İHSAN OTURMAK’LA ÇİFT BAŞLI SERGİSİ ÜZERİNE

Söyleşi: Franziska Niemand, Bekir Avcı
30 Mart 2024
İhsan Oturmak’ın “Çift Başlı” sergisi İstanbul’da, Galeri Öktem Aykut’ta 6 Nisan’a kadar devam ediyor
SATIRBAŞLARI

Galeriye girdiğimizde çift başlı bir taksi karşılıyor bizi. Serginin merkezinde yer alan bu Otonom Taksi’yle değil de daha önceki işlerinizde pek rastlamadığımız videoyla, boş arazide çamura saplanmış, patinaj yapan araba videosuyla başlasak. Yeni bir dile, videoya başvurma ihtiyacı nasıl doğdu?

İhsan Oturmak: Bir konuyu anlatırken genelde, en iyi bildiğim şeye, resme başvuruyorum. Ama bazen anlatacağım meseleyi ifade etmekte resim yetersiz kalabiliyor. Daha önce resimlerde asamblaja veya üç boyutlu etkilere başvurduğum oldu, bazen heykel denedim, onlar yetersiz geldiğinde objenin kendisini sergilediğim oldu. Bu kez de video. Videodaki arabanın ilkin, önünde bayrağın olduğu bir makam aracı şeklinde resmini yapmıştım. Tabloda çamura saplanmış bir aracın durağan görüntüsü vardı. Acaba hareketli bir görüntü bunu daha iyi destekler mi, videoyla daha okunabilir bir şey yapılabilir mi diye düşünmeye başladım. O durağanlığın öncesini ve sonrasını var etmek istedim. Malzeme değişikliği düşüncenin yollarını açmış oldu.

Videoda gördüğümüz boş arazi neresi?

İhsan Oturmak

Çocukluğumun bir bölümünün de geçtiği Diyarbakır Silvan’da bir yer. Normalde kurak tarımın yapıldığı bir araziydi orası. Şimdi “Türkiye’nin en büyük ikinci barajı” denen Silvan Barajı’nı inşa ediyorlar. Aslında GAP kapsamında uzun yıllardır gündemde olan bir proje. Barajın bugünlerde bitirilmek istenmesi rant odaklı olduğu kadar politik de.

Kurak bir bölge olmasına rağmen, patinaj videosunu çektiğim yer çocukluğumda da en ufak bir yağışta bataklıklaşırdı. Traktörle gittiğimizde çamura saplanıp kalırdık. Traktörü çıkarmak için başka bir traktör gelir, halatla çekerdi. Bu tecrübeyle videoyu çekerken aracın çıkamama ihtimaline karşı hazırda bir traktör beklettim.

Videodaki araba makam aracına benziyor…

Lüks bir araba. Hem devleti hem sistemi hem sermayeyi temsil ediyor. Toprak doğal bir şey, o araç ise değil. İkisi arasındaki uyumsuz ilişkiye dikkat çekmek istedim. Çamura saplanmış ve sürekli patinaj çeken araç, tıpkı oraya ait olmayan baraj gibi, ait olmadığı bir yerde. Baraj yapıldığını duyduğumda ve bir de köylülerin buna çok sevindiklerini görünce bu videoyu yapma fikri uyandı. Doğayla ilgili bu acımasız sürecin sorumlusu sistemin kendisi. Fakat içeriden bir sevincin nasıl iktidarlaştığını da gördüm.

Uzakta, tepede tek bir ağaç görüyoruz; onun bir öyküsü var mı, yoksa tesadüf mü?

O tepelik yer köyün biraz uzağında. Yazın çok sıcak olur oralar. Dedem 1970’lerde, 80’lerde oraya her gittiğinde “Buraya bir şey ekeyim de altında gölgeleneyim” dermiş. Dedemin ektiği ağaç o. Ben doğmadan önce dikmiş. Öyle kurak bir bölgede o yapayalnız ağacın nasıl tuttuğuna hâlâ inanamayız. Engin bir arazide tek başına bir ağaç. Videoda onu da göstermek istedim, çünkü o uçsuz bucaksız arazide yalnız bir ağaç oranın kuraklığına dair çok şey söylüyordu, kompozisyon olarak araçla beraber iki zıt tek başınalık oluşturuyordu. Ağaç bizi temsil ediyor. Orada zor şartlarda yaşadığımıza dair bir yalnızlık. Diğer yandan sistemi temsil eden araba da tek başına, ama ağaçtan farklı olarak kendiyle o kadar meşgul ki, yalnız olduğunun farkında bile değil.

Çocukluğunuzun Silvan’ı nasıl bir yerdi?

Merkezden uzak, yalnız bir yerdi. Kurak bir bölgeydi. İnsanların kentle ilişkisi çok kısıtlıydı, bütün üretim köyün içindeydi. Geçim kaynağı tarım ve hayvancılıktı. Toprak buğday, nohut, mercimek gibi ürünlere uygundu, iyi de verim alınırdı o ürünlerden. Şimdi kentle ilişki çok artmış. Bölge doğallığını kaybetmiş. Barajla pamuk gibi suya ihtiyaç duyan ürünler düşünülüyor sanırım. İnsanlar daha çok kazanç elde edeceklerini zannediyorlar. Ama uzun vadedeki tahribat düşünülmüyor.

Çocukluğum Silvan’ın merkezinde değil, Kürtçe adıyla “sekiz kilise” anlamına gelen Heştdêr köyünde geçti. Bugün o kiliselerin sadece zeminleri var maalesef. Altı-yedi yaşına kadar köydeydim, ilkokula orada başladım. ‘90’ların çatışmalı, gergin politik atmosferinden dolayı Silvan’ı terk edip Diyarbakır-Sur’a gitmek zorunda kaldık. Sur’da Kore Mahallesi’ne yerleştik. Birkaç yıl kadar orada kaldık. O mahalle şimdi yıkılan bölümde yer alıyor. Sonra, Sur’un aşağısındaki Ben û Sen Mahallesi’ne yerleştik. Ondan sonra da Bağlar’a taşındık. Her gittiğimiz yerde okula bir dönem devam edip yarım bırakmak zorunda kalıyordum.

Ait olmadığı bir yerde, çamura saplanmış, sürekli patinaj çeken lüks araba. Devleti, sistemi, sermayeyi temsil ediyor. Kurak, engin arazide tek başına bir ağaç. O ağaç biziz. Zor şartlarda yaşadığımız yalnızlık.

Birçok resminize de konu olan sürekli göç hali…

Evet. Yaşadığımız yerlerin hepsinde barınamaz olup oraları terk etmek zorunda kaldık. Bütün bu geçişlerde birçok şeye şahit oluyor insan. Tabii küçükken bunların hepsini idrak edemeyebiliyorsun. Hatta bazen eğlenceli bile buluyorsun, taşınmak zorunda olmamız oyun gibi gelirdi bana. Kamyona eşyaları tıkıştırmak, yola çıkmak, gözünü yeni bir yerde açmak… Ama zamanla bütün o göçler, şahitlikler başka bir yere oturdu zihnimde. Okumak için İstanbul’a geldiğimde geçmişe başka bir perspektifle bakmaya başladım.

Sergideki kuş bakışı işlerde de görebiliyoruz; açık arazilere dikilmiş binalar, TOKİ benzeri yapılar… Bunlar da göçle bağlanıyor mu?

Diyarbakır’da yeni bir yerleşim yeri oluştu. Apartman ve sitelerden oluşan büyük bir alana yayılan yeni bir Diyarbakır. Öncekinden katbekat büyük. O topraklarda tarım yapılırdı. Bugün koca apartmanların yükseldiği diğer tüm şehirlerden farksız kimliksiz eklemlenmiş yeni bir şehir yaratıldı. ‘90’ların politik atmosferinde boşaltılan köylerden şehir merkezine gelenler bugün buralarda yaşıyor. Eskiden çiftçilikle, hayvancılıkla uğraşan bu insanların toprakla bağı kesildi. Tek katlı ev de o evde yaşayan insan da toprağa yakındır, toprakla uğraşırsın, kaçınılmazdır bu. Ama apartmanda bu bağ kopar, apartman toprağa mesafelidir, yukarıdadır. Tabii resimlerde ben daha da yukarı çıktım, kuş bakışı baktım. Bu insanların daha önce ekip biçtikleri tarım arazisinin içinde oturup, evlerinin penceresinden o araziye bakmaları, gözlerinin önündeki doğayla iletişime geçememeleri bana trajik geliyor. Oradaki toprağı işleyemiyorlar, yaşamları artık buna uygun değil. Ama bir yandan da yapabilirler. Doğayla bu denli iç içe, ama ondan soyutlanmış olmak bana gerçek dışı geliyor.

Arzunun Koordinatları, 2023

Bir de krokiler var; arsaların, bazı parsellerin haritalarını görüyoruz.

Yukarıdan bakmak analiz edip anlamak için farklı bir açı, yeni bir pencere sunuyor. Olan bitene daha hâkim oluyorsun. İçine giremediğim meselelere işlerimde yukarıdan bakmayı denerim. Böylelikle iletişime geçmek istediğim konuyla ilişkim artar. Sergideki krokiler Arzunun Koordinatları işime ait, altı farklı bölgeye kuşbakışı görseller. İki ülke arasında kalmış bölgeler bunlar. Belki bir ülkeye “aitler”, ama ihtilaflı yerler. Bu da mülkiyetle ilgili bir karmaşa oluşturuyor.

Haritaları nasıl bir yöntemle oluşturdunuz?

Haritaları seçerken Google Earth’den yararlandım. Bir arsa alacak olsan, bir yer ararsın, o yeri bulursun, tapu kadastrodan bilgileri araştırırsın ya, öyle bir yöntem izledim. Ama internette araştırırken fark ettim, ben de bu ihtilaflı alanlarda yer beğenmeye başlıyorum. Neresi en iyi, hangisini isterdim, denize yakın mı olsun? Devletlerin topraklar üzerindeki mülkiyet hakkını eleştirirken aslında biz de küçük çapta aynısını yapıyoruz. O büyük sistemi biz de tetikliyoruz, yani biz de muaf değiliz. Bu nedenle iki arzuyu, benim ve devletlerin arzusunu bir araya getirmeye çalıştım.

Çatalhöyük 9 bin yıl öncesine ait sokaksız bir şehir, damdan dama atlayarak bir yerden bir yere gidiyorsunuz ve 1500 yıl boyunca burada hiç savaş yaşanmamış. Bir enstalasyonda Çatalhöyük’le birleştirerek Sur’u sokağı olmayan bir şehir gibi kurgulamaya çalıştım. Savaşacak şeyi ortadan kaldırırsak belki savaşı yok ederiz diye düşündüm.

Çift Başlı sergisinde de karşımıza çıkan taşıtlara yönelmeniz nasıl oldu?

Üniversiteden mezun olduktan sonra, İKSV’nin bursuyla 2013’te Cité Internationale des Arts’ın Paris’teki misafir sanatçı programına katıldım. O zaman Paris’i görme şansım oldu. Kentin sokak yapısı çok ilginç geldi bana. Bir yandan bir arabanın geçemeyeceği kadar daracık yollar, bir yandan da geniş kavşaklar dikkatimi çekiyordu. Merak edip mimarisine, dizaynına, tarihine baktım Paris’in. Kaba bir şekilde tarif edersem, III. Napoléon dönemine uzanıyor hikâye. Her şeyin başlangıcı onun ayaklanan işçi sınıfına müdahale etme, sokaklarda hakimiyet kurma isteği. Dar sokaklar engel teşkil ediyor buna, çünkü güvenlik araçları sığmıyor. Sokaklar isyancılar için barikata dönüşüyor. Mimar, politikacı ve şehir plancısı Georges Eugène Haussmann’la çalışıyor bu yüzden. Ve gotik mimariye ait birçok yapı yok edilerek şehir sokakları genişletiliyor. Paris yeni baştan, sokakları kontrol altına alınacak şekilde dizayn ediliyor.

Burs programı bittikten sonra Türkiye’ye geldim, ama Paris’te gördüklerim aklımda kaldı hep. Oradayken dar sokaklardan ötürü Sur’a da benzetmiştim Paris’i. Geldikten bir süre sonra, 2015’te sokak çatışmaları başladı. Paris’i yeniden-inşaya götüren sürecin bir benzeri yaşanıyor gibi geldi bana. Devletin güvenlik güçleri Sur’da sokaklara girmeye çalışıyor, giremiyordu. Sonra sokakları yıka yıka, bin yıllık yapıları yok ederek kente girdiler. Benzer şeyler farklı dönemlerde dünyanın farklı yerlerinde yaşandı. Suriye çatışmalarında Halep, 1930’larda İspanya’da Toledo… Bu ilişkileri düşündüm, sokakla savaş arasındaki ilişkiyle ilgilenmeye başladım.

Nasıl bir ilişki gördüğünüz?

Sokağın varlığıyla bir kamusal alan oluşuyor ve o alanı paylaşmakta problemler çıkıyor. Bu psikolojik bir mülkiyet aynı zamanda. Ve çatışma çıkıyor. “Savaşların temelinde kamusal alanı ele geçirme mi var?” sorusunun ardından sokaksız bir şehir olup olmadığını araştırmaya başladım ve sokaksız bir yerleşim olan Çatalhöyük’te bu düşünceler arasında bir bağ yakalar mıyım diye Konya’ya gittim.

Çatalhöyük’le bugün ve savaş arasındaki bağ ne sizce?

Bildiğiniz gibi, Çatalhöyük 9 bin yıl öncesine ait sokaksız bir şehir ve 1500 yıl boyunca burada hiç savaş yaşanmamış. Şehirde hiç sokak yok, damdan dama atlayarak bir yerden bir yere gidiyorsunuz. Bu da kurmak istediğim ilişkiyi destekliyor gibiydi, sokak savaşın bir parçası çünkü. Çatalhöyük’e gittiğimde biraz araştırma yaptım. Bunları da resimlerimde kullanmaya başladım. Bir enstalasyonda Çatalhöyük’le birleştirerek Sur’u sokağı, girişi olmayan bir şehir gibi kurgulamaya çalıştım. Eğer böyle olursa, belki savaşı yok ederiz diye düşündüm. Savaşacak şeyi ortadan kaldırırsak savaş da olmaz. Sokaksız bir Sur nasıl bir yer olurdu, var olabilir miydi? Binlerce yıldır devam eden bu süreç hep böyle gidecek mi? Yoksa son dar sokak yıkılana kadar devam mı edecek? Bu bir ironi tabii.

Olaya maddesel yaklaşalım. Sur’daki yapılar dünyanın en sert taşlarından bazaltla yapılmış. Ama günümüze yetişemedi. 9 bin yıllık Çatalhöyük ise basit, hafif, kerpiç tuğlalarla yapılmış ve günümüze kadar var olabilmiş. Yumuşak olan sert olandan daha kalıcı olmuş. Böyle ilişkiler üzerinden bir şehir tasarımına girdim.

Otonom Taksi, 2024

Taşıt araçları bu tabloya nasıl dâhil oldu?

Zamanla fark ettim ki, hep sokağa müdahale etmeye çalışıyorum. Oysa o sokaklara girmeye çalışan, oraya sokulmaya çalışılan şey araçlar. O halde neden bunu endüstriyel araçlarla uygulamıyorum, dedim kendime. Sokakları yıkarak genişletmek yerine neden araçları daraltmıyorum. Güvenlik araçları, ambulanslar, polis araçları, taksi, kepçe gibi, içine tek kişinin girdiği Dar Sokak Önermeleri başlığıyla araç tasarımları yapmaya başladım; zarar vermeden şehre giren araçlar işlerime böyle dahil oldu. Eve Girme Yasağı ve Dama Çıkma İzni işlerimdeyse Jeremy Bentham’ın panopticon tasarımını şehir ve köylere uygulayarak teslim olan bir şehir görüntüsü yaratmak istedim. Böylelikle zararı en aza indirmeye çalıştım. Ancak, tasarlamak istediğim kentlere yakın kentler zaten vardı.

Aklımıza Bitlis’in Hizan ilçesi geliyor…

Evet, Hizan ve köyleri… Orası böyledir mesela. İran’da Palangan köyünün de böyle bir yapısı var. Evler üst üste gibidir ve karşıdan bakınca tüm evleri görebilirsiniz. Gizli saklı ev yok gibidir. Herkesin teslim olduğu bir şehir izlenimi verir. Herkesin damda durduğu, kimsenin gizlenemediği bir şehir. Teslim şehirler… İki köy de basit taş ve kerpiçten yapılma, ama ayakta. Bu bize direnmenin farklı biçimleri olduğunu da söylüyor. Durarak direnmek belki. “Gör, işte buradayım” diyen bir direnme. İroni barındıran bir direnme.

Son sergide bir taksinin merkezi konumda olması neden?

Taksi bugün güncel bir mevzu, İstanbul’da bilhassa. Evrensel bir taksi olayı tüm dünyada var. İşlerimde güncel olanı geçmişle karşılaştırıp zamanlar arası bağlantılar kurarak değişmeyen şeyler üzerine soru türetmeyi seviyorum. Taksiden beklenti nedir? Binersin, seni bir yerden bir yere götürür. Evrensel bir beklenti. İronik biraz. Görevi sadece bu, ama onu yapmıyor. Hani kahveye gidersin çay içmeye, çay kötüdür ve bir laf vardır bunun için: “Tek işi çay yapmak, ama onu da kötü yapıyor” diye. Taksi mevzusu da öyle.

Sur’daki yapılar dünyanın en sert taşlarından bazaltla yapılmış. Ama günümüze yetişemedi. 9 bin yıllık Çatalhöyük ise basit, hafif, kerpiç tuğlalarla yapılmış ve günümüze kadar var olabilmiş. Yumuşak olan sert olandan daha kalıcı olmuş. Bu bize direnmenin farklı biçimleri olduğunu da söylüyor.

Neden Çift Başlı?

Sorunlara çift başlı yaklaşmaya dair. Taksi özelinde çift başlılık bir yere gidememekle eş değer. Hızla birçok yere gitmeye çalışıp olduğun yerde kalmak, hiçbir yere gidememek. Otonom Taksi bu açıdan bir metafor. Çok yere gitmek isteyip hiçbir yere gidemeyen bir araç.

Taşıtlarla ilişkiniz gündelik hayatta nasıl, siz araba kullanıyor musunuz?

Kullanıyorum, ama kullandığım arabayla resimlerini çizdiğim araçlar bambaşka. Resimdeki araçlar sistemin temsili. Her kurumun bir aracı var, kurumları, kurumların var ettiği sistemi ya da sistemin var ettiği kurumları anlatmanın araçları benim için arabalar, iş makineleri, kamyonlar… Örneğin 6 Şubat depremleri sonrası o sokaklara giremeyen şey araçlar değildi. Aracı kullanan, ona direktif veren, onu işlevli kılacak olan sonuç itibariyle insanlar, o insanların var ettiği sistem. Bu açıdan araçlar üzerinden sistemin tıkanmışlığını anlatmak bana hareket alanı sağlıyor.

Önceki resimlerinizde odakta taşıtlar yoktu, değil mi?

Daha önce eğitim sistemi resmimin merkezindeydi. Kendimi tanıma sürecimdi; eğitim sistemindeki yerimi sorguluyordum. Çünkü eğitim hayatım iyi geçmedi.

Dama Çıkma İzni, 2017

Neden?

Bir köy okulundaydım, göç nedeniyle eğitimim yarım kaldı. Sonra gittiğimiz Diyarbakır merkezde dil probleminden ötürü okulu yarıda bıraktım. Çünkü Türkçe bilmiyordum. Şehir merkezinde Türkçe konuşuluyordu. Adapte olmakta problem yaşıyordum. Birkaç hafta gittiğim okuldan kaçmakta buldum çözümü. Zamanla mahallede, Ben û Sen’de, Türkçe öğrenmeye başladım. Ailem “Acaba tekrar okula yollasak mı” demeye başladı. Bu yüzden okula biraz geç gittim. Sınıf arkadaşlarıma göre iki yaş büyüktüm. Benden küçük öğrencilerle okuduğum için kendimi mutlu hissetmiyordum. Giydiğimiz önlük bana hep kötü hissettiriyordu. Eğitim hayatım çok mutsuz geçti. Üniversiteye başladığımda bile o önlük hâlâ üzerimdeydi, rüyalarıma giriyordu. Önlük meselesi tam yüzleşemediğim, çözülmesi gereken sonsuz bir probleme dönüşmüştü. Sonra resimlerimin önemli bir parçası olacaktı.

Resme ilginiz ne zaman, nasıl başladı?

İlkokulda başladı resim sevgim. Resimler olduğum yerin dışında, alternatif bir yaşam sunuyordu. O yüzden seviyordum sanırım. Sınıfta hep arka sırada oturup önündeki defterin ya da kitabın köşesine resim çizen çocuklar olur ya, onlardandım. Dilsizliğe karşı bir dildi resim sanırım benim için. Bunları bugünden bakınca söyleyebiliyorum tabii. O zaman için sadece bir kaçıştı, arka sırada dersten, konuşamadığım bir dilden kaçıştı. Bugünse resim benim için yeni bir ifade biçimi oldu.

Sınıfın arka sıralarında defterlere, kitap köşelerine çizdiğiniz şeyleri hatırlıyor musunuz?

Defterlerin köşelerine araba çizmeye çalışıyordum, hatta çizdiğim bir arabanın üstüne “Taksi” yazmıştım. Bir hocam bunu gördü, bir eğitim alıp almadığımı sordu. Ben de köyde okula gittiğimi, göçle geldiğimi söyledim. O “Taksi” yazısı belki de okumaya uzak olmadığımı gösteriyordu. Çünkü okuma bilmiyordum o zaman. Fakat “Taksi” birçok yerde gördüğüm için aklıma kazınmış demek ki. Bu arada, annem de resim çizerdi. Ondan da etkileniyordum, onu örnek alıyordum sanırım.

Lise yılları nasıl geçti?

Diyarbakır Güzel Sanatlar Lisesi’ne gittim, resim bölümünde dört yıl yatılı okudum. “Çocuklar, ne yapmak istiyorsunuz” diye soran bir eğitim anlayışı yoktu. Model çiziyorduk, heykel yapıyorduk. İmgesel, klasik Avrupa resimlerinin röprodüksiyonlarını yapıyorduk. Akşam yatağıma girdiğimde bile dışına çıkamadığım klasik bir eğitim alıyorduk. Ertesi gün sınav olacak, ona göre çalışmalı, en iyi modeli çizmelisin. Rekabetçi bir yanım da vardı. Bu durum üniversiteyle beraber değişti. Nereden geldim, kimdim, şimdi kimim, bu gibi sorularla geçmişle bir ilişki kurmaya, olup bitene daha teorik bakmaya başladım.

Yaramazlar, 2012 

Üniversite için İstanbul’a geldiniz…

İstanbul’da Marmara Üniversitesi’nde resim öğretmenliği bölümünde okudum. Mezun olduğumda, 2012’de, Rotary Sanat Yarışması’na bir resmimi yolladım. Önlüklü öğrencilerin olduğu bir resimdi. Hepsi siyah önlüklü, aralarında biri mavi önlüklüydü. Ben bir sürü kişi arasındayım, ama onlardan farklıyım. Kendimi var etmeyle ilgili bir şeydi. Önlük seni silikleştiren, standartlaştıran bir şey. O resimlerle bu sistemi kırmaya çalıştım, “Burada varım” demek istedim. Önlük hikâyesini de araştırmaya başladım. Nereden geliyor, nasıl uygulanmış, neden tektip giyiniliyor? Mussolini döneminde Kara Gömlekliler’den örnek alınmış. 1930’larda Türkiye’ye gelmiş sanırım. Dünyadaki ekonomik krizin etkisiyle büyüyen yoksulluk sebebiyle zengin ve fakir öğrenciler arasındaki ayrımı kapatmak için getirilmiş. Önlükle oturtulmak istenen şeyin tam da becerilemediğini ise renk değişimleriyle görmeye başladım. Renk resme dair bir şey olduğu için bu bağlantıları tuvale taşıdım.

Göç ve dil problemi nedeniyle eğitim hayatım çok mutsuz geçti. Üniversiteye başladığımda bile ilkokul önlüğü hâlâ rüyalarıma giriyordu. Önlük meselesi tam yüzleşemediğim, çözülmesi gereken sonsuz bir probleme dönüşmüştü. Sonra resimlerimin önemli bir parçası olacaktı.

Öğretmenlik yaptınız mı?

Yaptım. Ama bir okulda değil, cezaevinde.

Neden cezaevi?

Önlük, disipline edici eğitim, ceza sistemleri, okulda tek ayak üstünde durmalarımız, ellerimize cetvelle vurulması… Bunların yaşamımızda derin izler bıraktığını düşündüm hep. Cezaevinin bu konuda ilginç olacağını düşündüm. Çünkü ceza sisteminin tam da merkezi. Bu düşünceyle yöneldim. O dönem yeni bir sergi hazırlıyordum. Sergi sistemin kendi hatalarını görüp görmediğiyle ilgiliydi. Üsküdar’da Paşakapısı Cezaevi’ne gitmek istiyordum.

Neden özellikle Paşakapısı?

Orayı özellikle istememin sebebi, o cezaevinde yatanların çoğunun devlette görev alan kişiler olmasıydı. Cezaevinin hem çalışanları hem mahkûmları memurdu. Devletin kendi kendini cezalandırdığı bir yer gibiydi. Bir ayıklama yeri. Kendini denetlemeye yakından bakmak istedim. Ama adli suçluların olduğu Ümraniye Cezaevi’ne gittim, üç yıl orada resim öğretmenliği yaptım. Mahpuslar hem işledikleri suçları hem aile travmalarını benimle paylaştıkları için psikolojik yükü çok ağırdı. Bir aşamadan sonra eğitimciden ziyade kendimi arkadaş, dost, daha içeriden biri gibi hissetmeye başladım. Bu da bana ağır geldi.

Sabah, tüm eşyalarımı dışarda bırakıp aranarak giriyordum cezaevine. Bir gün yanlışlıkla X Ray cihazından telefonla geçtim ve savcılığa gönderildim. Birbirini Arayan Polis işimin fikri de sabahları cezaevine girerken o aramalardan aklıma geldi. En çok şahit olduğum şey birbirini arayan gardiyan görüntüleriydi.

^