Roboski katliamı sırasında Diyarbakır Barosu başkanı olan Mehmet Emin Aktar, dava süreci ve Veli Encü’nün eleştirileri hakkında 1+1 Forum’a söyleşi vermek yerine düşüncelerini bir yazıyla dile getirmeyi tercih etti. Aktar’ın gönderdiği yazıyı dikkatlerinize sunuyoruz.
Roboski katliamı devletin başımıza neler getirebileceğine ilişkin Kürdün hafızasına tekrar kayıt yaptırmasıdır. Cezasızlık pratiğinin “kör parmağım gözüne” dercesine işletildiği bir hukuksuzluk sürecidir de.
AİHM tarafından verilen karar sonrası, ilgili ilgisiz, bilgi sahibi olan olamayan herkes görüşünü ve kesin kanaatlerini bildirdi. Ve sonuç olarak katliamın sorumluları çıkmış oldu ortaya: Avukatlar!
Cinayet dünyanın tüm ülkelerinde ve hukuk düzenlerinde suçtur ve cezai yaptırıma bağlanmıştır. Devletler egemenlikleri altında bulunan alanlarda cinayet işlendiğinde soruşturma yürüterek suçluları tespit edip cezalandırır.
Ama hukuk her zaman böyle işlemiyor ne yazık ki. Devletler kendi adlarına işlenen cinayetleri cezasızlık güvencesiyle örter ve bunu bir uygulamaya dönüştürür. Türkiye’de de topluma karşı suç işleyen devlet görevlileri bir cezasızlık zırhı ile korunur. Adeta gizli bir anlaşma varmışçasına devletin tüm kurumları bu gereğe uygun davranır. Zamanla bu bir cezasızlık pratiğine dönüşür.
Roboski katliamı ile ilgili olarak işleyen süreçte karşımıza çıkan tam olarak bu cezasızlık pratiğidir.
Dava sürecinin aşamaları
Peki, bunda bizim hiç kusurumuz ve eksiğimiz yok mu? Hiç kuşkusuz var. Bizler katliamdan sorumlu değiliz, ama yaşadığımız topluma ve öncelikli olarak acılı ailelere karşı sorumluyuz.
Olayın akabinde, 31 Aralık 2011’de, yedi baro başkanının da aralarında bulunduğu geniş bir avukat grubuyla Roboski’yi ziyaret ettik. Hem ailelere taziyelerimizi sunmak, hem olaya ilişkin bir rapor hazırlamak hem de hukuki süreçte ailelerin yanında olduğumuzu ifade etmekti amaç. Bu ziyaret sonrası Diyarbakır Barosu tarafından hazırlanan ve toplam 11 baro tarafından imzalanan rapor kamuoyu ile paylaşıldı.
Hukuki sürece ilişkin olarak da Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı dosyanın kendilerine gönderilmesini isteyerek soruşturmayı yürütme görevini üstlenmiş (!) oldu. Gerekçeleri olayın TSK içerisinde örgütlenmiş bir grup tarafından işlenmiş olabileceği, dolayısıyla bu örgütsel suçun soruşturma görev ve yetkisinin de özel yetkili savcılığa ait olacağıydı.
Dosyanın Diyarbakır Özel Yetkili Savcılığı’na gelmesinden sonra, hem ailelerle ve hem de savcılıkla sık sık görüştük. Ancak aileler Diyarbakır Barosu’ndan hiçbir avukata vekaletname vermediler. Şırnak Barosu’ndan bir grup avukata vekaletname verilmişti. Bilinenin aksine, başından beri aileler Şırnak Barosu avukatlarına vekaletname vermişlerdi.
Aylar geçmesine rağmen soruşturmada hiçbir ilerleme olmuyordu. Tek bir kişinin bile beyanı alınmamıştı. Savcılık sürekli yazışmalarla geçiştiriyordu. Kamuoyu duyarlılığı yaratmak ve soruşturma mercilerine tazyik etmek amacıyla, Diyarbakır Barosu olarak aileleri Diyarbakır’a davet ettik. Ailelerle bir araya gelerek onları dinledikten sonra kendi aralarında belirledikleri temsili bir grup ile soruşturma savcısını ziyaret ettik. Akabinde de Diyarbakır Adliyesi önünde ailelerle birlikte basına açıklama yaptık. 2012 yılı ekim ayı sonunda yapılan kongrede bir daha aday olmayarak Diyarbakır Barosu başkanlığı görevini bıraktıktan sonra da soruşturmaya ilişkin süreci takibe devam ettim.
Takipsizlik karanın sonrasında, soruşturmanın takibinin BDP’nin hukuk komisyonu tarafından üstlenildiği iletildi. Böylece dosya ile yetki bağım sona ermiş oldu.
2013 yılında, Diyarbakır Cumhuriyet Başsavcılığı soruşturmada görevsizlik kararı vererek dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na gönderdi. Bu karara itiraz etmek için Şırnak Barosu’ndan bize yetki belgesini çıkarmasını istememiz üzerine, benimle birlikte toplam beş avukata yetki belgesi çıkarıldı. Görevsizlik kararına itiraz ettik. Ancak savcılık böyle bir itirazın yasada öngörülmediğini belirterek dosyayı Genelkurmay Başkanlığı Askeri Savcılığı’na gönderdi.
Askeri Savcılık 2014 yılı ocak ayında takipsizlik kararı verdi. Takipsizlik kararı dosyada vekaletnamesi olan avukatlarla birlikte Diyarbakır Barosu’nda yetki belgesi verilen beş avukata da tebliğ edildi. Takipsizlik kararına karşı itirazı önce Diyarbakır Barosu’ndan iki meslektaşımız üstlendi. Ancak, kararın kamuoyuna açıklanmasından sonra, birkaç avukatın Roboski’ye giderek ailelerden ya da aileleri temsilen görüştükleri kişilerden dosyanın kendilerine verilmesini istedikleri, ailelerin ise bunu kabul etmediği duyuldu.
Bu durum bizim aramızda rahatsızlığa neden oldu. Çünkü bu olay kişisel siyasi veya ekonomik ranta tahvil edilecek bir mesele değildi. Buna kalkışılmış olması bile rahatsızlık yaratmıştı. Bu olayın akabinde, soruşturmanın takibinin BDP’nin hukuk komisyonu tarafından üstlenildiği, ailelerin de bunu kabul ettiği bize iletildi. Bu yeni gelişme, bana bizzat görüştüğüm BDP’nin Hukuk İşlerinden Sorumlu Genel Başkan Yardımcısı tarafından söylendi. Böylece dosya ile yetki belgesi çerçevesinde sağlamış olduğum bağım da sona ermiş oldu.
Kendimle ilgili, kamuoyunda eksik bilgi nedeniyle oluşabilecek yanlış izlenimi önlemek için, bir hususu açıklamak isterim. 1994 yılından bugüne kadar hiçbir siyasi partiye üyeliğim olmadığı gibi, hiçbir partide aktif olarak siyaset yapmış değilim.
AYM’nin tutum değiştirmesi
Takipsizlik kararına yapılan itirazın reddedilmesi üzerine, en az bin avukata yetki belgesi çıkarılarak Anayasa Mahkemesi’ne başvuru yapılacağı açıklandı. Bu süreçte ismini bildiren tüm avukatlara yetki belgesi verildi. Başvuru 40 kişi adına hazırlanmıştı ve avukat olarak da çoğu belli kurumları temsil eden (baro veya dernek başkanı olarak) ve daha önce bu tür görevleri üstlenmiş toplam 32 avukatın ismi yazıldı ve 32 avukat tarafından imzalandı. Başvuru verildikten sonra dosya sınırlı sayıda avukat tarafından fiilen takip edilecek ve yazılı olan adres üzerinden yazışmalar yapılacaktı. İhtiyaç duyulduğunda bizlerin katkısı istenecekti.
Ancak, bu avukatlar ihtiyaç duymamış olacaklar ki, Anayasa Mahkemesi kararı kamuoyuna açıklanıncaya kadar geçen sürede hiçbirimiz bilgilendirilmiş değiliz. Zaten başından bize dayanışma amacıyla yetki belgesi çıkarılacağı, amacın çok sayıda avukatın ailelerin yanında yer aldığının gösterilmesi olduğu açıklanmıştı.
2016’ya girilirken başvurunun yapıldığı tarihte sürdürülen çözüm süreci artık yoktu ve AYM daha önce kabul ettiği mazereti bu kez uygun bulmayarak başvuruyu reddedecekti.
Anayasa Mahkemesi kararı açıklandıktan sonra, herkes gibi bizler de, 2014 yılı ağustos ayında Cizre Asliye Hukuk Mahkemesi’ne talimat yazılarak 11 kişinin vekaletnamelerinde eksiklik bulunduğunu ve tamamlanmasının istendiğini öğrendik. Dosyaya bakıldığında, bu eksikliğin iki gün gecikmeli ve mazeret verilerek yerine getirildiği, mazeretin sağlık nedenine dayandığı ve hekim raporuyla da belgelendiğini öğrenmiş olduk. Anayasa Mahkemesi bu mazereti yerinde görerek yargılamaya devam etmiş, hükümete soru sormuş ve cevap almıştı.
Ancak, 2016 yılına girilirken başvurunun yapıldığı tarihte sürdürülen çözüm süreci artık yoktu ve bu başvuruyu bir şekilde reddetmek gerekiyordu. Anayasa Mahkemesi daha önce kabul ettiği mazereti bu kez uygun bulmayarak vekaletnamedeki pul eksikliğini gerekçe göstererek başvuruyu reddedecekti.
Katliamın sorumlusu birkaç avukatmışçasına…
Anayasa Mahkemesi kararı üzerine, aileler ya da aileleri temsil eden kişiler tarafından artık bundan sonraki sürecin kendileri tarafından yetkilendirilen avukatlar aracılığıyla sürdürüleceği açıklandı, yeni bir avukat grubuna yetki verdiler. AİHM’e yapılan başvuru, AYM’deki sürecin usûle uygun yürütülmediği, böylece iç hukuk yolları tüketilmediği gerekçesiyle kabul edilemez bulundu. Tartışmalar da bundan sonra başladı. Olay öyle bir hal aldı ki, adeta katliamın sorumlusu bir veya birkaç avukatmışçasına bir algı yaratıldı ve böylece kamuoyu bu katliamın devlet tarafından gerçekleştirildiği gerçeğinden uzaklaştırıldı.
Burada bizim hatalarımız yok muydu? Elbette vardı. Öncelikle, eksik evrakı iki gün gecikmeli teslim eden avukatın ailelere, bizlere ve topluma bir açıklamada bulunması gerekirdi. Bugüne kadar yapmış değil. Yapmaması iki mahkemenin vicdanları rahatsız eden ve tamamen politik gerekçelerle verilmiş kararlarının tartışılmasını da engellemiş oldu.
Aileler tarafından hiçbir zaman vekaletname verilerek yetkilendirilmediğim halde, kendi sosyal medya hesabımdan olaya ilişkin bildiklerimi kamuoyu ile paylaştım. Olayda adı geçen avukatı birkaç kez arayıp açıklama yapmasını istedim. Ancak, bir türlü açıklama yapmayınca olaya yakından uzaktan ilgi kurmamış birçok kişi herkesi töhmet altında bırakan açıklamalar yaptı. O süreçte, aileleri temsil eden kişinin de özgürlüğünün kısıtlanmış olması nedeniyle sınırlı açıklama yapabilmesi de eklenince, kamuoyunda bilgi kirliliği ve ağır ithamlar dolaşmaya başladı.
Eksik evrakı gecikmeli teslim eden avukatın topluma bir açıklamada bulunması gerekirdi. Bugüne kadar yapmış değil. Yapmaması tamamen politik gerekçelerle verilmiş kararlarının tartışılmasını engellemiş oldu.
Dikkat çekici hususlar
Bu olaya ilişkin süreçte dikkat çekici başlıkları sıralamak gerekirse:
Soruşturmanın Diyarbakır aşamasında savcılık tek bir kişinin bile beyanını almamış, sadece belge toplamakla yetinmiştir.
Görevsizlik kararı çözüm sürecinin başladığı ve herkesin bu sürece odaklandığı bir dönemde, 15 Temmuz sonrası ihraç edilen yapıya dahil olan grup tarafından verildi.
Takipsizlik kararı da zamanlama açısından dikkat çekici bir tarihte verildi. Hükümetin 17/25 Aralık süreciyle birlikte sarsıldığı ve güç kaybettiği, herkesin dikkatinin başka yöne çevrildiği bir dönemde, Ocak 2014’te verildi.
Anayasa Mahkemesi kararı da çözüm sürecinin başarısızlıkla sonlandığı ve çatışmaların yeniden ve eskisinden sert biçimde başladığı bir dönemde, 2016 yılı başında verildi.
Anayasa Mahkemesi’ne 40 kişi adına başvuru yapıldığı ve bunlardan 11’i için vekaletnamede eksiklik bulunduğu belirtilmesine karşın evrakları tamam olan diğer 29 kişinin başvurusu da reddedildi. Ayrıca, Anayasa Mahkemesi’ne 40 kişi adına başvuru yapıldığı halde AİHM’e 276 kişi adına başvuru yapılmasını da not etmek gerekir.