var. Betonarme ülkenin milli sporu haline gelmiş durumda.
Vaat edilen deprem konutları niye hızla yapılamadı? Basit bir cevabı var: Ülkede devasa bir enflasyon hüküm sürüyor. Devlete eklemlenmiş müteahhit sınıfı deprem ihalelerine girdikleri takdirde işi ortalama iki yılda bitirmeleri gerektiğini, enflasyon yüzünden ihaleyi aldıkları bedelin buna yetmeyeceğini gayet iyi biliyor.
Betonarmenin iki unsuru var. Birincisi, demir-çelik. Evet, Kardemir ve nispeten Erdemir sayesinde maliyeti ucuz. Ancak, oralarda üretilen demir-çelik hem çok kalitesiz hem de sadece demir filizinden değil, ıskarta demirden de üretiliyor.
Bu üretim tarzı ülkeyi büyük bir ekolojik yıkıma sürüklüyor. Ancak, bırakın betonarmeyi aşmayı, körükle ekolojik krize doğru gidiyoruz. Bunu Hatay’da deprem sonrası yapılan kentsel dönüşüm planlarında da görüyoruz. Başka türlü bir kentsel planlamayı, düşük yoğunluklu şehirleri düşünmezsek varacağımız yer büyük bir yıkım.
Bir de şunu biliyoruz: Fay hattı Gaziantep şehir merkezine 35 kilometre uzaklıktaki Sof köyünde kırıldı. Bu fay 200-300 kilometre güneyde, yerbilimcilerin tam tespit edemediği, edemeyeceği bir tarihte yeniden kırılacak. Daha az yoğunluklu yapılaşma, farklı planlama yöntemleri varken çözümü betonarmede aramak hayal gücümüzün zayıflığının da ispatı. Depremden bu yana geçen süre kimsenin bu devasa sorunu umursamadığının göstergesi.
AKP, iktidarı boyunca çeşitli kanunlarla, örneğin 5609 sayılı yasayla gecekondu dönüşüm alanlarını TOKİ’ye devredip ranta açtı, 5366 ile Tarlabaşı ve Sulukule gibi kent merkezlerindeki alanları müsadere etti, 2011’deki Van depremini fırsat bilip 6306 sayılı Afet Kanunu’yla boş kamu arazilerini ranta açtı. 6 Şubat depremlerinin ardından ise, mülksüzleştirme potansiyeli açısından en geniş kapsamlı yasayı, 7471 sayılı Afet Riski Altındaki Alanların Dönüştürülmesi Kanunu’nu 9 Kasım 2023’te çıkardı. AKP’nin emlâk rantına dayalı sermaye birikimi modeli açısından bu son kanun neye tekabül ediyor?
Türkiye’de özel mülkiyet gerek Batı’yla, gerekse Japonya’da Meiji (1868-1912) dönemi gibi Doğu örnekleriyle kıyaslandığında, çok geç gelişti. Kâğıt üzerinde 1860’larda başlasa da ülkede, özellikle taşrada, birçok bölgeye tapu-kadastro 21. yüzyılın başında ulaştı. İnsanlar ilk defa muhtar tapusu yerine topraklarının gerçek sınırlarıyla ilgili belgeleri 15-20 yıl önce edindi. Bu yüzden eski küçük çiftçilerin kentteki uzantıları, müteakip nesiller tapu kaynaklı meta fetişine sahip.
Batı ülkelerinde devletin mekân üzerinde çok ciddi düzenleyici gücü vardır. Bizde hep “ceberut devlet”, “güçlü devlet” geleneğinden bahsedilse de, devletin mekân üzerindeki denetleyici yetkisi zayıftır. Tam da bu yüzden AKP yukarda saydığınız kanunlarla arayı telafi etmeye çalışıyor.
Deprem bölgesinde açılması muhtemel binlerce davayı düşünelim. Mülk sahiplerine depremden sonra ağır hasarlı binaları orta hasarlıya çevirme teklifi yapmalarının nedeni de bu. “Biz ortaya çevirelim, siz kendiniz yıkın” demeye getiren şifahi pazarlıklar döndüğünü duyuyorum. Bu teklif tabii herkese değil, eşraf içindeki güçlü figürlere, üst sınıflara yapılıyor. Aksi takdirde, ağır hasarlı binaların hemen yıkılması gerekiyor.
Bu konuda bile büyük güçlük yaşarken yeni yasanın iktidarın elini rahatlatmak için kullandığı, sıkıştığı zaman devreye sokmak istediği bir araç olduğunu düşünüyorum. Evet, Defne’de devreye sokar, ama mesela Nurdağı’nda, İslâhiye’de yasayı kullanması imkânsız. Zira Türkiye’de meta fetişinin vardığı son nokta tapu fetişi. Hiç kimse “devlet bana şu kadar nakit verdi, bir de küçük bir daire verecek, o yüzden evimden vazgeçeyim” demez.
Türkiye’de siyasi yelpazenin her kesiminden insanlar devletin vaat ettiği konutları veremeyeceğini, verse bile inşaatın yıllar alacağını biliyordu. AKP konut spekülasyonuna dayalı sandık başarısının artık devam etmeyeceğini açıkça görüyor. Türkiye’de geldiğimiz irrasyonel durumun sorumlusu gayrimenkul spekülasyonu ve iktidarın bunun sürmesine yönelik bilinçli çabaları. 2018-2019 aralığında Türkiye’de gayrimenkul sektörü çöktü. O noktada iki seçenekleri vardı. İlki, satılmayan konutları kamulaştırmaktı. Ancak, söz konusu dönemde ülke çapında bir milyondan fazla boş konut vardı. İstanbul’daki hesaplamalar 100 ila 500 bin arasında değişiyordu. Şu anda sayı daha da yüksektir.
İkinci seçenek ise TL’yi değersizleştirmek, yani paranın birikim değeri sağlamasını engellemek, böylece tüm ekonomiyi konut ve otomobile yönlendirmekti. Tam da bunu yaptılar. 2018’in sonundan itibaren, insanlar enflasyon dalgasının geldiğini, kurun yükselmeye başladığını görünce bankadaki tasarruflarıyla önce konuta akın etti. Konut sahipliği oranı düşse de konut satışları arttı. Altın da her zaman bir yatırım aracı olagelmiştir. Buna benzer bir senaryoyu 5 Nisan 1994 kararlarıyla 2001 krizi arasında da görmüştük.
Faizlerin düşürülmesini çizdiğiniz bu tabloyla ilişkilendirmeyen birçok gazeteci ve ekonomist var. Bu noktayı biraz daha açar mısınız?
2018 seçimleri öncesinde dolar kıpırdanmaya başlamıştı. O dönemde faizlerin düşürülmesinin tek sebebi konut kredilerinin önünü açmaktı. Bu hamlenin üzerine düşünürken yeni burjuva sınıfının yapısını da gözardı etmemek lâzım. Evet, aralarında çok büyük müteahhitler, arsa spekülatörleri var. Ama büyük bir kısmı çeşitli ölçekte iş yapan esnaflardan oluşuyor. Bir yandan da bu iki grup iç içe geçmiş durumda. Aynı anda otomobil galerisi işleten, müteahhitlik yapan ve tekstil atölyesi bulunan birçok yeni burjuva var. O sınıfın sıkıntısını çözmenin yolu kredi musluklarını açıp konutu tekrar değerli kılmaktı.
Türkiye’ye oluk oluk yabancı sermaye akarken gelen parayı AVM’lere ve konut projelerine gömdüler. 6 Şubat depremlerinde bu projelerin hiçbir yaraya merhem olmadığını açıkça gördük. Öte yandan, faiz indirimi Erdoğan’ın kurduğu rant rejimi açısından kısa vadede son derece rasyoneldi. Ancak, uzun vadede artık dünyadan kopmuş bir sermaye rejimi ortaya çıkıyor. Eğer Türkiye komşuları gibi enerji kaynaklarına sahip olsaydı, o zaman Erdoğan’ın rejimi sorunsuz yürüyebilirdi. Ama verili koşullar Rusya gibi olmamızı engelliyor. Eğer dünya kapitalist sistemi devam edecekse, yapabilecekleri dünyaya ucuz emek arz etmek ve karşılığında tamamlanmış metalar almaktan ibaret.
Ayrıca, madencilik ve yarı-mamûl, mamûl metal üretimi ülke ekonomisinin neredeyse dörtte birine ulaşmış durumda. AKP döneminde 386 bin maden ruhsatı verildi.
Bu gerçekleştirdikleri korkunç icraatların başında geliyor, çünkü geri dönüşü yok. Türkiye’de kırılma muhtemelen tarım sektöründe yaşanacak. Altın madenlerini on sene işlettiniz diyelim. Peki, geride tarım arazisi kalmayınca ne yapacaksınız? Şu anda yapılanlar biraz İspanyolların tüm Güney Amerika’nın altınını ya da Bolivya-Potosi madenlerinin gümüşünü sömürüp 17. yüzyıldaki savaşlarda harcamasına benziyor. Harcayacaksınız ve bitip gidecek, üretici sermayeye dönüşmeyecek.
7471 sayılı kanunun ardından Antakya ve Defne’de 207 hektar rezerv alanı ilan edildi. Zaten yersiz yurtsuz kalmış, yakınlarını kaybetmiş 50 bin kişinin konutları gasp ediliyor. Burada AKP’nin ideolojik bir seçim yaptığı dile getiriliyor. Kanunun İstanbul’da Kadıköy, Bakırköy, Beşiktaş gibi rantı yüksek ve “laik” bölgelerde uygulanabileceği ifade ediliyor. Bu endişeye katılıyor musunuz?
Hayır. Neden Kadıköy’le uğraşsın ki? Kadıköy zaten kendini yeteri kadar yıpratmış. Eskinin dört-beş katlı apartmanlarının yerini 15-20 katlı binalar almış. Şimdi yirmi katlı binayı yıkıp yerine ne koyabilir ki? İstese de çok maliyetli bir iş. AKP’nin kentsel dönüşüm meselesindeki en büyük sıkıntısı küçük arsa paylarından kaynaklanıyor.
Bırakın betonarmeyi aşmayı, körükle ekolojik krize doğru gidiyoruz. Bunu Hatay’da deprem sonrası yapılan kentsel dönüşüm planlarında da görüyoruz. Başka türlü bir kentsel planlamayı, düşük yoğunluklu şehirleri düşünmezsek varacağımız yer büyük bir yıkım.
Akla 2015’te kamulaştırma tehdidiyle Fikirtepe’de birleştirilen arsa payları geliyor…
Evet, orası karşı karşıya olduğumuz sorunu iyi ortaya koyuyor. Türkiye’de hem hukuk sistemi çok yavaş ve verimsiz işliyor, hem de devletten çok büyük bir baskı görmediği sürece adalet sistemi her zaman mülk sahibine ve tapuya öncelik veriyor. Dolayısıyla, ifade ettiğiniz korkuyu duyanlar sanırım kendilerini biraz konunun merkezine yerleştiriyor. İktidarın bu yüksek yoğunluklu mahalleleri çok umursadığını düşünmüyorum. 2011 civarında, Bakırköy, Kadıköy gibi mahallelere nüfuz edemeyeceklerini fark edip Ataşehir gibi alternatif coğrafyalara yöneldiler. Zaten bahsettiğiniz mahallelerde kentleşmemiş bir alan kalmadı. Çok düşük bir yaşam kalitesine sahip olmasına rağmen dünyada yüksek yaşam standartlarını haiz olduğu zannedilen nadir metropollerden biridir İstanbul. Kadıköy sosyal donatı alanları açısından rezil durumda.
İstanbul açısından yok etmeye başladıkları Kuzey Ormanları’na odaklanmalıyız. Asıl korkmamız gereken yer 2009’da kurulan Arnavutköy Belediyesi ve onun yakınlarındaki mega projeler etrafında girişmeye niyetlendikleri yapılaşma. Kentsel adalet üzerine çalışan herkesin orayı takip etmesi gerekiyor. Kuzey Ormanları daha da kırılırsa İstanbul var olmaya ne ölçüde devam edebilir, kestirmek güç.
Çevre, Şehircilik ve İklim Değişikliği Bakanı Mehmet Özhaseki, kuzeydeki rezerv alanları da dahil, İstanbul’da 300 bin konut yapılacağını söyledi.
Kanal İstanbul arazisini de rezerv alanına kattılar. Anladığım kadarıyla, artık projeyi yapamayacaklarını kabullenip orayı da konut stokuna dahil etmeyi hedefliyorlar. Tabii fırsat çıkarsa projeye geri dönmeyi isteyeceklerdir.
Fakat bu ihtiraslarla gerçeklik arasında geniş bir açı yok mu? Depremin yıldönümünün ardından teslim edileceği söylenen 41 bin konut, vaat edilen 311 bin konutun yedide birinden az. İnşaat Mühendisleri Odası’na göre, TOKİ 2002-2022 arasında, üstelik tüm gelir gruplarına yönelik ihaleler dahil, 570 bin civarı konut üretti.
Bu soruyu başka bir soruya yanıt arayarak cevaplayabiliriz. Niye İBB başkan adayı olarak eski TOKİ başkanı Mehmet Ergün Turan ya da TOKİ kökenli başka biri yerine Murat Kurum seçildi? Araştırmacılar daha çok TOKİ’nin icraatlarını mercek altına alıyor. TOKİ ne yapıp ettiği bilinen, kamuya açık, 1980’lerden beri var olan bir kurum. Oysa sermayeyle esas ilişkiyi kuran, Hazine arazilerini piyasaya açan, metalaştıran Emlâk Konut açısından durum böyle değil.
2018’de TOKİ İstanbul’da 100 bin civarında konut yapmıştı. Bunların büyük bölümü üst sınıflara hitap eden TOKİ ortaklıklarıydı. Bu tür projelerde her zaman Emlâk Konut da yer alır. Ama Ataşehir’deki gibi üst sınıflara yönelik daha büyük arazilerin piyasaya açılmasını TOKİ değil, Emlâk Konut gerçekleştirdi.
7471 sayılı yasa iktidarın elini rahatlatmak için kullandığı, sıkıştığı zaman devreye sokmak istediği bir araç. Evet, Defne’de devreye sokar, ama mesela Nurdağı’nda, İslâhiye’de yasayı kullanması imkânsız. Zira Türkiye’de meta fetişinin vardığı son nokta tapu fetişi. Hiç kimse “devlet bana şu kadar nakit verdi, evimden vazgeçeyim” demez.
2010’ların başında araştırma yaparken, TOKİ’den çok rahat bilgi edinebiliyor, TOKİ ile çalışan müteahhitlere erişebiliyordum. Daha demokratik bir ortam vardı ve kimse bir doktora öğrencisiyle konuşmaktan korkmuyordu. Ama o zaman dahi Emlâk Konut’a erişmek imkânsızdı. Örgütlenmesi şimdiki gibi çok opaktı. Anlaşmaların nasıl hazırlandığına, imzalandığına, projelerin nasıl yürütüldüğüne, kamu ve özel sektörün geliri nasıl paylaştığına dair bilgiye ulaşmak imkânsızdı.
TOKİ özünde devlete bağlı bir mühendislik kurumu. Eskiden Bayındırlık ve İskân Bakanlığı’nın yaptığı işi yapıyor. Çok daha gelişkin bir mühendislik kapasitesi var. Emlâk Konut ise kamunun özel teşebbüsü. Mesela, Ali Sami Yen Stadı’nı yıkıp, arazisini Torunlar Holding’e verip Galatasaray’a “size yeni stad yapacağız” dediler. Seyrantepe’de inşa edilen yeni stad bir türlü bitirilemedi. Emlâk Konut’la çalışan müteahhitlere “size şuralarda arsa vereceğim” dendi ve stadı onlar tamamladı. 2011’de en azından basında bu tür ilişkiler yazılıp çizilebiliyordu. Beş-altı senedir Emlâk Konut’un işleyişi konusunda hiçbir şey bilmiyoruz.
Bir de İstanbulluların görmediği, pek de umursamadığı bir olgu var: TOKİ kendi yaptığı veya Emlâk Konut’la beraber yaptığı konutlardan elde ettiği geliri Anadolu’ya aktarıyordu. İstanbul’da TOKİ’nin düşük gelir gruplarına yönelik projeleri çok kısıtlı, Anadolu’da ise durum tam tersi. Antep’teki TOKİ binaları herkesin gözbebeğidir. 2008’den başlayarak, AKP’nin oy deposu olarak gördüğü Konya’nın, Çorum’un, Kırıkkale’nin, Urfa’nın, Rize’nin ve daha birçok şehrin kasabalarında hızla TOKİ’ler yükseldi. Çamlıhemşin’de, memleketimde, tüm sellere rağmen hâlâ Fırtına Deresi’nin dibine TOKİ binaları inşa ediliyor. Yerel halk da ayıla bayıla bekliyor, çünkü çok ucuza konut sahibi oluyor.
BM Kalkınma Programı’na göre, 6 Şubat depremleriyle 1,5 milyon kişi evsiz kaldı. En az 500 bin yeni konut inşa edilmesi gerekiyor. Dünya Bankası’na göre, Türkiye’de 1998-2021 arasında gayrimenkule 2,2 trilyon dolar harcandı; yeniden yapılması gereken yapılar için 465 milyar dolar gerektiğini aktarıyorlar. Emlâk Konut ile rant oluşturulsa dahi yine de bir kapasite sorunu yok mu?
Hayallerinde sil baştan inşa edilmiş, kanallarla, köprülerle dolu, her tarafını otobanların sardığı “refah içinde yüzen” bir Türkiye vardı. Bence halisane bir şekilde bu hayale inanıyorlardı. Fakat bütün sermayeyi toprağa gömdüler. Türkiye’de aslında, göçmen nüfusu çıkardığımız zaman, bir konut sorunu yoktu. Şimdi, resmi rakamlara göre, 6 milyona ulaşan bir göçmen nüfusu var. Ama onlar da her coğrafyada mevcut değil.
İstanbul’dan Bursa’ya, oradan da Antalya’ya giden yoğun nüfuslu hattı saymazsak, Anadolu’nun yüzde 70’i nüfus açısından hâlâ çok boş. Fransa’da, 1940’lardan beri Paris ve civarında yoğunlaşan nüfus üzerine bir tartışma vardır. O dönemden itibaren “gelişmeyi ülkenin geri kalanına nasıl yayabiliriz” sorusuna cevap aranır. Bizse “niye birkaç merkezde sıkışıp kaldık” diye pek sormadık. AKP inşaata yöneldiği ölçüde durumun bir fasit daireye evrileceğinin farkında değildi. Her şeyi emlâk rantı üzerinden görmeye alışmıştı.
2013’te, Türkiye’nin GSYİH’si 900-950 milyar dolar civarındaydı. O dönemden itibaren gayrimenkul sektörü büyümeye devam etmese, üretici ekonomilere yatırım yapılsaydı, şu anda 1,5 trilyon dolar civarında bir GSYİH’ye ulaşabilir, dünyanın en büyük ilk on ekonomisine girebilirdik. Oysa bugün her şeyimiz beton. Betondan sonra yapabilecekleri tek şey otomobil sektörüne yönelmekti. TOGG ve elektrikli araba üretimiyle bir ölçüde akıllıca davrandılar. Öte yandan, tek bir şirket koca bir ülkenin ekonomisini ayakta tutamaz.
2018 seçimleri öncesinde dolar kıpırdanmaya başlamıştı. O dönemde faizlerin düşürülmesinin tek sebebi konut kredilerinin önünü açmaktı. Bu hamlenin üzerine düşünürken yeni burjuva sınıfının yapısını gözardı etmemek lâzım. O sınıfın sıkıntısını çözmenin yolu kredi musluklarını açıp konutu tekrar değerli kılmaktı.
Ayrıca, işin ekolojik boyutu bir yana, TOGG’un üretiminin yüzde 60’tan fazlası ithal girdilere bağımlı, değil mi?
Orası öyle. Bir de, hatırlarsanız, Avrupa’da bile kısıtlı sayıda fabrikaya sahip Volkswagen 2018’de Manisa’da fabrika kurmak için anlaşma imzaladı. Fakat tek adam düzeni yüzünden sermayesini yatırdığı şirketi 2019’da kapattı. Geriye bir tek düşük kâr oranlarına sahip tekstil sektörü kalıyor. Betona bağımlı olduğunuz zaman kararları da ona göre alıyorsunuz.
İşler o kadar kritik bir noktaya geldi ki, ekonomiyi küresel sermaye açısından “rasyonele” geri döndürmek için Mehmet Şimşek’i çağırmak zorunda kaldılar. Yüksek faiz oranına bu ölçüde izin vereceklerini tahmin etmiyordum. Muhtemelen artık sistemik bir krize doğru yola alıyoruz. TL’yi konvertibl olmaktan çıkarıp, eski Doğu Bloku’nda ya da şu anda Çin’de olduğu gibi, biri içeride, diğeri dışarıda kullanılmak üzere iki paralı bir sisteme geçme ihtimalleri dahi var.
Fakat Çin bunu yaparken düzenli cari fazla veriyor ve sermaye biriktiriyor.
Elbette. 1980’ler ve 1990’larda büyük müteahhitlik işleriyle artık işgücünü Libya’ya göndermiş, Azerbaycan’ı, Rusya’yı biz inşa etmiştik. Ancak, ülkenin o dönemki kadar genç nüfusu ve dolayısıyla ucuz emek gücü de kalmadı.
Bu sıkışma noktasına nasıl gelindiğini, bir yazınızda Zorlu Holding örneği üzerinden anlatıyorsunuz. Onu biraz açar mısınız?
Zorlu Holding 2006’da, devasa bir banka olan Denizbank’ı 2,4 milyar dolara Belçika-Fransız ortaklığı olan Dexia Grubu’na sattı. Banka daha sonra iki kere daha el değiştirdi. 2007’de, Zorlu Holding bu paranın 800 milyon dolarıyla Mecidiyeköy’deki karayolları arazisini satın aldı ve yine büyük paralar harcayarak Zorlu Center’ı inşa etti. İnşaatın bitmesi neredeyse on seneyi buldu.
Nazif Zorlu bir sanayi kapitalisti. Peki, kâr yapan bir bankayı niye sattı? Eğer bu ülke sanayi kapitalizmiyle büyüyecekse Zorlu’nun yaptığı akıldışı bir hamleydi. Ancak, Zorlu 2001’deki krizden dersler çıkarmıştı. O tarihte devlet hazine bonolarıyla bankaları yüksek faizle fonlamaktan vazgeçtiği anda birçok banka battı. İmar Bankası’nın sahibi Uzanlar gibi, aralarından bazıları suç işlemişti, ama bir kesimin de pek bir günahı yoktu. Sistemin kurbanı olmuşlardı.
Zorlu tam da bu yüzden sanayiye yatırım yapmaktansa emlâk rantına yöneldi. 2008’den itibaren hükümet, muhalefetin büyük bir kesiminin de zımni onayıyla, üretken sermayeye destek olmak yerine gayrimenkul kapitalizmine, rantın paylaşılmasına yöneldi.
Kentsel rant konusunda tabii ki AKP eleştiriliyor, ancak Muğla’da verilen maden ruhsatlarında, Defne’deki kentsel müsaderede gördüğümüz gibi, karşımıza “sermayenin her rengi” çıkıyor.
20012’de Koç Holding ortaklarıyla beraber köprü ve otoyolların işletmesine talip olmuş, devasa ihalede 5 milyar 720 milyon dolar teklif etmişti. İhale süreci çok uzun sürdü ve nihayetinde iptal edildi. Sonuçta, en küçüğünden en büyüğüne, farklı siyasi eğilimlere sahip sermayedarlar ve şirketler hep birlikte betonla büyüme trenine atladı. “Taşra sermayesi” dediğimiz Gaziantep, Kayseri gibi kentlerin kapitalistleri de beton sevdasına gayet güzel ikna oldu.
Neden?
Ben de kendi kendime bunu soruyorum. İlkin, finans kapitale eklemlenmek nispeten karmaşık bir iş diye düşünüyorum. Gelişkin bir sözleşme kültürüne, hukuk sistemine sahip olmayı gerektiriyor. Batı’nın şu anki finans sistemini kurması ve kapitalizmi bu mekanizmayla yayması yüzlerce senelik bir kültüre dayanıyor. Bizde ise daha çok ahbap çavuş kapitalizmi hâkim. Oysa, bir yatırım bankasıyla yaptığınız sözleşmede, bankayla yakınlığınızın ya da uzaklığınızın bir önemi yok.
İkincisi, Türkiye’deki sermayedarlar biraz daha “elle tutulur”, “gözle görülür” bir sermaye biçimini tercih edegelmiştir. Yeter ki bina olsun, beton olsun, “bak işte burası benim, buraya parayı gömdüm ve inşaat giderek büyüyor” diyebilsinler.
Türkiye’de yatırımcılar hisse senedi piyasasında ortalama 14 gün kalıyor. Geçtiğimiz eylülde, Ebebek ve benzeri şirketlerin kâğıtlarında yaşanan spekülasyonda da bu duruma şahit olduk. Hızlı kâr amacıyla kâğıtlara hücum eden küçük yatırımcılar çok zarar etti. Oysa finans kapital böyle bir şey değil. Bizdeki bu durumun hem ideolojik hem de kültürel yönleri var. Türkiye’de sözleşmelerin bir geçerliliği olmadığı, bir güven toplumunda yaşamadığımız için ahbap çavuş kapitalizmine daha yatkınız. İlaveten, konut giderek bir arzu nesnesi haline getirildi. Bunu ev sahipliği oranındaki düşüş ivmelenene kadar pek fark etmedik.
Kuzey Ormanları’na odaklanmalıyız. Asıl korkmamız gereken yer 2009’da kurulan Arnavutköy Belediyesi ve onun yakınlarında niyetlendikleri yapılaşma. Kentsel adalet üzerine çalışan herkesin orayı takip etmesi gerekiyor. Kuzey Ormanları daha da kırılırsa, İstanbul var olmaya ne ölçüde devam edebilir, kestirmek güç.
Kentsel rant 1990’ların başında ortaya çıkmaya başlayan Göktürk-Kemerburgaz gibi güvenlikli sitelerle beraber tartışılmaya başlandığında, herkes bu rantın toplumun küçük bir kesimine hitap ettiğini düşünüyordu. İstanbul’da Göktürk gibi kapalı sitelerin sayısı azdı. Fakat peyderpey, mesela Bağdat Caddesi ve civarında, on yıl gibi kısa bir süre içinde, tam kapalı site olmasa da, bambaşka bir yaşam tarzı ortaya çıktı. Kadıköy’ün sokakları boşalırken her yerde güvenlikli apartmanlar yükseldi. Ankara’nın da bütün batı hattında, İzmir’de Karşıyaka’nın batısında, Mavişehir’de hızla devasa siteler zuhur etti. Zamanla tüm toplumsal sınıflar site benzeri hayatlara arzu duymaya başladı. Bu yıllar aslında AKP’nin en sorunsuz dönemiydi. Araştırmacılar kentsel rant ekonomisinin bir safhada çıkmaza gireceğini görüyordu. AKP o çıkmazı faizleri düşürerek ötelemeyi tercih etti.
Türkiye’de konut sektörünü, en azından bir kısmını, metalaşma halinden koparmamız gerekiyor. Bunun gerekliliğini depremde de gördük. Eğer belediyelerin ve devletin elinde kamusal kiralık konut stoku olsaydı, çekeceğimiz acı bir nebze azalacak, insanların ne zaman konut sahibi olacaklarına, hızla yapılan konutların kalitesine dair soru işaretleri olmayacaktı.
Bu açıdan Murat Kurum’un İstanbul için 100 bin kiralık konut vaadi beni şaşırttı. En metalaşmış New York kentinde bile kira tahditli daireler var. Viyana’da konut stokunun neredeyse yarısı kamuya ait. Sosyal konut, maalesef muhalefetin de zannettiği gibi, devletin insanları ucuza mülk sahibi yapması anlamına gelmez. Kentsel alan sınırsız değildir.
Sürekli kentsel ranta oynayınca nesiller arasında servet aktarımını da sekteye uğratıyorsunuz. Bu durumu konut sahipliğinin hızla azalmasında görüyoruz. On tane konutu olan bir o kadar daha alabilirken, ebeveynlerinin evinde oturmak zorunda kalan gençler hayata başlayamıyor. Devletin, konut arzına devam etmek yerine, artık bir barınma aktörü olmasının zamanı geldi de geçiyor. Bu belediyeler aracılığıyla, TOKİ vasıtasıyla yapabilir.
Ranta dayalı sermaye birikimi AKP rejiminin kurulmasında önemli bir rol oynadı. Şimdi 7471 sayılı yasayla yeni bir safha görüyor musunuz? Devletin yeniden örgütlenmesi adına bürokratik bir dönüşüm gerçekleşebilir mi?
Son beş senede pastanın küçülmekte olduğunu herkes fark edince, payları daha garanti olanlarla ilk defa pay isteyenler arasında büyük gerginlikler baş gösterdi. Faizlerin düşürülmesi pastadan ilk defa pay talep edenlere de hitap etme çabasıydı.
Üretici sermaye azaldığı için ülkede temellük etmeye yönelik bir sermaye biçimi var. Tarih bize temellüke dayalı sermaye üretimi çıkmaza girdiğinde tarafların birbirlerine hiç de kibar davranmadığını gösteriyor. İktidar içindeki odaklar arasında ceberutluk kendini sürekli yeniden üretiyor. Bu kavganın bir kısmına son yıllarda ortaya çıkan mafya savaşlarında, mafya-devlet ilişkisinde şahit oluyoruz.
Ne yapmaları gerektiğini onlar da açıkça görüyor. İlkin enflasyonu yüzde 10’un altına çekmek, akabinde TL’nin enflasyon oranında değer kaybetmesini sağlamak zorundalar. Ardından rant sistemini yeniden harekete geçirip daha verimli işlemesine çaba harcayacaklardır. Bunu bir ölçüde yapmak da zorundalar. İki-üç milyon kişi doğrudan inşaat sektöründe çalışıyor. Bunun üzerine mobilya sektörünü, demir-çelik sanayiini, mutfak sektörünü, çimentocuları, kamyon şoförlerini, kısacası ilişkili tüm yan sanayiyi eklediğinizde, ülke istihdamının dörtte biri inşaat sektöründen etkileniyor. Şu anki iktidar tam da bu odağın üzerine kuruldu. Ekonominin yönünü değiştireceklerini hiç zannetmiyorum.
İstanbul’da TOKİ’nin düşük gelir gruplarına yönelik projeleri çok kısıtlı, Anadolu’da ise durum tam tersi. TOKİ binaları herkesin gözbebeği. Çamlıhemşin’de tüm sellere rağmen hâlâ Fırtına Deresi’nin dibine TOKİ binaları inşa ediliyor. Yerel halk da ayıla bayıla bekliyor, çünkü ucuza konut sahibi oluyor.
“Konutu meta olmaktan çıkarmak”tan bahsettiniz. İki milyon civarındaki boş konut ve onlara afet bahanesiyle eklenmesi muhtemel olanlar düşünüldüğünde, AKP’nin hızla sermayenin ikinci çevrimine, özellikle gayrimenkule kaçan Batılı akbaba fonlarına göz kırpma ihtimali var mı?
Bunu düşündüklerinden, arzuladıklarından eminim. Akbaba fonu bulabilseler ülkeye çoktan getirirlerdi. Ancak, o fonların da Türkiye’nin gerçekliğiyle bağdaşmayan, kendi içinde rasyonel mekanizmaları, karmaşık yapıları var. Akbaba fonlarının bir ülkeye gelebilmesi için ille de demokrasi olması gerekmiyor, ama en azından sistemin kendini yeniden üretmesine imkân verecek sürekliliğin sağlanması gerekiyor. Mesela Çin sorunsuz bir şekilde sistemi yeniden üretebiliyor. Türkiye sistemi yeniden üretmeye vakıf olmadığını birkaç kez göstermiş oldu. Türkiye’de bağıra bağıra gelen barınma sorunu var. İstanbul’un son yıllarda nüfusu azalıyor. İstanbul’un nüfusu en son II. Dünya Savaşı sırasında düşmüştü.
AKP gerek yerel seçim kampanyasında, gerekse deprem bölgesinde yeni konutlar için hane başına 750 bin lira hibe edeceğini, bir o kadar da kredi vereceğini söylüyor. Bunu yapsa bile, nüfusun yüzde 60’ının asgari ücret ve civarında bir gelir elde ettiği Türkiye’de insanlar bu kredilerden faydalanacak ekonomik güce sahip mi? Sizce bu durum sınıfsal bir tepki yaratır mı?
2018’de döviz kuru ve TL arasındaki bağın koparılmasıyla beraber inşaat maliyetleri uçtu. Mevcut faiz oranları bir-iki sene daha böyle devam ederse, 750 bin TL bile inşaat maliyetleri için yetmeyecek. İstanbul’da acilen yenilenmesi gereken konut sayısının 500 bin olduğu söyleniyor. Bunun için devasa bir bütçe gerekiyor. Devletin böyle bir imkânı yok. Belki ancak inşaatı finansal sisteminden koparıp kamu eliyle yaparsa olabilir. Konut vergisinin artırılmasından 15 yıldır bahsediliyor. Bu acilen hayata geçirilmeli ve toplanan vergiler yerel yönetimlere aktarılmalı.
Yerel seçimler yaklaşırken CHP merkezden belirlenen belediye başkanlarıyla seçime giriyor. Aday gösterilmeyen Avcılar Belediye Başkanı Turan Hançerli sıfır faizle 20 bin ailenin evini yenilemişti. Finans sermayesine bulaşmadan, küçük ölçekli müteahhitler ve sigortalı inşaat işçileriyle yapılan bu yenileme yerel ölçekte iyi sayılabilecek bir örnekti. Kentsel dönüşüm yerel ekonomiyi destekleyecek şekilde yapılamaz mı?
Zaten öyle yapılması gerekir. Türkiye’de temel sorun demokratik mekanizmaların çalışmaması. Yaşadığınız mahallede ön seçimlerin yapılması, belediye meclis üyelerini tanımanız gerekiyor. Oysa yaşadığımız şehirlerle ilgili bir irademiz yok. Bu durum demokratik çıkmazı da körüklüyor.
Konut sektörünü, en azından bir kısmını, metalaşma halinden koparmamız gerekiyor. Bunun gerekliliğini depremde de gördük. Eğer belediyelerin ve devletin elinde kamusal kiralık konut stoku olsaydı, çekeceğimiz acı bir nebze azalacaktı.
6 Şubat depremlerinden sonra şehirleri daha eşitlikçi, özgürlükçü bir anlayışla tasarlamayı tartışmamız gerekirken tekrar rant odaklı şehirleşmeye geri döndük. Henri Lefebvre bu durumu nitel ve nicel olan arasındaki savaş olarak adlandırıyor. Nicel anlayış “kaç konut yaptın?” diye düşünür. İktidar hep sayılarla konuşur, “23 bin 253 konutu sahiplerine teslim ettik” der mesela. Bu meta fetişizminin başka bir dışavurumu. Oysa depremden sonra kente nitel yaklaşmamız, kent hakkına vurgu yapan eşit ve açık şehirleşmeyi düşünmemiz gerekirdi. İşin tuhaf tarafı, Türkiye’de herkesi barındırabilecek kadar konut var. İyi bir planlamayla, kamu gücüyle on senede herkesi depremden koruyacak nitelikli konutlar inşa edilebilir. Çünkü Türkiye inşaat sektöründe güçlü bir ülke. Ama bizim derdimiz nitel değil, nicel.
’99 depreminden sonra, İstanbul’da konut artışı bir süreliğine bıçak gibi kesilmişti. Aynısının 6 Şubat depremlerinden sonra yaşanacağını düşünüyordum, ama öyle olmadı. Bu duruma “konuta hücum” diyorum. Oysa konut bir yatırım aracı değildir. Ama maalesef konutu yatırım aracı olarak gören araçsal mantık hâlâ canlı, bitecek gibi de durmuyor. Bu acımasız araçsallık içinde kimsenin şehirleri düşündüğü yok. Kimse şehri yaşanacak bir mekân olarak görmüyor. Şehir çoğu insan için ranttan ibaret.
Siyasetin yelpazesinin büyük bir kesiminin barınma ve şehirle ilgili tahayyülü dar. Konut meselesiyle ilgili somut bir ufuk oluşturabilmek mümkün mü?
“Nasıl bir şehirde yaşamayı arzu ediyoruz?” sorusunun cevabını tartışmamız gerekiyor. İstanbul yaşam parametreleri açısından dünyanın en kötü şehirlerinden biri. Ortalama bir İstanbullu işe gidip gelebilmek için her gün iki buçuk saat harcıyor. İstanbul’un derin yapısal sorunları var. Bu sorunları sadece bir belediye başkanı çözemez. İstanbul’un kentsel dönüşümün ötesinde topyekûn bir dönüşüm geçirmesi gerekiyor. Trafiğin büyük ölçüde şehir dışına taşınması, şehrin yayalaştırılması gibi bir yığın radikal fikri tartışmamız gerekiyor. Çözümü sadece siyasetçilerden beklediğimizde maalesef hayal gücü düşük kalıyor.