2021’de ekoloji gündeminin temel belirleyenleri nelerdi?
Beyza Üstün: Ekosisteme müdahale anlamında 2021’de ciddi saldırılardan biri Kanal İstanbul – Yenişehir yapılanmasının aşama aşama yürürlüğe sokulmasıydı. Sellerin, orman yangınlarının her yıl olduğu gibi yaşanması ve bunların önünü almak için hiç çaba harcanmamasıydı tabii. Şüphesiz, müsilajla gerçeklerin gün yüzüne çıkmasıydı da. Fakat müsilajın tek başına bir sembol olduğunu düşünmüyorum. Deşarj edilen tüm atık suların yaşamı nasıl yok edeceğini gösteren bir alarm müsilaj. Halının altına süpürülen kirlerin sonuçlarını görünür kıldı. Asıl sembolü görmek için kent dokusuna ve betonlaşmanın yayılımına, doğal sistemlerin üzerindeki madenlere, köprülerin, otoyolların, tünellerin, altgeçitlerin bir ağ gibi çoğalmasına bakmak lâzım.
Kanal İstanbul projesiyle tasarlanan Yenişehir’i doğal alanların üstüne kurmayı planlıyorlar. Bu proje gerçekleşirse bölgedeki ekosistem betonlaşacak, çok ciddi bir nüfus o bölgeye yerleştirilecek. Yeni kurulacak kentin yükünü ne doğal sistemler ne de dereler, lagünler, akiferler, denizler taşıyabilecek. Çünkü ormanların, sucul sistemlerin üstüne köprüler, marinalar, otobanlar, havalimanı, yollar, lüks binalar yapılması planlanıyor. Tarım alanları, doğal su ortamları, orman ekosistemi bu kent yapılaşmasıyla tamamen baskı altına alınacak, yok edilecek.
Yenişehir yapılanması için tasarlanan bu siyasi uygulama 2013’ten beri var. Üçüncü Köprü ve Üçüncü Havalimanı yapılıp tamamlandı bile. Sazlıdere Barajı’nın etrafı için uygulamalı imar planları çıkarıldı. Bu uygulamaların doğal yaşam üzerindeki baskısı ortaya çıkmaya başladı. Sadece inşaat şirketlerinin değil, yapılaşmaya açılacak bölgenin –Küçükçekmece lagünü, Kilyos, Durusu havzası– çevre çeperinde taş ocakları için izinlerin arttığını görüyoruz. Marmara’dan Karadeniz’in batı kesimlerine kadar uzanan maden şirketleri “ÇED olumlu” ya da “ÇED gerekli değildir” kararlarını alarak mega proje için taş çıkarmaya çoktan başladılar. Hızlıca yapılmakta olan liman dolguları da bu mega projenin uygulama aşamalarından biri. Şirketlerin doğal alanlarda bu şekilde üretime başlamasını mega projelerden ayrı düşünemeyiz.
Bu mega stratejide kanal yap(a)mayacaklar belki ama, Marmara’dan Karadeniz’e kadar bölgenin tamamını yapılaşmaya açacaklar. Bunu her demokratik örgüt, platform, dernek, parti görüyor, anlıyor artık. Bugüne dek yan yana gelmeyen siyasi yapıların kapitalist sistemin bu mega saldırısına karşı durması, doğal alanların kentleşmeye açılması için yürütülen bu ekonomi-politik stratejiyi görebilmesi ve bu stratejiye karşı ekoloji-politik perspektifle buluşup ortak bir mücadele yürütmesi çok değerli. Bu dönemde en çok heyecan uyandıran, umut veren konulardan biri bu oldu: Kanal İstanbul – Yenişehir yapılaşması karşısında tüm kurumların, emek ve meslek örgütlerinin ekoloji örgütleriyle beraber dayanışma içinde olması.
Kitabınız Doğayı, Emeği, Yaşamı Korumak: Ekoloji Politik Yazılar’da suyun ticarileşmesi konusunda 2008’in bir kırılma olduğunu vurguluyorsunuz. Bu tabloda suyun metalaştırılması politikalarının nasıl bir etkisi var?
Suyun metalaştırılmasına dair politikalar 2000’lerin başında yürürlüğe sokulduktan sonra, şirketlerin suya ihtiyaç duyan üretimleri için su havzalarına konuşlanıp su havzalarını bütünleşik olarak kullanmaları giderek arttı. 2008 krizinden sonra şirketler havzalara bütünleşik olarak konuşlanırken, 2020’nin sonuna doğru mega büyüklükte, lüks, burjuvaya ve sermayenin ihtiyaçlarına hizmet eden projelerin kent çeperlerinde konuşlandıklarını görüyoruz. Kanal İstanbul – Yenişehir yapılanması bunlardan biri. Bu uygulamalarda doğal alanlar üzerinde çok büyük yapılaşmalar yürürlüğe sokuluyor. Bu yapılaşmalar, içinde havalimanı da, marinası da, kanalı da olan entegre sistemler şeklinde hayata geçiriliyor. Tüm bu süreçte kentlerin belleği hızla yok ediliyor. Diyarbakır – Suriçi’nin yıkılması, Hasankeyf’in yerle bir edilerek Ilısu Barajı’nın yapılması böyle örnekler. On binlerce yıllık uygarlık izleri, bölgenin belleği, kimliği siyasi iktidarın kararlarıyla, hatta savaş yöntemleriyle hızla, birkaç ay içinde yok edilebildi. Bu saldırgan yaptırımlarla bölgenin insansızlaştırılması, demografik yapısının dönüştürülmesi de hedefleniyor. TOKİ eliyle bu bölgelerde kentler yeniden üretiliyor, bölge halkları zorla yerinden ediliyor. Binlerce yıllık kent dokusu ortadan kaldırılıp tek tip beton yapılar oluşturuluyor.
Barajlar meselesini Kürt coğrafyası üzerinden değerlendirirseniz neler söylersiniz?
1970’lerde siyasi iktidarlar Atatürk, Keban gibi büyük barajlarla Irak’a, İran’a suyu kontrollü vererek uluslararası alanda söz sahibi olabilmek istiyordu. Bu politika devlet projesi olarak yıllarca yürütüldü. 2000’lerde ise pek çok baraj güvenlik gerekçesiyle şirketler eliyle yaptırılmaya başlandı. Barajlar bölge halkları üzerinde egemenliğin sağlanması için kullanılan politikaya dönüştü. Son yirmi yılda yapılmış barajlarla sular şirketlere devredildi. Şirketler de su havzalarında rahatlıkla devletin yetkilerine sahip gibi davranmaya başladı. Kalekollar kurup doğal alanlara sınırlar koyarak insanların ve hayvanların alanlara giriş-çıkışlarını yasakladılar. Yöre halkının suyunu temin ettiği kuyulara müdahale edip halkı sudan mahrum bıraktılar. Mesela Pembelik Barajı civarında yaşayan insanlar baraj sisteminin etrafındaki yollardan istediği gibi geçemedi, geçişler izne tabi olmaya başladı. İzin verilmeyen yollardan geçenler tutuklandı. Hasankeyf’te, Ilısu Barajı’nın su tuttuğu alanda kalan köylerde bölgenin belleği, uygarlık izleri, halkların barınma ve yaşam hakkı yok edildi. Pek çok köy baraj suları altında kaldı, insanlar zorla yerlerinden edildi. İtiraz edenler karşılarında şirketin ve devletin güvenlik güçlerini buldular.
Maden şirketleri mega proje için taş çıkarmaya çoktan başladılar. Bu mega stratejide kanal yap(a)mayacaklar belki, ama Marmara’dan Karadeniz’e kadar bölgenin tamamını yapılaşmaya açacaklar.
Kitabınızın altbaşlığında ekoloji politik kavramını görüyoruz. Bu kavram ne ifade ediyor?
Bergama direnişinden sonra ekoloji mücadelelerinde farklı bir kavram içselleştirilip konuşulmaya başlandı. Bergama’dan önce, ekoloji mücadelesi “çevre mücadelesi” olarak bilinirdi. Bergama direnişi ekoloji mücadelesinin sınırlarının çok geniş olduğunu ve mücadelenin aslında sınıfsal olduğunu gösterdi. Bergama’da altın madenine karşı mücadele edenler bir yandan orada yaşamı zehirleyecek madeni istemediklerini belirtiyor, bir yandan da geçimlik yaşamlarının, yaşam haklarının yok oluşuna karşı mücadele ediyorlardı. Saldırının politik bir saldırı olduğunu bilerek mücadeleyi tüm canlılar adına yürüttüler. Madende kendilerine sunulan istihdam Bergamalıları hiç etkilemedi. Ekoloji mücadelesinden taviz vermediler. Bu politik tutumları ekoloji mücadelesi için öğretici ve akıl açıcıydı. O dakikadan sonra burjuva çevreciliği ile sınıf mücadelesini içermiş ekoloji politik tutum ayrıştı.
Ekoloji politikten bahsediyorsak, anti-kapitalist bir perspektifle ekosistemleri, yaşamı, yaşam alanlarını, doğal ve kültürel varlıkları korumaktan bahsediyoruz. Bu politik tutumun kavramsallaştığı bir olgu ekoloji politik. Böyle bir tutumla ekositemlerin bütünü için yaşamın sermayenin sömürüsüne karşı korunmasından, özgürleştirilmesinden, eşit, özgür ve birlikte yaşamdan bahsediyoruz. Bu tutumda emek mücadelesini de, ekofeminist mücadeleyi de kapsamanın gerekliliğini vurguluyoruz. Yaşam başka türlü özgürleşemez.
2021’de İkizdere ve İkizköy gibi direnişlerde kadınların ön saflarda olduğunu gördük. Ekoloji mücadelesinin kadın mücadelesiyle kesişmesini nasıl değerlendiriyorsunuz?
Kadınların ekoloji politik tutumla mücadelenin ön saflarında yer alması son derece kıymetli. Mücadeleler arasında çapraz bağlar kurulduğu zaman kapitalist sistemin bu dayanışmayı kırıp alana girebilmesi, mücadeleyi yenebilmesi mümkün olmuyor. Kapitalizm patriyarkal bir sistem. Sömürü ancak patriyarkal bir zihniyetle baskın bir şekilde yürüyebiliyor. İçinde yaşadığımız, bizi yöneten sistem patriyarkal, tekçi ve kapitalist perspektifle politikalarını üreten, uygulamaya sokan bir sistem. Ekoloji mücadelesi patriyarkaya karşı verilmesi gereken bir mücadele. Ekofeminizm kuruluşundan beri patriyarkal kapitalizme karşı kadın mücadelesini savunuyor.
Ekoloji politikten bahsediyorsak, anti-kapitalist bir perspektifle ekosistemleri, yaşamı, yaşam alanlarını, doğal ve kültürel varlıkları korumaktan bahsediyoruz. Bu politik tutumda emek mücadelesini de, ekofeminist mücadeleyi de kapsamanın gerekliliğini vurguluyoruz.
Ekoloji mücadelesinin emek mücadelesiyle de buluşması gerekiyor. Pek çok zaman buluşuyor da. Üçüncü Havalimanı işçilerinin mücadelesi buna örnektir. Direnişin arkasında örülen ağa bakarsak ekoloji örgütleriyle kenetlenen işçi hareketini görürüz. Murgul’da siyanürle altın arama kapasitesi artırılacağı zaman halk yürüyüşe geçmiş, maden işçileri de şalteri kapatıp direnişe katılmışlardı. Bu buluşma ekoloji politik mücadelede en önemli örneklerden biridir, emek-ekoloji mücadelesinin somutlaştığı tarihsel bir örnektir. Tıpkı Üçüncü Havalimanı işçilerinin direnişinden sonra emek örgütlerinin, ekoloji örgütlerinin, kent mücadelesi yürüten örgütlerin sendikalarla buluşması gibi. Bu bağların kurulabildiğini Gezi mücadelesinde de pratiklemiştik. Çapraz bağları kurduğumuz zaman patriyarkal kapitalist sistem, otoriter, faşizmin kurumsallaştığı rejimler herhangi bir mücadele alanını yıkamayacaktır.
Türkiye 2016’dan bu yana taraf olmadığı Paris İklim Antlaşması’nı eylül ayında onayladı. Bunun nasıl bir anlamı var?
İktidarın Paris Antlaşması’na yeşil ışık yakması, AB’ye göz kırpmanın ötesinde, “ben de yeşilciyim” demek için. “Yeşil ekonomi”yi destekleyip fonlardan yararlanmanın peşindeler. Ama bir yandan kapitalist yıkım projelerine hızla destek vermeyi sürdürüyorlar. Öyle ki, karbon emisyonu salmadığı ve temiz olduğu iddia edilen projeleri, yaşamın yıkımına neden olacak politikaları daha güçlü sürdürecekler. HES’ler, GES’ler, RES’ler ve JES’lerle enerji elde eden şirketlerin desteklenmesi, elektrikle çalışan teknolojilerin yaşama sokulması, doğa turizmi adı altında yaban hayvanlarının sermaye birikimine sunulması önümüzdeki dönemde yaşamı yıkmayı sürdürecek, iktidar da Paris Antlaşması’na imza atıp çevreci şovunu yerine getirmiş olacak, diğer yandan yeni sermaye projelerini desteklemeye devam edecek. Canı sıkılırsa da kolaylıkla “oynamıyorum” diyebiliyor zaten, İstanbul Sözleşmesi’nde olduğu gibi.
2022 için öngörüleriniz neler?
2022’de farklı mücadelelerin kesişeceğini ve güçleneceğini düşünüyorum. Aslında bu pratikleri görmeye başladık da. Akbelen yerel bir mücadele, ama çapraz olarak mücadeleyi farklı yerlerde örenler ormanı ve yaşamı korumak için buluşmaya başladı. Bu buluşmalar emekleme sürecinde. 2022’de mücadelenin yaşamı özgürleştirecek boyutta çapraz, yatay, birbiriyle dayanışmayı büyütecek şekilde güçleneceğini düşünüyorum. Artık işçi sınıfı ekoloji mücadelesinden bahsediyor. Kadınlar ekofeminizmi önlerine koyarak ekoloji mücadelesinin ön saflarında duruyor. Öğrenciler ekoloji mücadelesini eğitim alanlarına, kent meydanlarına taşıyor. Tarım işçileri, maden işçileri, çiftçiler ekoloji mücadelesinin ne kadar politik bir mücadele olduğunu anlatıyor hepimize. Dolayısıyla bu, 2022’de yaşama daha güçlü bir şekilde sahip çıkmak, emeği daha güçlü korumak, kazanılmış hakların yok edilmesine karşı birlikte durmak, yaşam alanlarını korumak için saldırgan sisteme karşı durmak anlamına geliyor. 2022’de yapılacak dayanışmalardan, dayanışmaların politik yanının güçlü olacağından, örgütlü mücadelenin büyüyeceğinden yana çok umutluyum.
1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22