Depremin üzerinden bir ay geçti. Pazarcık’ta durum nasıl?
Ali İper: Gidenler gitti, gidecek yeri olmayanlar kaldı. Savaş sonrası terkedilmiş, izole edilmiş Kıbrıs’taki Maraş bölgesi gibi. Ayaz, fırtına… Bu soğuklarda çadırlara sığındı insanlar. Çadırlarda küçük bir soba, birkaç yatak konabilecek bir bölüm var. Yemek yapamıyorsun, çadır yerleşim alanlarında yemek çıkıyor. Hâlâ tuvalet, banyo sorunu var. Hijyen ürünleri eksiklikleri sürüyor.
Köylere yardım dağıtmaya gittiğimizde görüyorum, insanlar “bize psikolog gerek” diyor. Yakınlarını kaybetmişler. Sorularına yanıt veren kimse yok, kocaman bir belirsizlik içindeler. Kaybolmuş gibiler…
Hastalıklar başladı, viral enfeksiyonlar. “Depremden ölmedik, ama bakımsızlıktan ve hastalıktan öleceğiz” diyorlar. İlçe merkezinde Silopi Belediyesi, Dersim Belediyesi ve AFAD’ın kurduğu çadır veya yardım alanları var. TKP de bir alan oluşturdu. Bir de enkazların yanına kurulmuş derme çatma çadırlar var.
Günlerce çadır sıkıntısı çekildi burada da. Yurtdışından Alevi örgütler tarafından bizim için gönderilen çadırlara gümrükte el kondu. Buraya gelenler bize verilmedi, başka yerlere gönderildi. Dağıtılan çadırlar uyduruk, parasını denkleştirip daha koruyucu çadırlara ulaşmaya çalışanlar bile var.
Gündüzleri mobil bankalar ve PTT’nin önünde kalabalık kuyruklar oluyor artık. Kimi söz verilen yardımları almış, kimi alamamış.
Burada depremin altıncı gününde canlı arama çalışmaları sonlandırıldı, enkazların altında kalanları çıkarma çalışmaları biraz daha sürdü. İlçenin neredeyse yarısı yıkık veya ağır hasarlı. Yarı yıkık evlerden eşyalar çıkarılıyor. Herkes aynı soruları soruyor: “Evlerimiz madem böyleydi, neden sağlamlaştırılmadı? Deprem vergilerine ne oldu? Neden zamanında müdahale edilmedi?”
Nerelere gitti insanlar?
Ankara’ya, Mersin’e, Antalya’ya gidenler olduğunu duydum. Köylerindeki evleri sağlam olanlar da köylerine gittiler. Aslına bakarsanız, kimse sevdiklerini yitirdikleri bu topraklarda kalmak, yaşamak istemiyor. Evlerini, işlerini, birikimlerini kaybettiler. Depremde yitirdiğim arkadaşım Ahmet’in (Çetin) ablası Hatice ve eşi öğretmen; başka yere tayin isteyecekler, ama içinde bulundukları psikoloji nedeniyle mesleklerini ne kadar sağlıklı bir biçimde yapabileceklerini kestiremiyorlar mesela. İki hafta önce onların evinden eşya çıkardık. Bir evde 12 yıl yaşıyorsunuz, çocuğunuz orada doğuyor, sonra eşyalarınız arasından, anılarınız arasından seçim yapıyorsunuz. Murat’a “hepsini çıkaralım” dedim. Ama nereye, nasıl götürecek?
Depremin altıncı gününde canlı arama çalışmaları sonlandırıldı. İlçenin neredeyse yarısı yıkık veya ağır hasarlı. Herkes aynı soruları soruyor: “Evlerimiz madem böyleydi, neden sağlamlaştırılmadı? Deprem vergilerine ne oldu? Neden zamanında müdahale edilmedi?”
Gençler son yıllarda zaten bir biçimde yurtdışına gitmek istiyordu, gidiyorlardı da. Şimdi pasaport başvurusunda bulunan gençlerin sayısı daha da arttı. Ben de gitmeyi düşünmeye başladım. Bu coğrafyanın kaderi bu…
Bizleri hep bir biçimde yerimizden yurdumuzdan ettiler. Ermenilere, Kürtlere, Alevilere, solculara, sosyalistlere şans tanınmıyor bu coğrafyada. Zeytun isyanında [30 Ağustos 1914 – 25 Mart 1915] Ermenileri sürdüler. Sonrasında da bir dolu sürgün oldu. 1978’de, Maraş katliamı ertesinde insanlar bu toprakları terkedip yurtdışına gitti. Şimdi de deprem vurdu. İnsanlar gene yersiz yurtsuz kaldı.
Gündelik hayatınız, ruh haliniz nasıl?
6 Şubat gecesi kar yağıyordu, soğuktu, çok soğuktu. Sonraki günlerde de öyleydi. Kaç kişi enkaz altında soğuktan öldü, kim bilir… İnsan hayatı bu kadar heba edilebilir olmamalı. Madem bir devlet var, bu kadar korunaksız kalmamalısın, çaresiz hissetmemelisin. Bugünlerde çeşitli yerlere gidip gelenler “başka yerlerde hayat var” diyor. Bir aydır bu koşullarda yaşadığımız için, bizim için başka bir hayat yok, sanki hep böyleydik gibi gelmeye başladı. Gri, soğuk ve tekinsiz.
Bazen korkuyor insan, acaba akıl sağlığımı yitiriyor muyum diye. İstemsiz gülmeler, televizyon seyrederken öfkelenmeler… Acı eşiğimiz o kadar yükselmiş ki, sanki duyarsızlaşmışız gibi geliyor.
Pazarcık’ta kaç kişi yaşamını yitirdi?
Hayatlar sayı olarak söylendiğinde biraz garip geliyor, onca hayat yok oldu. Resmi rakamlara göre, Pazarcık’ta 500’e yakın insan yaşamını yitirdi. Buna köyler dahil mi, bilmiyoruz. Bazı arkadaşlar, köyler dahil iki bin kişi yaşamını yitirmiş olabilir diyor. Gerçek sayıyı hiçbir zaman öğrenemeyeceğiz, tıpkı pandemide olduğu gibi.
İlçedeki yıkım ne boyutlarda?
Pazarcık iki kısma ayrılıyor. Yukarı Pazarcık daha yoksul insanların, gündelik işler yapanların yaşadığı, kayalık zemin üzerinde birkaç katlı evlerden oluşuyor. Orada nispeten daha az yıkım var. Aşağı Pazarcık ise yeni ve çok katlı evlerin olduğu bir yerdi. Burada epey yıkım oldu. Zeminin sıvılaşmasının etkisi de var tabii. Aşağı Pazarcık’takiler, evleri için az hasarlı dense de orada yaşamak istemiyor. Oradaki bir arkadaşımla konuştum, beş-altı katlı bir binada oturuyorlardı, “duvarlar çatlamış, patlamış, kolonlarda pek bir şey yok, o nedenle az hasarlı diye geçiştiriyorlar” dedi. Onlar da pek çok kimse gibi giremeyecekler evlerine. Yakın zamanda yaşanan Malatya-Yeşilyurt depreminde, az hasarlı veya orta hasarlı yapılar da yıkıldı. Pazarcık’ta benzer durumdaki binalar bir sarsıntıya dayanabilir mi, bunun yanıtını kimse bilmiyor.
Arama-kurtarma sürecinde Maraş’a koordinatör vali olarak Kırıkkale valisi atanmıştı. Kırıkkale’den Yahşihan belediye başkanı geldi dördüncü gece. Biz hâlâ enkazda çalışıyoruz. “Geçmiş olsun”un ardından “kader” dedi. “Kader mi?” dedim, “burası deprem bölgesi, biliyordunuz, bataklık olan yere yapı izni vermek cinayettir, kader diye geçiştirilemez. Bakın şu binalara, bunlara imar izni veren tüm belediye başkanları suçludur.”
Kaçak yapılar da çoktu. Kaçak yapıyorlar, sonra imar affı çıkıyor. İmar aflarına imza atanlar da suçlu. Benim çocukluğumda Narlı bataklıktı, oraya yapılan binalar yıkıldı hep. Müteahhitler de açgözlü, onlarla işbirliği içindeki yerel yönetimler de açgözlü.
Pazarcık’ın temel geçim kaynağı tarım ve hayvancılık. Tarım Bakanlığı geldi mi köyünüze?
Bizim köye, Töreler’e gelmediler. Ama geçen gün uğradığım Söğütlü köyüne gitmişler. Köylüler gelenlere demiş ki, “biz günde bir öğünle idare ederiz, ama bu hayvanlara yem gerek”. Telef olan hayvanların yerine yenisi verilecek mi? Duyuyoruz, veterinerin gelip tespit etmediği, gömülürken başında olmadığı hayvanların yerine hayvan verilmeyecekmiş. Nasıl olacak? Köylüler hayvanlarını çoktan gömdüler, ortalıkta veteriner filan yoktu.
Bazen korkuyor insan, acaba akıl sağlığımı yitiriyor muyum diye. İstemsiz gülmeler, televizyon seyrederken öfkelenmeler… Acı eşiğimiz o kadar yükselmiş ki, sanki duyarsızlaşmışız gibi geliyor.
Hayvancılıkla geçinen herkes için çok zor bir durum. Hayvanları aç veya depremde telef oldular, evleri barkları hasarlı veya yerle bir. Biz fıstık yetiştiriciliği yapıyoruz, bu sene tüm girdi maliyetleri arttı, daha da artacak. Hepimiz simsarın, karaborsacının eline düşeceğiz.
Sizin köyünüz çok hasar gördü mü?
Bizim köy sert kayalık bir zeminin üzerinde, evler bir-iki katlı. Bu nedenle bizim ev yıkılmadı. Üç-dört ev zarar görmüş durumda.
6 Şubat’ta köyde miydiniz?
Evet. 5 Şubat gecesi ben, babam ve dayım evdeydik, annem hastaneye, Antep’e gitmişti. Gece 2 gibi uyumuştum. İki saat sonra, baktım sarsılıyorum, sonra öyle bir ses geldi ki, sanki yerin dibinde kıtalar birbirinden ayrılıyor –daha önce böyle ses hiç duymadım. Babam “deprem oluyor” diye bağırdı ve aşağıya, salona indi –iki katlı köydeki evimiz. Dayım oksijene bağlı, onu çıkarmaya çalıştım, “hareket edemiyorum” dedi. Ben de onun yanında kanepede oturup bekledim, “ya burada beraberce öleceğiz ya da beraberce çıkacağız” dedim. Onu bırakamazdım. Gözlerimi sıkı sıkı yumdum, bitmesini bekledim sarsıntının.
Sonradan okuduğuma göre, üç farklı şok olmuş ve 80 saniye kadar sürmüş. O 80 saniye dakikalar, saatler sürdü sanki. Sarsıntı bitti, bu arada elektrikler gitti. Bizim ev köyün yamacında olduğu için pencereden bağırışları duyuyorum. Kısa bir süre sonra bir sarsıntı daha oldu. İstanbul’da kimi sarsıntılar yaşamıştım, bu onların hiçbirine benzemiyordu, hem çok sallandı hem de uzun sürdü. O ses hâlâ kulaklarımda. Kayaların birbirine çarpışması, kırılması gibi bir ses, desibeli de yüksekti.
Dayım “ambulans çağırabilir misin” dedi. Oksijene bağlı ya, elektrikler gidince fenalaştı. 112’yi aradım, 186’yı aradım, hiçbiri düşmüyor. Dayımı hastaneye götürmeye karar verdim, bir arkadaşımı aradım, “yollar patlamıştır, nasıl gideriz?” dedi. Kar yağıyor, dışarısı çok soğuk. Dayımı sırtladım, yürümeye başladım, 150-200 metre yürüdüm, aradığım arkadaşıma ulaştım, arabasına bindik, yola çıktık.
Pazarcık’a girdiğimizde yollar, kaldırımlar patlamış, evler yıkılmış, çığlıklar, felâket… Devlet hastanesi yeni yapılmıştı, geçen yıl açılışını yaptılar. Acil Servis tarafında tavanlar patlamış, hastalar dışarıda, bir hastaya yerde kalp masajı yapılıyor, yaralılar var. İçerdeyken yeniden sallandık, ne yapacağımı bilemedim. Baktım Acil’de bize bakacak bir durumları yok, yoğun bakımda yatanları aşağı indirmişler, çok yaşlı hastalar var, çıktık. Arabaya bindim, dayıma durumu anlattım. Çok geniş bir alanda, başka illerde de deprem olmuş, hiçbir hastane bizi kabul etmez, durum böyle böyle dedim. Dayımı eve götürdüm. Artık ne olacaksa olacak, öleceksem hiç değilse evimde ölürüm ruh hali de vardı.
Gün ışıyıncaya kadar bekledim. İstanbul’daki ev arkadaşım Ahmet Pazarcık’ta yaşıyordu, onu, annesini, babasını, herkesi arıyorum, ulaşamıyorum. İletişim altyapısı saat 6-7’ye kadar çekti, sonra ulaşılamaz oldu.
Ahmet ve ailesinin göçük altında kaldığını düşünerek Ahmet’in abisini aradım, “ulaştım, annem ve babam iyi” deyince rahatladım. Ama duramadım, saat 6 gibi, Ahmet’in evine gittim. Gördüğüm şey çok acıydı, çok. Gördüğüm yıkıntının karşısında dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimle dizlerimi dövdüm, dövdüm, dövdüm. Alt katta bir dükkân vardı, beş-altı katlı Lale Apartmanı yirmi yıllık binaydı. Dükkân kaybolmuş, zemin kot seviyesinin altına düşmüştü. İkinci katın tavanı ve tabanı birleşmişti. Katlar yolun bir buçuk, iki metre altına inmişti.
Ahmetlerin dairesinden Berfin’i, kızkardeşini çıkardık. Kendimiz ne bulduysak, kürek, balyoz, enkazlarda çalıştık. Ne hilti var, ne beton kesme makinesi, ne jeneratör. Deli gibi jeneratör aradım. Üçüncü gün bir şeyler bulduk, çalışmalar hızlandı. Bir vinç bulduk, adama yalvardım resmen, “AFAD gelmeden giremem enkaza” dedi.
Saat 6 gibi, arkadaşım Ahmet’in evine gittim. Gördüğüm yıkıntının karşısında dizlerimin üzerine çöktüm. Ellerimle dizlerimi dövdüm, dövdüm, dövdüm. Beş-altı katlı apartmanın zemini kot seviyesinin altına düşmüştü. İkinci katın tavanı ve tabanı birleşmişti. Katlar yolun iki metre altına inmişti.
Çaresizlik kelimesinin anlamını bilmiyormuşum daha önce. Gece enkazda çalışırken aklıma geldi, kanser hastası olan bir genç kadın [Dilek Özçelik] Çevre ve Şehircilik Bakanı Erdoğan Bayraktar’a kullanması gereken ilaçla ilgili sorunlarını iletmek istemiş, bakan ise onun eline para tutuşturmuştu. O da çaresizliğinin anlaşılmadığını söylemişti. Ben ancak şimdi anlıyorum çaresizlikten neyi kastettiğini. Malzeme yok, yardım yok, herkes kendi çabasıyla can kurtarmaya ve hayatta kalmaya çalışıyor. Müthiş bir çaresizlik.
Tanıdığı olmayan, kimi kimsesi olmayanlar iyice çaresizdi. Yaşlı bir adam vardı, gözümün önünden hiç gitmiyor: Elinde bir sopa, ateş yakmış, bir şiltenin üzerinde oturuyor, Kürtçe ağıt yakıyor, “eşim gitti, her şeyim gitti” diye.
Bu arada, Ahmet’in ailesi, arkadaşları, hepimiz enkazın başındayız. Bir ara baktım, kentte trafik tıkandı, cumhurbaşkanlığı forsunu gördüm. Sanırım 8 Şubat’tı, üçüncü gün yani. Korumalar, korumalar… Bu kadar insan gelebiliyordu madem, AFAD ekipleri niye gelemedi diye soruyor insan. Ahmetlerin enkazının orada aracın penceresinden el salladı. Sonra da karakola gitti yanındakilerle.
Pazarcık’ta arama-kurtarma başladı, ama bizim enkaza gelen giden yok. Ahmet’in abisi gidip konuştu, “bizim enkaza neden gelmiyorsunuz” diye sordu. “Yandaki bina tehlike oluşturuyor, giremeyiz o enkaza” demişler. Bir arama-kurtarma ekibi bunu nasıl der? Hele İsrail ekibinin çalışmasını gördükten sonra diyebilirim ki, AFAD çok deneyimsiz. İsrail ekibi gelip soruyor, apartmanın planını öğrenmeye çalışıyor, aralarında konuşup, bir plan yapıp enkaza öyle giriyorlar.
Ahmet’i dördüncü gün çıkarabildik, yaşamıyordu. 1995 doğumluydu, Bahçeşehir Üniversitesi’nde fizyoterapi okumuştu. Buradaki ilk fizyoterapi kliniğini açmıştı. Köylere tedaviye gidiyordu. Annesi ve babası da öldü. Dört gün dört gece bekledik AFAD’ı.
AFAD neden geç geldi?
Her şey tek adamın elinde toplanmış, emir gelmeden kimse bir yere kıpırdayamıyor. Neredeyse talimatla nefes alıp veriyorlar. Kimsenin, hiçbir makamın inisiyatifi yok. Dibimizdeki Malatya’da İkinci Ordu var. Teyakkuza geçip ilk saatlerde gelebilirlerdi. Gelmediler. İlk dört gün, arada bir köye gidip gelerek hep buradaydım. Yardım yok, arama-kurtarma yapılmıyor, telefonlar çekmiyor. Telefon ödemesi gecikince mesaj üzerine mesaj atmayı biliyorlar, hayatlarımızın en kritik zamanında hizmet veremiyorlar. Enkazlardan sesler geliyor, insanlar çaresiz. Su yok, yiyecek bir şey yok. İkinci gün Antep’ten insanlar yemek getirmeye başladı. Çok zor günlerdi, nasıl aklımızı yitirmedik, şaşıyorum.
Pazarcık kaymakamı geldi ve Kriz Koordinasyon Merkezi’ne kayyum atayacağını söyledi. Yani, on gündür insanlar enkaz altında can çekişirken ortada olmayanlar dayanışmayla kurulan koordinasyona el koymak için geldi. Kaymakam, jandarma komutanı, polis resmen baskın yaptı.
Pazarcık Kaymakamlığı, HDP ile emek ve meslek örgütlerinin koordinasyonunda kurulan Kriz Koordinasyon Merkezi’ne el koydu. Birkaç gün sonra da orası tümüyle boşaltıldı. O süreçte neler yaşandı?
Ahmet’i toprağa verdikten sonra, duydum ki Pazarcık merkeze üç-dört kilometre mesafede olan Hasankoca mahallesindeki Hasankoca Mahallesi Yardımlaşma ve Dayanışma Derneği’nde bir kriz koordinasyon merkezi kurulmuş. Gittim oraya, herkes bir ucundan tutmuş, yardımlar tasnif ediliyor. Battaniyeler, sobalar, giysiler, hatta hayvanlar için mama bile gelmiş. Talepleri olanlara adil bir biçimde yardımları ulaştırıyorduk.
Depremden on gün sonra bir tır geldi, elbirliğiyle zincir kurduk, indiriyoruz. Baktık, bir makam aracı geliyor, etrafta polis, asker filan. Dakikasında anladım tabii bunların yardım için gelmediğini. Zincir durdu.
Pazarcık Kaymakamı geldi ve Kriz Koordinasyon Merkezi’ne kayyum atayacağını söyledi. Yani, on gündür insanlar enkaz altında can çekişirken ortada olmayanlar dayanışmayla kurulan koordinasyona el koymak için geldi. Kaymakam, jandarma komutanı, polis resmen baskın yaptı. “Cumhurbaşkanlığı kararnamesi var” diyerek el koydular. “AFAD’dan beş kişilik bir ekibi yönetime getirdik, siz isterseniz çalışabilirsiniz” dediler bize. “Burası bir inisiyatif, buraya kayyum atayamazsınız, tüzel kişilik değil ki, nasıl yapacaksınız? Siz buradaki düzeni bilmiyorsunuz, burayı çeviremezsiniz” dedik. Baktık dinletemiyoruz, “biz de sizinle, sizin yönetiminizde çalışmıyoruz” dedik.
Amaç buradaki yardımları istedikleri gibi dağıtmak tabii. O gün öyle üzüldüm ki. Yaşlı başlı insanlar el ele tutuşup geliyor, ihtiyaçlarını alıp gidiyorlardı. Ayrıca, buradan yardımların ulaşmadığı köylere gidiliyor, gıda yardımı yapılıyordu. Ben gıda bölümüne geçmiştim. Türkçe bilmeyenlere çeviri yapıyordum. El konunca kapandı orası. Sonra içindeki her şeyi boşalttıklarını duyduk.
Alevi Kürt köylerine, yerleşim merkezlerine gelmediniz, bari gelen yardımların ulaşmasına izin verin! Bakın burada nerede yol yoksa veya bozuksa, orası bilin ki Alevi köyüdür. Burada, Adıyaman’da, Antakya’da yaşananlar unutulmaz.
Kendi memleketimizde, kendi yağımızla kavrulan insanlardık, 6 Şubat saat 4:17’ye kadar. Bir yaşantımız, eşimiz dostumuz, evimiz barkımız vardı. Hayallerimiz, umutlarımız vardı.
Şimdi neler hissediyorsunuz?
Baş dönmesi ve mide bulantısı var bizlerde. Aslına bakarsanız, depremden beri birçok insanda mide bulantısı ve baş dönmesi sürüyor. Gece kafamı yastığı koyunca, deprem gecesi duyduğum o sesleri duyar gibi oluyorum. Gündüzleri pek hissetmiyorum, ama geceler bir garip. Gece ve gündüz çok farklı artık, geceler dünya yüzünde kimse kalmamış gibi, boşluktaymışsın gibi oluyor. Gündüz, güneş ve insanlar falan, zaman geçiyor. Ahmet’in abisi Hasan’la konuşuyoruz, o da aynı şeyleri hissediyormuş. Ahmet’in çalıştığı klinik duruyor, duvarlar filan patlamış, eşyaları çıkardık, neye yarar? Ahmet yok. Beraber arazi kiralayıp badem yetiştirecektik. Onunla İstanbul’da aynı evde yaşadık. Ne güzel günlermiş.
Deprem olup bitmiyor, sürüyor. Hiçbir şey eskisi gibi olmuyor. Dayıma depremin ilk günlerinde hastanede müdahale edilemeyince durumu günden güne kötüleşti. Sonra bir süre hastanede kaldı, çıktı, şimdi yine evde. Durumu ağır, nasıl iyileşir, bilmiyorum. Artık bir olayı anlatırken “depremden önce / sonra” diye tarihlendirerek anlatıyoruz.
Bundan sonra ne yapacaksınız?
İstanbul’da gazetecilik okudum. Üniversite bitince kısa süreli işler yaptım ve memlekete geri döndüm. Köyde Antep fıstığı yetiştiriciliği yapıyoruz. Maraş yöresindeki Kürtçe hikâyeleri kayıt altına almak istiyordum. Şimdilik ne yapacağımı bilmiyorum gerçekten. Yurtdışına gidersem yurtdışında, burada kalırsam burada, mutlaka arama-kurtarma eğitimi almak istiyorum. Eğitimim olsaydı Ahmet’i kurtarabilirdim, kendimi o kadar çaresiz hissetmezdim.