TARİHİ EŞİK –2021-22 | VII: UMUT-SEN İLE EMEK MÜCADELESİ

Söyleşi: Anıl Olcan, Bekir Avcı
3 Ocak 2022
SATIRBAŞLARI

Emekçiler açısından 2021’de manzara nasıldı?

Başaran Aksu: 2020 ve 2021’i pandeminin ekonomik krizi derinleştirdiği bütünleşik bir zaman olarak görmek gerekir. İşçiler ve emekçiler açısından, 2021 işten çıkarmalarla, sendikal baskılarla, ücretsiz izinle, kısa çalışma ödeneğiyle, ücretlerin düşürülmesiyle geçti. Kod-29’la –daha sonra 45, 46 ve 49 gibi çeşitli kodlara parçalanarak– işten çıkarmaların önü açıldı.Bu hak kayıpları, DİSK dahil, büyük işçi konfederasyonlarının desteğiyle gerçekleşti. İşçi konfederasyonları üzerinden egemenlerin talepleri dillendirildi. “Bütün dünyada kriz var, pandemi bu krizi büyütüyor, çökersek hepimiz çökeriz” denerek “herkesin fedakârlık yapması lâzım” yalanı üretildi. Habuki, SGK kayıtlarına bakıldığında, yüz binlerce işçinin işten atıldığı görülüyor.

Başaran Aksu

Pandemi mevcut ekonomik krizde patlak verdiği için işçilerin haklarını budayan, ücretleri aşağı çeken bir politika uygulandı. Pandeminin faturası emekçilere çıkarıldı. Bu sancılı döneme asgari ücret tartışmaları eşlik etti. İşçiler mobbinge karşı “haysiyet direnişleri” diyebileceğimiz eylemler geliştirdi. Sendikalaştıkları için işten atılan işçilerin bazen uzun, bazen kısa süren direnişlerine tanık olduk.

Türkiye’de sendikal örgütlenme ve grev yapmak fiilen mümkün değil. Bel Karper direnişi örneğindeki gibi, işçi grev yapınca vali ve kaymakam işverenle beraber grev yasasını çiğneyebiliyor. İşçiler grev kararı aldığında devlet paramiliter bir yapı gibi davranıyor. Bunlar 1990’larda bile olmazdı. Kolluk işçiye sopa kaldıramaz, hükümet temsilcileri işçiler aleyhinde konuşmalar yapamazdı. Artık devlet açıkça işverenden yana tavır alıyor. Eskiden, göstermelik de olsa, işçi ve işveren arasında tarafsız bir mekanizmaymış gibi davranırdı, ama bu yaklaşım terk edildi. Devlet grev yapan işçiyi milli güvenlik sorunu olarak görüyor. Kapitalist işletmeyi ayakta tutarak devleti ayakta tuttuğunu sanıyor.

Yıl sonu itibarıyla emek mücadelesinin başlıca gündemi asgari ücret artışıydı. Ekonomik kriz iyice derinleşirken asgari ücret tartışmaları nasıl yürüdü?

Aksu: DİSK geçen yıl asgari ücret açıklandığında “asgari ücret açıklandı, ama bir yıl sokakta olacağız” demişti, fakat asgari ücretle ilgili tek bir eylem yapmadı. Asgari ücretle ilgili beklentinin toplumun tüm kesimlerinde tavan yaptığı bir dönemde, “gelirde ve vergide adalet istiyoruz” diye bir yaklaşım ortaya koydular. Bunu zaten düzen partileri de, sarı sendikalar da söylüyor. İşsizliğin yükseltilip ücretlerin basınç altına alındığı, fiili ücret gasplarının önünün açıldığı, iş cinayetlerinde azalmanın olmadığı, göçmen emeğinin yasadışı yollarla gasp edildiği bir ortamda bir sendikal merkezin öfkesinin yüksek olması lâzım. En azından “vergiyi zenginlerden alın, artık yeter” demesi gerekir. Ama DİSK, işçilerin aşağıdan gelişecek öfkesini hapseden bir yaklaşım üretiyor. Toplumda asgari ücret artışı beklentisi yükselince sermaye çevrelerinden “aynı gemideyiz, hep birlikte batarız” söylemini duyuyoruz. Önümüzdeki günlerde sermayenin kendi korkusunu topluma pompaladığını göreceğiz.

Sendikal örgütlenme ve grev yapmak fiilen mümkün değil. İşçi grev yapınca vali işverenle beraber grev yasasını çiğneyebiliyor. İşçiler grev kararı aldığında devlet paramiliter bir yapı gibi davranıyor. Eskiden, göstermelik de olsa, devlet işçi ve işveren arasında tarafsız bir mekanizma gibi davranırdı, bu terk edildi. Devlet grev yapan işçiyi milli güvenlik sorunu olarak görüyor.

Asgari ücret 16 Aralık’ta 4.250 TL olarak açıklandı. “Zam” olarak parlatılan bu rakamı, açıklamanın normal takvimden erken yapılmasını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Aksu: Yaz aylarından sonra asgari ücret tartışılmaya başlandı. İnsanlar yoksulluğu hissetmeye başlayınca hem sermaye grupları, hem AKP, hem de muhalefet çevreleri ürktü. Asgari ücret görüşmelerinin bir an önce sonuçlanması konusunda TİSK ve AKP çevrelerinden sesler yükseldi ve adeta bir kutsal ittifak oluştu. Üç işçi konfederasyonu ortak toplantılar yaptılar ve asgari ücretin erken açıklanması hususunda bir mutabakat oluştu. Buna herhangi bir çevreden –DİSK ve sosyalist partiler dahil–itiraz da yükselmedi. Olası toplumsal isyan ve bunun yol açacağı kaosun önüne geçebilmek için asgari ücret erken açıklandı, “önleyici tedbir” olarak gündeme getirildi.

Betül Celep

Aslında asgari ücret düşürüldü. Çünkü, geçtiğimiz yılbaşında 384 dolar olan asgari ücret, 16 Aralık itibarıyla, 274 dolar oldu. Dolayısıyla 110 dolar civarında bir düşüş var. Neredeyse Çin’in altında bir konuma, dünya iş gücü piyasasının altında bir yere yerleşmiş olduk. En yakınımızdaki Gürcistan, Bulgaristan, Yunanistan gibi ülkelerin para birimlerinin kat kat altına düşen TL ve ucuz iş gücü potansiyelimiz var. Göçmen işçilerin kayıt dışı yoğun vahşi sömürüsünü de düşününce, bu uluslararası sermaye ve yerli tekeller açısından bir vahşi köle pazarı demek.

Ekonomideki hakikat ile açıklanan ücreti yan yana getirdiğinizde, yeni asgari ücretin işçi ve emekçilere yansıması nasıl olur? Neler öngörüyorsunuz?

Aksu: Ücret mücadelesi kızışacak. Sert mücadeleler olacak, bunun görüntüleri kamuya yansıyacaktır. Anadolu’daki küçük semtlerde ve İstanbul’un kenar semtlerinde tuhafiye, bakkal, giyim mağazası ya da kuaför gibi, daha çok üç-beş kişinin çalıştığı işletmelerde fiili bir asgari ücret uygulaması söz konusu. Buralarda 4.250 TL olan asgari ücret 2.500-3.000 TL olarak uygulanacak. İşten atmaların yaygınlaşacağını da öngörmek mümkün.

Özellikle ocak, şubat ve mart aylarında faturalarında mevcut enflasyonun gerçek sonuçları görünür olduğunda işçi, emekçi ve emekli kesimlerde sert öfkeler dışa vuracak, işten atmaların yol açacağı isyanlar ortaya çıkacaktır. AKP 110 dolarlık düşüşü TL bazında “yüzde 50’lik artış” deyip “en büyük zammı biz yaptık” manipülasyonuyla emekçilere satmaya çalışıyor, ama aşağıda yeniden rıza üretici imkân artık yok. Çünkü AKP çevresindekilere bir şey verebilecek imkâna sahip değil, artık dar bir grubun çıkarlarını temsil ediyor. Bu yüzden “asgari ücret artışı” propagandasını uzun süre devam ettiremez. Bu propaganda belki AKP’ye birkaç ay zaman kazandıracaktır, ama ardından çıkacak en ufak bir olay –bir zabıtanın tezgâh dağıtması veya bir işçinin yoksulluk intiharı–Anadolu’yu baştan başa kat edecek bir isyanın başlangıç çağrısı olabilir. Yani bir toplumsal isyanın her tür koşulunun ortaya çıktığını, bir kıvılcımın büyük toplumsal olaylara neden olacağını, bunun da özellikle şubat-mart döneminde belirebileceğini öngörebiliriz.

1 Temmuz’da işten çıkarma yasağının kalkmasıyla toplu işten atmalar yaşandı. Kıdem ihbarları biriken işçileri böylece temizlediler. Temmuz 2021’de 506 bin kişi işsiz kaldı.

1 Temmuz’da “işçi çıkarma yasağı” resmen kaldırıldıktan sonra işten atma furyası yaşandı. 1 Temmuz nasıl bir eşikti?

Betül Celep: 1 Temmuz’da işten çıkarma yasağının kalkmasıyla toplu işten atmaların yaşanacağını söylemiştik, öyle de oldu. Maalesef sendikalar ve sol siyaset bunun farkında değildi. 1 Temmuz’da Umut-Sen’in telefonu hiç susmadı. Farklı iş kollarından binlerce işçi bize ulaştı. Biz uyarılarımızı yaptık, ama bu uyarıları büyük sendikaların yapması gerekirdi. Yapmadılar. O süreçte işverenler işçilere “ücretsiz iznin devam ediyor, işe gelme” diyordu, ama işçilerin iş çıkışı yapılmıyordu. İşçi iki gün arka arkaya işe gelmediğinde işverenin işçiyi tazminatsız atma hakkı var. Bu yolla işçileri kandırıp tazminatlarına çöktüler. Kıdem ihbarları biriken işçileri böylece temizlediler. DİSK-AR’ın hazırladığı rapora göre, Temmuz 2021’de 506 bin kişi işsiz kaldı.

İşten çıkarmalara karşı bir mücadele görülmemesinin nedeni neydi?

Celep: Çünkü“müjde, işten atmak yasaklandı” diyen bir DİSK var. 1 Temmuz’daki işten çıkarmalara seslerini yükseltmediler. 1 Temmuz’da Umut-Sen olarak işçiler için bir yardım hattı kurduğumuzda uyandılar. Bu uyanış da rekabetçi bir yerden oldu. Biz 1 Temmuz’a uzun süredir hazırlanıyorduk. Pek çok işçiye avukat bulduk. Ama yetmez. Çünkü dalga çok büyüktü. Sendikal konfederasyonlar propaganda güçlerini bile kullanmadılar. İşten çıkarmalar normal bir şey gibi karşılandı. O dalgada olan işçilere oldu.

Uzun süre “kısa çalışma ödeneği”ne mecbur kalmanın işçiler için ne gibi sonuçları oldu?

Celep: 1300 lirayla geçinmek mümkün değil. İşçiler mecburen farklı işlere yöneldi. Sigortalı bir işte çalışmaları da yasak olunca güvencesiz, günübirlik işlerde çalışmak zorunda kaldılar. Hatta bazı işçiler “keşke işten çıkarılsam” bile dedi. Çünkü yılmışlardı. Çalışma şartlarından yılmış işçiler yeni işlere bakmaya başladı. İş değiştirdiklerinde şartlarının iyileşeceğini düşünenler oldu. Ama üniversite öğrencileriyle rekabet etmek durumunda kaldılar. Çünkü üniversite öğrencileri günübirlik işler arıyordu ve işverenler öğrencileri kullandı.

İşçiler atacakları adıma iş ilanlarına bakarak karar verir. Adkoturk işçileri ağustos sonunda greve çıkmadan evvel işsiz kalıp kalmayacaklarını tartarak greve katıldı. İşçi başka bir işe girebileceğini görünce risk alabilir. Grev alanında Adkoturk işçilerinin hesap defterlerini görmüştüm, 3 liralık, 10 liralık harcamaları yazmışlardı. 

Defter tutmak işçiler arasında çok yaygın. İşçi aldığı bir bisküvinin bile kaydını tutuyor. Maaş yetmiyor, kredi batağına düşüyor. Bankadan kredi alma şansını kaybeden işçi tefecilerle çalışmaya başlıyor. Enerji ve sanayi havzalarında tefecilik çok yaygınlaştı.

Aksu: Defter tutmak işçiler arasında çok yaygın. İşçi aldığı bir bisküvinin bile kaydını tutuyor. Aldığı maaş kiraya, faturalara, mutfak masraflarına yetmiyor. Kredi batağına düşüyor. İşçi ücretlerine yönelik fiili gasplar borçlandırılmış işçi profilinin yaygınlaşmasına neden oluyor. Bankadan kredi alma şansını kaybeden işçi tefecilerle çalışmaya başlıyor. Enerji ve sanayi havzalarında tefecilik çok yaygınlaştı. Tefeciler mahalledeki esnaf veya mafyatik ilişkiler içindeki insanlar da olabiliyor. Verilen paranın tahsil edilebilmesi için caydırıcılığın olması lâzım. Bu durum işçilerin mafyanın ağına düşmesiyle sonuçlanıyor. İşçilerin cemaatlerin, paramiliter ve mafyöz grupların kurduğu ilişkileri parçalayabilmesi pek mümkün değil. Çünkü devlet hem kamuda hem de tedarik zincirlerinde işçilerin ve emekçi halkın karşısında konumlanıyor.

Celep: CarrefourSA deposunda işveren tefecilik yapıyor. Bir işçinin 30 bin lira olan borcuna karşı “senin maaşından bin lira keseceğim” diyerek işçiyi oraya üç yıl bağlıyor.

Mafyatik ilişkiler ağından söz ettiniz. Devlet-sermaye-mafya üçgeni 2021’de Sedat Peker’in itiraf ve ifşaatlarıyla daha da görünür oldu. Bu üçgenin emek hareketi üzerinde nasıl bir etkisi var?

Aksu: Mafya olgusu Türkiye’de neoliberal küresel iş bölümünün bir unsuru olarak işlevlendirildi. Bu olgu rıza üretme unsuru olarak da çalışıyor. Sermaye adına mıntıka temizliği yapıyorlar. Daha çok taşeron şirketlerde, güvenlik ve temizlik sektöründe konumlandırıldılar. İşçilerin uyuşturulması için de eğlence sektöründe görevlendirildiler. Tefecilik faaliyetleri, silah ve uyuşturucu ticareti yapıyorlar. Bütün bu trafiği yürüten işçi ağları organize edildi ve bölge bölge taksim edildi.

İşveren-sendika işbirliğiyle işten çıkarılan işçilerden CarrefourSA depo işçisi Murat Polat depo önünde ailesiyle birlikte eylem yapıyor

TÜSİAD’ın reform açıklaması ve MÜSİAD’ın hükümeti destekleyen tavrıyla beraber “sermayenin iç savaşı” tartışması başladı. Siz bu tartışmaya nasıl bakıyorsunuz?

Aksu: Marx’ın anlattığı üç çelişki biçimi var: Sermaye-sermaye, emek-sermaye ve emek-emek çelişkisi. Bunların belli katmaları var. Dönemsel çıkar farklılıkları ve çatışmalar olabilir. Bazen iç savaşlar da olabilir. İç savaşta bazı burjuva çevrelerinin –burjuvayla sermaye aynı şey değil– gerilimlerinin çatışmaya döndüğü dönemler de olabilir.

MÜSİAD-TOBB-TÜSİAD cephesi Kemal Kılıçdaroğlu’nun “Türkiye’yi lojistik merkez yapacağız” açıklamalarında birleşiyor. Egemenler bu perspektifte hemfikir. Sermaye açısından bu hedeflerde ayrışma yok. Kılıçdaroğlu işçi sınıfından söz etmez, yoksulluktan söz eder. İşverenlere yönelik tek cümlesi yoktur. Sanki sadece “beşli çete” var ve bütün bu olup bitenin sorumlusu da onlarmış gibi davranılıyor. Oysa bu şirketlerin iktidardan muhalefete herkesle bağı var.

Türkiye sermayedarları ABD’nin Çin’i çevreleme hamlelerinden sonra yeni doğacak tedarik üretim zincirlerinin bir kısmını karşılama amacında. Göçmenlerin Avrupa’ya çıkışını engelleyen çitler bu perspektife uygun. Çünkü yeni dönemde Türkiye’nin ucuz emek gücüne ihtiyacı olacak. Asgari ücret 2021 başında 380 dolar civarındayken, şimdilerde 200 dolar seviyesinde. İşçilerin emekliliği de ucuz. Dünya açısından cazip bir merkez burası. Türkiye’nin bir yandan “yeşil kapitalizme” yüzünü dönmesi de bu politikayla bağlantılı.

TÜSİAD’ın reform açıklamasıyla TOBB’un açıklamaları aynı. Biri KOBİ’leri, diğeri en birikimli sermaye kesimlerini temsil ediyor. Bunların karşısında MÜSİAD’ın AKP’nin tavrını desteklemesini “iç savaş” olarak tanımlamak, gerçekten bir savaş olduğu zaman onu tanımlamakta güçlük çıkarır. Tıpkı faşizm tartışmalarında olduğu gibi, her meseleyi “faşizm” diye nitelediğimizde faşizmin anlamı bulanıklaşıyor. Tüm sermaye çevrelerinin küresel tedarik üretim zincirlerinin merkezi olma arzusu var. Asıl hedef bu. Devlet yapısı, yasalar, sendikalar ve siyasi vicdan yeniden organize ediliyor.

Bu düzeyde yoksullaştırmaya, mülksüzleştirme yoluyla birikime, hak gaspı faaliyetine karşı işçi- emekçi sınıfının reaksiyonu olacak korkusu var sermayenin. Bir patlama riski olduğunun farkındalar, siyasal iklimi yeniden düzenlemek istiyorlar. Yeni bir meşruiyet arayışı içindeler.

Tabii bu düzeyde yoksullaştırmaya, mülksüzleştirme yoluyla birikime, hak gaspı faaliyetine karşı işçi- emekçi sınıfının reaksiyonu olacak diye bir korkusu da var sermayenin. TÜSİAD bunu görüyor, akılcı davranıyor. Bir patlama riski olduğunun farkındalar, siyasal iklimi yeniden düzenlemek istiyorlar. Yeni bir meşruiyet arayışı içindeler. TÜSİAD bu halüsinasyonu sürdürebilmek için at değiştirme peşinde. Yeni dönemin aktörü ve oyun kurucusu olmak istiyor. Aşağıdan gelişecek tepkinin, bu patlayıcılığın düzeyinin kendilerini de tepetaklak edebileceği konusunda sınıfsal bir korku var. Yoksullarla zenginler arasındaki makas giderek açılıyor. Küresel eğilim de bu yönde. Dolayısıyla, “normallik dönemi”ne geçiş yapıp rıza devşirebilecekleri bir siyasal alternatif arkasında hizalanmak onlar açısından mantıklı. Şimdi Millet İttifakı üzerinden konum alıyorlar.

“Sermaye arasında savaş var” gibi argümanlar gerçeklikte olanları karşılayan bir şey değil. Sermaye birbirine eklemlenmiş, iş bölümü küresel düzeyde yapılıyor ve hiyerarşik olarak aşağıya doğru dağıtılıyor. Dolayısıyla, bu iki çıkar odağı birbirine bağlı. Gerilim yaşayabilirler, ama birbirlerine muhtaçlar.

TÜSİAD’ın ekim sonunda açıkladığı “Geleceği İnşa Etmek” başlıklı raporunda, aydınlanma, barış, laiklik, demokrasi gibi ifadeler bolca geçiyor. Kimi sol çevrelerde sermaye temsilcilerinin bu tarz açıklamaları alkışla karşılanır. TÜSİAD raporunu hazırlayanlar arasında sosyalist kesimden akademisyenler de var. TÜSİAD’ın raporu yeni rıza üretme sürecinde, seçimle beraber restorasyon umudunda olan çevreleri arkasına yedekleme hamlesiydi. Bu durum uzun vadede işçi sınıfının bağımsız siyasal akıbetini bulanıklaştırıyor.

Söz konusu sol çevreler aşamacı bir anlayışla mı restorasyonu benimsiyor?

Aksu: Olabilir. Aşamacı teorileri benimseyen sosyalistler sermayenin belli kesimlerinin Türkiye’nin demokratikleştirilmesine katkı vereceği kanaatindedir. O nedenle restorasyon istiyorlar. Ama sistemin altında kalmak demek bu. Biz mücadele programı öneriyoruz. İşçi, emekçi kesimlerle diyalog içinde, ilişki içinde olmayan bir ekonomik ve siyasi programı dillendirmenin faydası ne? Böyle programlar var zaten. Bu programların propagandası işçi sınıfı lehine bir sonuç üretmedi. Çünkü bir mücadele programı değil, üstten bir program. Sanki bütün sınıfsal katmanları belirleyebilen bir güce ve donanıma sahipmişiz, toplumsal ilişkileri dönüştürüp yönlendirebiliyormuşuz, dediklerimiz de çok önemli bir müdahaleymiş gibi bir algıyı her gün tekrar eden bir strateji çökmeye mahkûmdur. Hep çuvallandı, yine çuvallanacağını söylüyoruz. Seçimlerle beraber bunu bir kez daha göreceğiz.


Kendisini sınıf mücadelesi odağı olarak tanımlayan, Bağımsız Maden-İş, PTT-Sen, PTT Kargo-Sen DGD-Sen’in kuruluşuna ve Göçmen Sendikası Girişimi’ne önayak olan Umut-Sen’in 28 Kasım’daki “Gücünü Kat, Hareketi Yarat” konferansı geniş katılım sağladı

TÜSİAD için “bir patlama riski olduğunun farkındalar” dediniz. Biriken öfkeyi yönlendirebilecek bir siyasi odak var mı?

Aksu: Yok, ama böyle odaklar şekillenebilir. Podemos’a ve Syriza’ya bakalım. Bunlar düzen içi partiler, ama birden ortaya çıktılar. Türkiye hem küresel kapitalizm içindeki konumu hem de iç dinamikleri açısından özel bir konumda. Giderek daha fazla yoksullaşan bir toplum gerçeğiyle karşı karşıyayız. Türkiye bunu önceki yıllarda deneyimlemiş bir ülke değil. Çünkü ağırlıklı olarak geçimini tarımdan sağlayan bir toplumdu. Şimdi neredeyse her meslek küresel kapitalist iş bölümünün parçası. Bu kadar geniş bir kesimin uzun süre sömürü-yoksulluk-mülksüzlük-geleceksizlik cenderesinde tutulması mümkün değil. Çünkü bu cendere için sistemin devamlı rıza üretebilmesi gerekiyor. Yoksul proleterler arasında öfke birikiyor. Sağ bu rızayı din, milliyet, siyaset, konut, borç, kredi gibi yollarla başarılı bir şekilde üretiyor. Ama yeni işçi sınıfı bu mekanizmaları da sorguluyor. Yoksullukta nöbetleşme ortadan kalkmış durumda. Proleterin emek gücünü satmaktan başka çaresi yok. Eğitimli kesimlerin, üniversitelilerin de mavi yakalıların çalıştığı işlerde çalışmaya mecbur kaldığı zamanlardayız. Bu, işçi sınıfının farklı katmanlarına önderlik edebilecek figürlerin çıkabileceği anlamına geliyor. Devletin doğrudan sermayenin mıntıka temizleyicisine dönüşmüş olması, bunun emekçi, işçi ve işsizler tarafından yeni bir durum olarak deneyimlenmesi üzerine düşünmek gerekir.

Bu kadar geniş bir kesimin uzun süre sömürü-yoksulluk-mülksüzlük-geleceksizlik cenderesinde tutulması mümkün değil. Çünkü bu cendere için sistemin devamlı rıza üretebilmesi gerekiyor. Sağ bu rızayı din, milliyet, siyaset, konut, borç, kredi gibi yollarla başarılı bir şekilde üretiyor. Ama yeni işçi sınıfı bu mekanizmaları da sorguluyor.

Restorasyon arayışındaki siyasal kuvvetlere uygun bir konjonktür var. Restorasyon dönemine girilirse rıza, kabul düzeylerinin de hızlıca parçalanacağını göreceğiz. Türkiye egemenlerinin yüksek iş gücünü ucuz tutma dışında dünyaya pazarlayabileceği bir şey yok. Egemenlerin altını çizdiği gibi merkez olacaksak, bu merkezin Bangladeş, Pakistan seviyesinde bir ucuz iş gücünün olması lâzım.

Emek hareketinin bu cendereye karşı koyamayıp sönümlenmesi tehlikesi de olası, değil mi?

Aksu: Tabii. Aşağıdan gelen karşı devrimci potansiyeller de var. Bu yüzden alt sınıfların ciddi bir programa sahip olması lâzım. Daniel Guerin Kahverengi Veba adlı kitabında Alman Sosyal Demokrat Parti’nin hâkim olduğu bürokratik sarı sendikaları anlatır, yozlaşmayı gözler önüne serer. Faşist partinin işçilere bu yozlaşmayı propaganda ettiğini söyler. Alman faşizmi tartışılırken “nasıl oldu da işçi sınıfı bunlara ikna oldu” kısmı es geçiliyor. Çünkü kendi suçlarımız konusunda ketumuz. Özeleştiri özürlüsüyüz. Özeleştiri yaparken de hatalarımızı mümkün mertebe atlayarak konuşmak bizde gelenek. Türkiye’de sendika, sağcı da olsa, işçi nezdinde solla ilgili bir şey olarak algılanıyor. Dolayısıyla, sarı sendikaların çürümüşlüğünü vurgulayarak manipülasyon yapabilecek figürler hızlıca çıkabilir. Mesela, bu ara Fatih Erbakan’ı takip ediyorum, Türkiye’nin dört bir tarafında teşkilatlanan partisi işçi eylemlerine de gidiyor. Bimeks’teki direnişçi işçilerden birkaçı o partide ilçe yöneticisiydi.

Erken seçim olasılığını da hesaba katarak, 2022’de emek mücadelesini nasıl bir tablo bekliyor?

Aksu: Önümüzde asgari ücret ve özellikle işçi hareketleri bağlamında metal işçilerinin toplu sözleşme süreçleri var. Oradaki tartışmalar ve dile gelecek talepler sonraki süreç üzerinde etki yaratacak. Bu yıl beklenti çok yüksek. Kiralar ikiye katlandı, enflasyon yüzde 50’yi aştı, alım gücü yere çakıldı. Bu tablonun önümüzdeki döneme yansımaları olacaktır. Tatmin edici, ikna edici bir ücret düzeyi karşılanmazsa 2022’nin ilk çeyreğinde kesintiler tekrar başlayacağı için tepkiler artabilir.

Bu seneki asgari ücret tartışması toplumun tüm emekçi kesimlerinde gerilimi yükseltecek bir özellik arz ediyor. İşçi sınıfı kendi kartlarını gelecek olan iktidarın önüne de açacaktır. Dönemsel olarak işçi hareketi bir yükselme trendine girebilir, taleplerini daha net olarak ortaya koyabilir. Seçim dönemine yaklaştıkça böyle hareketler göreceğimizi düşünüyorum. Çeşitli coğrafya ve sektörlerde bu talepler manzumesinin işçiler tarafından ortaya serileceğini tahmin ediyorum. Emeklilikte Yaşa Takılanlar (EYT) bunlardan biri. Kamuda, kamu şirketlerine geçirilmemiş taşeron işçilerin talepleri de bir diğeri. Aynı zamanda sendikalaşma ve düzen sorgulama eğilimlerinin işçiler arasında giderek artacağını düşünüyorum. Burada Umut-Sen gibi odakların gelişebilecekleri alanlar bulabilecekleri düşüncesindeyim.

Çatışmalı, gerginliğin ve devletin fiili şiddetinin yükseleceği durumlar olabilir. İktidar örnek korku vakaları yaratıp genele mesaj verecek girişimlerde bulunabilir, tıpkı atık kâğıt işçileri, inşaat işçileri, havaalanı işçileri örneklerinde olduğu gibi. Bu çatışma potansiyeli ve seçim döneminin sunduğu vaatkâr ortam içinde işçilerin yaşamsal zorluklarını dile getirmek anlamında, kendiliğinden itirazların ve eylemlerin görüleceği bir moment içindeyiz diye düşünüyorum. Bunun mümkün mertebe organize olabilmesi gerekiyor. Bu da bu süreçte sendikaların daha fazla sorgulanacakları anlamına geliyor.

Celep: Bunlara ek olarak, “sermaye iç savaşı” konusunda dengelerin biraz daha karışacağı ve her iki taraftan da işçilerin taleplerinin daha sesli çıkacağı bir dönem olacaktır. Bu kendiliğinden olacaktır, ama bunları dönüştürecek ya da bu dalgayla baş edebilecek bir düzlem henüz yok. Özellikle sarı sendika hakikatiyle kavgada şimdiye kadarki birikimlerimizin, sınıf siyaseti ekseninde yapılan işlerin karşılığını görebileceğimiz bir dönem olacak. Siyasetin işçiyi görmezden gelmesinin artık mümkün olmayacağı bir süreçteyiz. Çünkü işçiler kendi hakikatleriyle siyaset arasındaki bağı kuracaktır.

1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22

^