Özgürlük mücadelesi part-time bir iş değil, hobi hiç değil. İhtiyaç duyulan tek ödül, sizin gibi düşünen insanların sizi onurlandırması. Pirim ve üstadım Paul Robeson, ötekilere ulaşmamı öğütlemişti: Onların senin şarkılarını söylemesini sağla, o zaman senin kim olduğunu da merak edeceklerdir…
Demokrasi kırılgan bir varlık, ona ihtimam göstermezsek tuzla buz oluverir. Aramızdaki caniler gece gündüz iş başındalar. Bizim sabitimiz demokrasidir; düşmana taviz vermeyeceğiz, onunla pazarlık yapmayacağız ve kazanacağız.
“Daio”, “Havanaguila” ve diğerleri, yoksulluğun pençesindeki insanlar tarafından yazılmıştı. Uğradıkları zulmü bertaraf etmek için cesurca yazılmış muzaffer şarkılardı onlar. Bu ödülü hak edenler, o şarkıları yazanlar. Ben sadece onların konuştuğu bir enstrümandım. Zulüm bana yabancı bir şey değil. Irkçılık, cinsiyetçilik, yoksulluk da öyle. Bütün bunlar benim hayatımın sabitleri olageldi. Onların içine doğmuştum. Yoksulluk annemin ebesiydi. Çocuklarını yoksulluk içinde doğurdu. Fakat hayatta bir amaca sahip olmayı ve zulme karşı koymayı öğretti bize.
Hayatımın bu noktasında Karayipler’de bir kumsalda rom yudumluyor olacağımı zannederdim. O lüks bana nasip olmadı. Kumsalda oturmama imkân yok, çünkü kıyıya vuran her dalgada bu imtiyaza sahip olmayanların sesini duyuyorum.
Sık sık seyahat ediyorum, geçenlerde Afrika’ya gittim, Etiyopya’daki çiftçilerin ahvalini incelemek üzere. Orada gördüm ki, onlar da bizim söylediğimiz şarkıları söylüyorlar. Tek farkla: Onlar daha tutkulu söylüyor. Değişmeyen şeylerin şarkısını söylüyorlar, ihtiyaçları büyük. Anladım ki, özgürlüğe ihtimam etmek, onun bedelini ödemek sonu gelmeyen bir uğraş.
Demokrasi kırılgan bir varlık, ona ihtimam göstermezsek tuzla buz oluverir. Aramızdaki caniler gece gündüz iş başındalar. Zulmetmek, hile yapmak, çalıp çırpmak, haysiyetimizi yok etmek onların daimi ihtiyaçları. Niye böyle oldukları sorusuna, kafası benimkinden daha iyi çalışanların yaptığı mantıklı açıklamalar var, ama ben bunlara girmeyeceğim ve şunu demekle yetineceğim: Bizim sabitimiz demokrasidir; düşmana taviz vermeyeceğiz, onunla pazarlık yapmayacağız ve kazanacağız.
Bugünkü ABD hükümetinin Irak ve başka yerlerdeki parmak izleri Vietnam’dakilerle aynıdır. Onları engellemek için seslerimizi bir araya getirip çoğaltmamız gerekiyor.
Zaman zaman yürüyüşler yapıyoruz, ne kadar kalabalık olduğumuzu gösteriyoruz. Biz siyahlar yürüyoruz, kadınlar yürüyor, barış eylemcileri yürüyor. Fakat, düşmanın işine taş koymanın en etkili ve anlamlı yolunu kavramamış gibiyiz. Bu yol, mekanizmayı durdurmaktır.
Zaman zaman yürüyüşler yapıyoruz, ne kadar kalabalık olduğumuzu gösteriyoruz. Fakat, düşmanın işine taş koymanın en etkili ve anlamlı yolunu kavramamış gibiyiz. Bu yol, mekanizmayı durdurmaktır. Açgözlü bir kâr hırsıyla işleyen bu mekanizmayı durdurmamız gerekiyor.
Sivil haklar mücadelesinin, işçi hakları mücadelesinin, kadın hareketinin ilk dönemlerini hatırlayalım. Bu hareketlerin ortak özelliği, mekanizmayı stop ettirmeleridir. Açgözlü bir kâr hırsıyla işleyen bu mekanizmayı durdurmamız gerekiyor.
Dünyayı dolaşırken, Somali’de, Ruanda’da, Kenya’da, Doğu Avrupa’da, Latin Amerika’da, ABD’nin haydutluğunun izlerini milyonlarca yoksul insanın yüzlerinde görüyorum. ABD önderliğindeki global askeri-sınai mekanizmanın dünyayı ne hale koyduğu ortada.
Peki, bu mekanizmayı nasıl durduracağız? Şiddete başvurarak durdurmayı savunduğumuz zamanlar oldu. Bir M5’i veya M6’yı alıp dağa çıkarak ve çatışarak özgürlüğümüzü savunabileceğimizi zannetmek romantik bir düşünce. Bunun yapılabilir olduğu zamanları yaşadık. Afrika’da sömürgeciliğe karşı mücadele böyleydi, Cezayir ve Vietnam’daki ayaklanmalar da böyleydi. Askerler, kadınlar, erkekler sokaklarda, dağlarda şiddete şiddetle karşılık verdiler. Artık bu mümkün değil.
Fakat en güçlü silah bizim elimizde. Bu silahın adı sivil itaatsizliktir. Sadece Martin Luther King ve Gandi’nin mücadelesi gelmesin aklımıza. Güney Afrika’nın 10. yıldönümünü kutlayan zaferini hatırlayalım. Sivil itaatsizlik olmasaydı, bugün imrenilen Güney Afrika toplumu doğabilir miydi?
Amerika’yı, şirketlerin Amerika’sını diz çöktürmeliyiz.
Roll, sayı 92, Aralık 2004
Özgürlük için, özgürlük aşkına
1 Mart 1927’de Harlem’de, Jamaikalı anne-babadan doğdu. Kalipso kralı olarak ünlendi, ününü ve hayatını insan hakları mücadelesine vakfetti. Çocukluğu Harlem ve Jamaika sokaklarında geçen Belafonte, 17 yaşında okulu terketti, bahriyeye yazıldı. İkinci Dünya Savaşı’na katıldı, savaştan sonra New York’ta oyunculuk ve şarkıcılık yapmaya başladı.
İlk albümü Mark Twain and Other Folk Favorites adını taşıyordu. 1956 tarihli üçüncü albümü Calypso bir milyondan fazla satan ilk albüm unvanını kazandı. Alâmet-i farikası sayılan “Banana Boat Song (Day-O)” ününe ün kattı. 50’lerin sonunda tanıştığı Martin Luther King’le yakın dost oldu, sivil haklar mücadelesinde aktif rol aldı, yeri geldi, King’in ve hapsedilen göstericilerin serbest bırakılması için binlerce dolar kefalet ödedi, Freedom Rides hareketini, seçmen kütüklerine kaydolma kampanyasını finanse etti, 1963’teki ünlü Washington yürüyüşünün organizasyonunda ön saflardaydı. TV’deki Tonight With Belafonte adlı programıyla Emmy ödülü alan ilk siyah oldu. Buck and the Preacher (1972), Uptown Saturday Night (1974) gibi filmlerde rol aldı.
1985’te, Afrika’daki açlıkla mücadele amaçlı “We Are The World” single’ının yapılmasında başı çeken isimlerdendi. Uzun yıllar anti-apartheid mücadelesi içinde yer alan ve Nelson Mandela’nın yakın dostu olan Belafonte, 1987’de UNlCEF’in iyi niyet elçisi oldu. Başta Afrika ülkeleri olmak üzere dünyanın dört bir yanındaki insani sorunları Birleşmiş Milletler platformlarına ve uluslararası kamuoyunun gündemine getirdi. Colin Powell ve Condoleezza Rice’ı “uşak ruhlu” olarak tanımlayan Belafonte, Bush’un yeniden seçilmemesi için kampanyalar düzenledi. Haziran 2004’te Global Exchange vakfı tarafından İnsan Hakları Ödülü’ne layık görüldü.
25 Nisan 2023’te, 96 yaşında hayata veda etti. Ardında insanlık namına büyük bir miras bırakarak.