Türkiye’de güncel sanatın önemli isimlerinden Neriman Polat’ın Depo İstanbul’da aralık ayı boyunca süren, ocak ortasında kapanan sergisi “Mührü Kırmak 1996-2019″ bir muhasebe mahiyetindeydi: Retrospektif bir seçki olarak Polat’ın sanat serüvenine mercek tutmakla kalmadı, kentlerin ve kentlilerin dönüşümünden kadınların toplumsal sorunlarına kadar yakın tarihimizin ruhunu da kayıt altına aldı. Dahası, kallavi sergi kitabı depoistanbul.net adresinde erişime açıldı. Polat’la 90’ların İstanbul’undan zamanımıza inatla takip ettiği temalarını, fotoğraftan kumaşa uzanan sanat yöntemlerini konuştuk. Express’in son sayısından naklen…
İşlerinde çeşitli başka malzemelerin yanısıra hem gerçek fotoğraf, yani olduğu haliyle reel dünya, hem de kurgu var. Bir kız çocuğunun sanki yeni bir dünyaya ilerlediği 2013 tarihli Adım bunlardan hangisi?
Neriman Polat: Adım reel dünya, yakalanmış bir an. Ama o tür işlerim az aslında. Daha çok parçalı, birçok fotoğraftan oluşan enstalasyonlarım var. Sarışınlar mesela, onlar da reel dünya, ama tasarlayarak, önceden planlayarak yaptığım bir seriydi. Rastgele değil, sarışın kadınların peşine takılıp çekmiştim, o da bir kurgu içeriyor. Adım, Plastik Eldiven, Siyah Çamaşırlar ise hayatın içinde yakalanmış fotoğraflar. Fotoğraf çok farklı şekillerde giriyor çalışmalarıma, hepsinin ayrı serüvenleri var. Bazen şöyle oluyor, bir sürü fotoğraf çekiyorum, sonra “burada bir şey var” diyorum, onu seçiyorum, öncelikle sezgisel yani.
İlk fotoğraf makineni ne zaman edindin?
Mimar Sinan’da öğrenciyken. Evin bütün çerçevelerini boyamıştım, karşılığında babam bir fotoğraf makinesi almıştı. Zenith zor bir makine, ama herkesin elinden bir kere geçmiştir. Fotoğraf işlerimin bazıları dijital öncesi döneme ait. Öğrenciyken gidip Haydarpaşa’yı, sokakları çekerdim. Fotoğraf üreteceğimi hiç düşünmemiştim, imajinasyonumu geliştiriyorum gözüyle bakıyordum. Yoksa resim yapıyordum.
Resim hâlâ hayatında mı peki? Tuvalin başına geçtiğinde neler yapıyorsun?
Resim benim için boşluk, sakinlik gerektiriyor, İstanbul’da bunu yakalayamıyorum. Kâğıt üzerine çalışmalar yapıyorum. Daha çok soyut ya da sürrealist resimler, tamamen doğaçlama. Aslında bazı sergilerin parçası olabilecek işler de var. Ama tamamen hiçbir niyet taşımadan yaptığım şeyler.
Söylemek istediğimi fotoğrafla daha kolay bulabildim. Resimde çok bireysellik var, üslûp, fırça darbeleri, sana ait izler, bu bana çok gereksiz gelmişti. Fotoğraf çok demokratik bir şey. Çoğalabiliyor, kendini geriye alabiliyorsun. Çok değişik, farklı sözler söyleyebiliyorsun.
Klasik pentürden kendini ayırışın akademi yıllarına mı denk geliyor?
Hiç klasik pentür, figüratif kompozisyonlar yapmadım, çok az. Adnan Çoker Atölyesi’ndeydim, zaten minimalist, konstrüktivist akımların eğitiminden geçiyorduk. Son yıllarda yaptığım işler minimalistti, sonra tualleri delerek resimler yaptım. Öyle işlerle de mezun oldum, çok da yüksek bir puanla. Hocaları ikna ettim yani, ama geçiş sürecinde anlaşmazlıklar yaşamıştım.
O zamanlar güncel sanat pratikleri okulda pek yaygın değildi herhalde.
Bu kavram bile yoktu! 1985-90 arasında okudum, güncel sanat tanımı 90’ların ortasında kendine yer bulmaya başladı. Benim kuşağım ne zaman ki farklı medyaları kullanmaya başladı, sonra bir baktık ona güncel sanat deniyor. Bütün bienalleri, kavramsal sanatçıları takip etmeye başlamıştım. Çok şaşırıyordum, pek de anlamıyordum, birçok arkadaşımda merak uyandırmıyordu, ama ben hepsine gidiyordum. Beral Madra’nın yaptığı A, B, C, D sergileri, Maçka Sanat’ta açılan sergiler çok önemliydi. Yeni Eğilimler sergilerinin kataloglarını görmek beni çok şaşırtmıştı. Yılmaz Aysan’ın bir işi vardı, bir yastıkta “yalnızım” yazıyordu. Harfleri ayırmış, yastığı çeşitli açılardan çekmiş. Bu işlerden, o sanatçı grubundan çok etkilendim.
Sergideki en eski işin hangisi?
1996’da yaptığım birbirine bakan kız çocuğu, İsimsiz. Durum Duvarı da ondan bir sene sonra. Bunlar benim çok deneysel işlerim. Ne olacağını, tam olarak ne çıkartacağımı bilmeden yaptığım işler. O kadar büyük boyutta işler yapıyordum ki, bütçem yetmediği için bir ayda sadece iki fotoğraf bastırabiliyordum en fazla.
Bu işleri sana yaptıran hangi düşünceydi?
Mezun olmuş ve öğretmenliğe başlamıştım. Sanat Tanım Topluluğu’nda çalışmıştım. Aşırı kuralları olan bir topluluktu o, biz daha sonra Nancy Atakan, Gülçin Aksoy ve Gül Ilgaz ile ayrıldık, kendi aramızda çalışmaya başladık. Fotoğrafla ilişkim bu yıllarda kuruldu. Aslında bunu felsefi bir ilişki olarak görüyorum. Gerçekliğe en dolaysız nasıl ulaşabilirim diye düşündüm, ama onun da bir kurgu olduğunu bilerek tabii…
Fakat bunu tualde denemeye hiç çalışmamışsın, öyle mi?
Evet, gerçekçi resim yapmaya çalışmadım, çok az. Ama fotoğrafla olan ilişkim gerçekle olan, dünya ve ben arasındaki ilişki. Fotoğraf bakış açımı en dolaysız ve kendimi de geriye çekerek kurduğum bir yer. Kişisellik belki kurgunun içinde ortaya çıkıyor. Söylemek istediğimi fotoğrafla daha kolay bulabildim. Çalışmak istediğim bağlamda resme hiç ihtiyaç yok. Resimde çok bireysellik var, üslûp, fırça darbeleri, sana ait izler, bu bana çok gereksiz gelmişti, bunu sevmemiştim. Ressam kişiliği diye bir şey var, ama ben ressam değil, sanatçı olmak istiyordum.
Mesela Grand Pera’da film izler miyiz? Bunu kim içine sindirebilir? Ama çok yakın zamanda bizden sonrakiler artık sürekli gidiyor olacaklar oralara. Çok büyük kırılmalar, büyük yarıklar, büyük kesikler var.
Resmin içinde kalmak bana çok kısıtlayıcı geldi ve çok erkek egemen bir ortamdı resim. Batı sanat tarihi, okulda aldığımız eğitim, hocalar…. Ama fotoğraf çok demokratik bir şey. Çoğalabiliyor, kendini geriye alabiliyorsun. Çok değişik, farklı sözler söyleyebiliyorsun. Susan Sontag’ın kitaplarını okuyordum ve fotoğraf üzerine de düşünüyordum. Birbirine bakan kız çocuklarını yaptıktan kısa bir süre sonra da yeni bir mecraya atılıp video işi yaptım.
90’ların başında videoyla uğraşmak nasıl bir şeydi?
Kurgu yapmak zorunda kalmayacağım işler yapmaya çalışıyordum. Hâlâ çok basit montajı seviyorum. İlk yaptığım video fotoğraflar üst üste çekilerek yapıldı. Bir arkadaşım dizide çalışıyordu, dizinin kameramanından rica ettik, bir gün boş vaktinde gelip fotoğrafları üst üste çekti ve istediğim efekt oluştu. Dizide Selçuk Yöntem oynuyordu, ona da rica ettik, seslendirdi. Hangi dizi, hatırlamıyorum bile şimdi, belki Süper Baba’ydı…
Yeni araçlara merakın ve üretimin şekillenirken ilk eleştiriler ne yönde ilerliyordu?
(gülüyor) Vallahi Adnan Çoker çok kızmıştı bu işe! Mimar Sinan mezunlarının açtığı bir sergiye Kendi Gerçeğinden adlı video işi koydum. Adnan Bey sergiyi dolaştığında “böyle anlatım olmaz” demişti. Ben de hiç takmamıştım. Genç Etkinlik sergilerinde bu işlerimi koymaya başladığımda yalnız olmadığımı görmüştüm.
Çocuk temasına nasıl gelmiştin?
Aslında iktidar mevzuuyla ilgili: Çocukları nasıl yetiştiriyoruz, onları nasıl kriminal bir biçimde büyütüyoruz, bütün o suçluluk duygularıyla yetiştiriyoruz… Septik bir durum da vardı Durum Duvarı’ndaki fotoğraflarda, sağa bakıyorlar, sola bakıyorlar, birbirlerine, dünyaya şüpheyle bakıyorlar. Çocukların fotoğraflarını çekmek de zordu. Onlarla aslında sıcak bir ilişkim varken, fotoğraf çekerken ciddileşiyordum. O esnada iktidarın dili oluyordum ve o durumun fotoğrafını çekiyordum. Aslında zor bir ilişki biçimi.
O esnada öğretmenlik mi yapıyordun?
Evet. Çok zorlandım öğretmenlikte. Sınıfa girerken ayağa kalkmayın dedim başlangıçta, sonra diğer hocalar bozuldu. Sınıfın sükûnetini sağlayamadım. Güzel sanatlardan mezun olmuş ve son derece özgürlükçü bir kafa olarak okula tekrar girdiğim zaman bir baktım ki hiçbir şey değişmemiş. Bu zaten beni çok sarstı. Duvarlarda aynı mevsimler, yıllar, bilmem neler, sıralar… Çocukların portrelerini, ruhlarını ilginç buluyordum. Mesela videodaki o konuşmayan çocuk okulda da hiç konuşmuyordu neredeyse. Sözlülerde not veremiyorlardı, yazılı sınavlara alıyorlardı. Konuşmayı reddeden çok zeki bir çocuktu.
Üniversitede girdin değil mi güzel sanatlara? Lise normal lise mi?
İstanbul Kız Lisesi’nde yatılı okudum. Sert, disiplinli bir liseydi. İstanbul Üniversitesi Basın-Yayın’ı kazanmıştım ilk. Evdekiler de oraya gitmemi istiyorlardı. Ama kaydımı alıp Mimar Sinan’a taşıdım. Tam bir ikilemin içinde kalmıştım. Hâlâ o zamanın etkisi var üzerimde, haber takibini seviyorum. Mesela kadın cinayeti haberlerini topluyorum. Haberin içindeki detaylar ve nesnelerle ilgili obsesif derecede takıntılarım var…
Öz savunma esastır, ben de bunu göstermeye çalışıyorum. Şiddetin ifadesinde kullandığımız araçların işlerde gösterilmesi gerekir. Bunlara dokunamamak da bir tabu.
Tabii liseden sonra Mimar Sinan benim için olağanüstü bir yerdi, “hurra özgürlük”! (gülüyor) Sabahlara kadar içmeler, bohem partiler, müzikler, film tartışmaları… Çok güzel yıllardı, şanslıydık. Ama şunu da unutmamak lâzım: 12 Eylül sonrasının apolitik sanat okuluydu. Politikanın olmadığı bir yerdi.
Ama dışarıda da bir hayat var, Beyoğlu’na çıkılıp başka kültürlerle de tanışılabilirdi…
Tabii, okul yıllarımı Köprüaltı’nda şairler, edebiyatçılar, ressamlarla geçirdim. Ortaköy, Beşiktaş… Rumeli Hisarı’nda bütün Boğaziçililer, Mimar Sinanlılar… Şu anda iş üreten bir sürü insanın gençlik yılları.
Tabutta Rövaşata’nın Rumeli Hisarı…
Tabii. Evim oradaydı öğrencilik yıllarımda. Köprüaltı’nda da çok vakit geçirdim. Önce sağ tarafında, sonra solunda. Bir taraf kapandı, sonra diğer tarafa geçildi. Bar kültürü yeni yeni gelişiyordu, Sokak Bar’a çok gidiyorduk mesela. Öğrenciler olarak çok fakirdik, ama her yere girebiliyorduk çok ilginç bir şekilde. Sonra Açıkhava konserleri; olağanüstü müzisyenler geliyordu Türkiye’ye. Miles Davis, Laurie Anderson, Stéphane Grappelli… Her konsere giriyorduk, bilet girişi bittikten sonra öğrenci için kapı açıyorlardı, olmadı duvarlardan atlardık. Paran yoksa da kültüre ulaşıyordun. Her şeyi yapardık, İstanbul güzeldi. Beyoğlu’nda BİLSAK seminerlerine giderdik, Marksizm, Heidegger… Onlarda da paran varsa öderdin, yoksa yine girerdin. Şu anda her şey bol bol var, ama o zamanlar para işlemiyordu şimdiki gibi. Parasız da her şeye ulaşıyorduk.
Hasan Bülent Kahraman’ın kentsel dönüşümün yükseliş yıllarında, 2012’de yazdığı veciz sözü hatırlayalım: “Beyoğlu Belediyesi çok akıllıca, çok zarif bir çalımla, Beyoğlu’nu dolduran, 25 kuruşa bira içen lumpen kitleyi oradan sürüp çıkarıyor.”
Bizdik işte. (gülüyor) Sonra, öğrencilik yıllarımda çalışıyordum da. Tonguç Yaşar’la animasyon işinde çalıştım mesela. Para da kazanabiliyorduk bir şekilde. Şu anki gibi vahşi bir ortam yoktu. 1990’lara bakmamız lâzım, nostaljik olarak değil, her anlamda, bütün kötülükleriyle de birlikte.
Serginin, dolayısıyla sanatsal izleklerinin yoğunlaştığı alanlardan biri de şehir ve dönüşümü. Şehir, Ev, Foto Mezar serileri, büyük enstalasyonlarından Mülk Allahındır…
Şehir üzerine çok çalıştım, sergiye koyamadığımız çok iş oldu. Aslında İstanbul’a yoğunlaşmışım diye düşündüm sonradan. Bu sergi benim için bir muhasebe oldu, bütün işleri gözden geçirmek bir hesaplaşma süreci yaşattı. Bu açıdan kolay bir duygusu yoktu serginin. Bugün ne yapıyorum, şimdiye kadar ne yaptım, iyi mi yaptım, neden yaptım, yapmalı mıydım ya da bundan sonra ne yapmalı gibi bütün o soruları sürekli tartıp biçtim. O açıdan çok memnunum. İnsanın kendini görmesi kolay bir şey değil…
Yazdılar aynalara, iç çamaşırlarını çıkardılar kadınların odalarından. Seyirci olmak bile rahatsız ediyor, onu da kabul etmek istemiyorum. Bize de mesaj veriyor, bize de yaşatıyor. Aynı ağırlıkta tabii ki değil, ama bizi de dönüştürüyor.
Son yıllarda, belki üç-dört senedir, şehirle ilgili bir şey üretemedim. Çünkü o kadar kaybetmişlik duygusu yaşıyorum ya da artık neresinden tutacağımı o kadar bilemiyorum ki. Galaxy City’de, AVM’lerde kaldım, bir adım sonrasına gidemedim. Bir de sesimizi kaybetmişlik duygusu insana çok koyan bir şey. Çok şeyi kaybettik. Taksim’i, Taksim Meydanı’nın yapısını….
Ama İstanbul Belediyesi de tarihi farkla kazanıldı…
İşte tek umut o. Ama bakalım ne göreceğiz? Herhalde Kanal İstanbul’la başlayan süreçte çok büyük bir çatışmanın ortasında olacağız yine. Bilmiyorum. Bir sanatçı olarak bu konularda artık iş yapabilme zeminim yok tam olarak. Ya da tekrar bulacağım. Ne yapabilirim ki duygusunu yaşatıyor İstanbul’a dair iş üretmek. Ama genel olarak şiddetin artıyor olması daha çok çalışmam gerektiğini söylüyor, daha çok vicdani sorumluluk yüklüyor.
Şehir işlerine yansıyan periferi hayatı da değişti. Binaların dış cephesindeki mozaik desenler azalmaya yüz tuttu mesela.
Evet, BTB gitgide nostaljik bir şeye dönüşecek. Aslında fena bir malzeme değil, dış cephe için son derece sağlam. Bir göç estetiği var onlarda. Şimdiki dış cepheler tamamen dümdüz. Bir de, insanlar da artık daha düzleşti, değil mi? Artık eskisi gibi evler de görmüyorum. Herkeste stor perde var, mobilyalar da düzleşti. Korkunç parlak metaller, demirler kullanıyorlar dış cephede, ama umarım daha sağlam evler yapıyorlardır en azından. Merkezden atıldığımız, başka köşelere sürüldüğümüz bir dönem bu. Benim hayatım hep merkezde oturarak geçti. Beyoğlu çocukları olarak büyüdük, Beyoğlu sanatçıları olduk. Bu bölgelerin dokusuyla, kokusuyla, pisliğiyle, çöpüyle yaşadık. Ama biz de göç edeceğiz, buralarda oturamaz hale geleceğiz belki.
2007-2008 dönemi işlerin için farklı semtleri geziyordun. Şehrin çeperlerine niçin ilgi duyuyordun?
Ben her zaman gezerim. Hafriyat grubu üyesi olmanın getirdiği bir ilgi de var. Hep şehri konuşan, şehrin sokaklarını, mahallelerini çeken, oralardan işler çıkaran bir sanatçı grubu olduk.
Hafriyat’a ne zaman girmiştin?
2000-2009 arası. 2007’de Hafriyat Karaköy’ü açtık, çok yoğun bir süreçti. Sulukule’nin yıkımı, öncesindeki büyük mücadele… Elimizden her şeyin kayıp gittiği bir dönem yaşadık ve sadece İstanbul özelinde de değil bu. Karadeniz’deki HES’ler, Kazdağları, Sur, Güneydoğu… Bir Batılının ömür boyu göremeyeceği yıkım deneyimini çok sıkıştırılmış bir şekilde yaşadık. Tuhaf bir hayat tecrübemiz oldu. Yaşlandık yani. Herkes yaşına yirmi yaş koysun diyorum. (gülüyor)
Büyük hayal kırıklığı yaratan 2005’ten sonra yaşadığımız dönüşüm. Kentin dönüşümü değil sadece, insanların da dönüşümü. Yani bir kesim muhalif sesini çıkarırken bir kesim de bayağı bir uzlaştı.
Öte yandan, çocukluk yıllarımdan beri kentte dönüşüm var, bunun da tanığıyım. İki katlı evde oturuyorduk, sonra bunlar yıkıldı, apartmanlara geçtik. Beton yığınına dönüştü Cennet Mahallesi, cinnet mahallesine dönüştü, beton beton beton… Ama bu dönüşümün bilinçli bir şekilde hayatıma girmesi, örgütlü bir mücadeleye evrilmesi Sulukule, Emek Sineması ile oldu. Büyük hayal kırıklığı yaratan 2005’ten sonra yaşadığımız dönüşüm. Kentin dönüşümü değil sadece, insanların da dönüşümü. Yani bir kesim muhalif sesini çıkarırken bir kesim de bayağı bir uzlaştı. Özellikle sanat camiası çok önceden pes etti. Birdenbire sanat piyasası yükseldi, galeriler çok satış yapmaya başladı. Binalar değişirken insanlar da değişti. Dil değişti bir kere, konuşulan dil. Bazı noktalarda iyi, güçlü bir dile dönüştü, ama bir kesim için de tamamen uzlaşmacı bir hale büründü.
Sanatın kentsel dönüşümdeki öncü rolü hep tartışıldı. Hafriyat’ın Hain Geceler (2002) sergisi açıldığında Asmalımescit hâlâ yarı ıssız bir haldeydi.
Boş bir mekânı değerlendirip gece 2’ye kadar açık bir sergi yapmıştık. Sokak çocukları içeri girer, rahat rahat dolaşırdı. Bir daha öyle bir sergi kolay kolay yapılmaz. Orada iki parçalı bir video koymuştum, tüplü televizyonlarda gösteriliyordu. Televizyon seyrediyorum ve bamya ayıklıyorum, kamera da beni gösteriyor. Öbür videoda ise mezarlıkta dolaşıyorum. Gece çekimi, Foto Mezar serisinin başka bir versiyonu, “hain geceler”e dair bir kavram diye düşünmüştüm. İş üretirken sergi başlıklarını hep önemsedim. O sergide kendi bireysel yalnızlığım vardı, televizyon, yatak, öbür taraftaysa gece, mezarlık… Onların arasındaki görüntü ilişkisini bir araya getirmek istemiştim. Herhalde kendimi hep mezarın içinde hissediyorum. Ya mezarın içinde ya da hapis hayatı yaşadığımı düşünüyorum. Tabii biraz da toplumsal depresyonla bağlantılı bir şey olsa gerek. Yaptığım işlere toplumsal iç sıkıntısı çok yansıyor. Her yerde mezar görmek, ülkeyi de mezarlıklar gibi görmek… Topraklardan mezarlıkların çıktığı bir ülkede doğduğumuz için.
Bugüne kadar pek çok isimle ortak işler ürettin, ama bu sergiye çok azını almışsın.
Bir tek Arzu (Yayıntaş) ile yaptığımız İstikrarlı Ölüm (2016) var. İstatistikler içinde en çok yer kaplayanın işçi ölümleri olduğunu bu çalışma sayesinde anladım. Kadın cinayetleri çok yüksek gözüyle bakıyordum, ama gördüm ki işçilerin ölümü çok daha yüksek. Bu büyük işin parçası olan çiviler bir yandan da kentsel dönüşümün mağdurları… O kadar çok dram var ki toplu halde yaşanan. Mesela bir baba iş kazasında konuşma yetisini kaybetmiş. Çocuğuyla beraber çekmişler televizyonda bir haberde, babası konuşamadığı için çocuk da çok öfkeli. Ne kadar korkunç bir aile dramı. Biliyorsun ki bunlar önlenebilecek şeyler. Ama önlenmiyor.
AVM işlerini ne zaman yapmıştın?
2016’da. Geçenlerde de bir AVM’nin çatısı çöktü. Haberi takip etmeye çalıştım, haber yok oldu. Bir AVM’ler, bir de cezaevleri üretiliyor bugün bol miktarda.
Öte yandan galeriler, konser salonları, sinema ve tiyatrolar da AVM’lere taşınıyor.
Mesela Grand Pera’da film izler miyiz? Bunu kim içine sindirebilir? Ama bizden sonrakiler artık sürekli gidiyor olacaklar oralara. Kentin hikâyesi artık böyle olacak. Bu şehirde zamana dair iş üretmek artık çok zor. Çok büyük kırılmalar, büyük yarıklar, büyük kesikler var. Mührü Kırmak sergisi kesiklerle, yara izleriyle dolu…
Politik işler bile satışa yönelik kurgulanıyor artık, bu beni çok rahatsız ediyor. Sergilerde gördüğüm küçük ayrıntılara çok takılıyorum, mesleki deformasyon görüyorum. Sözünü söylemiş, ama işi satabilmek için de şunu şunu yapmış, o zaman benim hevesim kaçıyor. Tamamıyla özgür sanatı seviyorum. İşlerin satılması çok güzel bir şey, ama bu kaygılarla üretilmemiş olmalı. Ekip olarak yaptığımız, kadın sanatçılarla beraber ürettiğimiz işleri ayrı tutarsam, sanat dünyasında kendimi yalnız hissediyorum açıkçası, özellikle son dönemde.
Yıllar içinde etkisi artan asli temalarından biri de kadınlar, kadına yönelik şiddet, kadınların toplumsal yalıtılmışlığı. Kadınlar işlerine ne zaman dahil olmaya başladı?
Sarışınlar’la başlayan bir süreç aslında. Ondan sonra kadın figürler hep işlerimin içinde yer aldı. Mesela Bozuk’taki (2002) televizyonda mastürbasyon yapan kadın, kanlı pedlerin girmesi, en mahremin, yasak olanın sergilenmesi… Saçlar, kıllar falan, aslında değer verilmeyecek şeylerin bir şekilde fotoğraflanıp tuhaf bir bağlamda bir araya getirilmesi söz konusuydu. Tekinsiz, cinselliği de çağrıştıran, hayatın içinde gizlenen, ama ortak olan, hepimizin yaşadığı şeyler. Ama ne bileyim, kompozisyonu bozuk, kötü kadrajlı, fotoğraf sanatçılarını sinir edecek cinsten, yine de kendi estetiği olan işler. Sonra yaygınlaştı bu estetik, özellikle telefonlarla.
Bozuk serisi aslında bayağı öngörüsü yüksek bir iş bu bağlamda. Sadece tabulara dokunmak anlamında değil, yoksa kanlı pedi göstermek gerçekten rahatsız edici bir şey. Biraz aslında yasaklanan şeyin ne olduğunu göstermek gibi. Başka bir iş yapmıştım Bozuk serisinden sonra, Banyo, yine kıllar ve köpükler vardı. Oryantalist banyo meselesine karşıt olarak düşündüğüm bir işti. Banyonun gerçeğini koymak yani. Orada da bu tür mevzuları düşünüyordum: Kadın bedeninin gerçeği gösterilmiyor. Durmadan gerçekten uzaklaştırılan, durmadan yaratılan bir beden söz konusu. Estetik operasyonlar artık lise yıllarına inmiş durumda. Hele ABD’de mutlaka memeler ve yüz estetik. Tamamen gerçeklikten kopuk. Ve bu kadın üzerinden çok daha fazla ve baskıcı bir şekilde işliyor. Yüzyıllar içerisinde geriye baktığımızda hiç böyle bugünkü gibi bir zayıflık takıntısı da yok. Şimdiki durum çok acımasız. Sema Kaygusuz sergide kadınların çanta taşıma hikâyesinden bahsetmişti. Fransız Devrimi’nden önce kadınlar çok cepli giysiler giyiyor. Çanta çok sonradan ortaya çıkan bir şey. Ama böylece çanta kadının hareketini, bir yerden bir yere gidişini, özgürlüğünü kısıtlıyor.
2013 tarihli Eşik adlı videondaki ve Sırt Çantası adlı yerleştirmendeki çanta ise aynı zamanda bırakıp gitmeyi ve özgürleşmeyi imliyor. Öte yandan o çanta kendini erkeklerden ve dünyadan korumak için kullanılabilir. Onun içine koyulan şey seni koruyabilir de.
Evet, o da var. Aslında gerçekten çok okumalı. Çünkü bir taraftan da çok ağır bir çanta. Aynı zamanda, bütün eşyalarını içine koyuyorsan, mülksüzleşmiş oluyorsun. Eşikten çıkmamızı da sağlayabilir bu çanta. Nesnelerle kuşatılmış bir dünyanın içinde yaşıyoruz, ben de nesneleri özneleştirirek işlerimde konumlandırıyorum genellikle.
Pek çok durumda ev kadının mahkûm edildiği bir yer. 2015 tarihli Barikat işlerinde evin içinde siper kurup kendini korumaya çalışıyor kadın. Çanta bir barikat olarak da kullanılabilir.
Tabii. Evin içinde barikat kuracak hale gelmek çok acayip. Evin bayağı bir savaş alanı olduğunu hatırlatmak istiyorum burada. Kapıdan ne geleceği belli değil, evin içinde bir gerilla olmak da mümkün.
Kadın cinayetlerinin müsebbibi genellikle eşler. Çantasını almış, eşiğe çıkmaya hazır kadınlar öldürülüyor.
Genellikle boşanmış ya da boşanmaya çalışan kadınlar. Çok büyük bir savaş alanı ev… Mağdur tarafından bakmak, bütün o gerçekliği, o trajediyi kabul etmek yerine, onu dönüştürmeye çalışmak söz konusu genellikle işlerimde. “Kafama sıkar giderim” şarkısını bir kadın söylediğinde mesela (2005 tarihli video), bir kadın direnişine dönüşüyor, bambaşka bir anlam üretiyor. İşleri hep oralardan üretmeye çalışıyorum. Bunu yaparken kendi sınırlarımı da aşmaya çalışıyorum. Barikat’taki gibi silahlı fotoğraf çekmek mesela. Şiddeti işinin bir parçası yapıyorsun, bu çok zorlayıcı bir şey. Öz savunma esastır, ben de bunu göstermeye çalışıyorum. Şiddetin ifadesinde kullandığımız araçların da işlerde gösterilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bunları örtmek istemedim. Bunlara dokunamamak da bir tabudur diye düşünüyorum.
Çiçekli elbise göçü hatırlatıyor. Biz o elbiseleri giymedik, ama bizden öncekiler giydi. HES’te mücadele eden teyzelerin de elbisesi bu. Belki öldürülmüş Ermeni ya da Rum kadınlarının da elbisesi. Anadolu sonuçta böyle bir yer, çok çağrışım var.
İstikrarlı Ölüm’de 2015 yılında öldürülen 3322 işçi, kadın, mülteci, sivil ve güvenlik görevlisi için sunta üzerine 3322 çivi çakılıydı. 2019 tarihli Çiçek Yarası’nda ise pazen kumaşın çiçek desenlerine müdahale ederek öne çıkarttın, öldürülen kadınları dev bir pazen perdede çiçeklerle gösterdin. İki iş arasındaki duygu ve yöntem değişimi nasıldı?
Yas tutmakla ilgili ikisi de. Kadın cinayetleri giderek artan, hep kanayan bir yara olduğu için Çiçek Yarası’nı yaptım. İşin kendisi ve mevzu malzemeyi seçiyor. Kumaşı daha önce de kullanmıştım. Pazen kumaş şefkat ve sıcaklığa da giden bir şey. Anneannelerimiz, yengeler, ablalar, bütün bir gelenek kullanıyor bu kumaşı. Onun aslında ne kadar şefkatsiz bir şeye dönüşebileceğini de gösteriyor bu iş. Çiçekli elbise bana göçü de hatırlatıyor. Biz o elbiseleri giymedik, ama bizden öncekiler giydi. Şu anda kentli kadın giymiyor, ama köylü kadın giyiyor. HES’te mücadele eden teyzelerin de elbisesi bu. Belki öldürülmüş Ermeni ya da Rum kadınların da elbisesi. Anadolu sonuçta böyle bir yer, çok çağrışım var.
Ne kadar zamanını aldı bu dev yerleştirme?
Bir sene sürdü, ama son üç ayda günde dört saat uğraşarak yetiştirebildim sergiye. Çok sıkıcıydı bir taraftan. Oturup seriyordum kumaşı, açıyordum müziği. Bileklerim acıyordu artık. Sonunda biraz yardım aldım. İşi yaparken her şeyi dinledim. Caz, arabesk…
Toplum olarak çocukları koruyamıyoruz. Tam bir organize şiddet şebekesi var, bunun en zayıf halkası çocuk. O yüzden son yıllarımda çocuk mevzuuna geri döndüm. “Mührü Kırmak” bana kalırsa çocuk bölgesiyle, “Durum Duvarı”yla başlıyor ve “Ah Dünya Pijama Takımı” ile bitiyor.
Radyocu musun, yoksa dinlediğin müzikleri kendin mi seçersin?
Radyocu hiç değilim. Genelde kendi sevdiklerimi dinlerim. Gençlerden de çok öğreniyorum, atölyede bazen onlar seçiyor müziği. Arabesk severim, ama son yıllarda AKP’nin arabeski ele geçirmesiyle birlikte duymak bile istemiyorum. Sevdiğimiz sanatçıları böyle kaybetmiş olmak çok acı…
Sergideki çeşitli malzeme veya yöntemlerden biri yazı. Hatta 2011 tarihli Ceylan, tek bir cümleden ibaret: “Kızımın parçalarını eteğimde taşıdım.”
Evet, o cümle bir imge zaten. Onun üstüne bir şey eklemek olmaz. Çocuklar hakkında yazdığım yazılardan, kitaplardan, defterlerden taranmış kelimeler de var sergide. Bazı videolarda da tekstler var. Yazılı işleri seviyorum. Keşke daha çok olanaklarımız olsa, kamusal alanda sanat yapma gibi bir şansımız olsa mesela, kullanabilsek bir sürü şeyi. Ama gerçekten çok kısıtlı bir ortamda yaşıyoruz.
2018 tarihli Pembe çocuksu desenlerden oluşan bir kumaş işi ve üzerinde sanki barut lekeleri var, değil mi?
Evet. Çocuk konusu sanatta pek kimsenin irdelemediği bir konu. Çocuklar çok unutulmuş durumda. Bu mevzuda iki yüzlü bir toplumuz. Onlara karşı aşırı şefkatliyiz, ama bir taraftan da çocuğa hiç önem vermeyen, şiddet uygulayan bir toplumuz. Anneliğin kutsallaşması da kadınların zararına işliyor. Kadın cinayetleriyle birlikte çocuk cinayetleri de çok artıyor. Tuhaf biçimde toplum olarak çocukları koruyamıyoruz. Tam bir organize şiddet şebekesi var, bunun en zayıf halkası çocuk. O yüzden son yıllarımda çocuk mevzuuna geri döndüm. Ah Dünya Pijama Takımı (2018) siyahlarla yapılmış bir iş, serginin bittiği yer de benim için orası. Mührü Kırmak bana kalırsa çocuk bölgesiyle, Durum Duvarı’yla başlıyor ve Ah Dünya Pijama Takımı ile bitiyor. Ama orada ne yapıyorum? Geldiler’de mesela, o çocuğun yerine geçiyorum, ne olurdu, ne hissederdim diye düşünüyorum. Ben orada olsaydım (Geldiler’de Diyarbakır, Sur, Silopi, Cizre, Silvan… sayılıyor) ve öğretmenim gitseydi, ben ne hissedecektim? İşleri empati kurarak çıkarmaya çalışıyorum.
Sokağa çıkma yasaklarında şehirler abluka altına alınmakla kalmadı, ağır silahlarla mahallelere, hanelere, yatak odalarına girildi.
Ondan sonra battaniye işlerini yaptım. Yazdılar aynalara, iç çamaşırlarını çıkardılar kadınların odalarından. Çok acayip şeyler yaşandı. Seyirci olmak bile rahatsız ediyor, onu da kabul etmek istemiyorum. Çünkü ben onu uzaktan görüyor olsam bile bunun bir parçasıyım. Bize de mesaj veriyor, bize de yaşatıyor. Aynı ağırlıkta tabii ki değil, ama bizi de dönüştürüyor. Bu işleri yapmam gerektiğinin sorumluluğunu hissediyorum, ama illa ki böyle yapılacak diye bir şey de yok. Bir oyun var, bu oyunun kuralları içerisinde yapıyoruz yapabildiğimizi. Bir sınırın içerisinde nereye kadar gidebilirsek oraya kadarını gösterebiliyoruz, özgürce üretemiyoruz.
Express, sayı 172, Bahar 2020