Görmeyen var mı? O videoyu görmeyen pek azdır herhalde. Yol TV’nin sokak röportajlarının birinde, aniden gelişen bir kontratak ve doksana takılan top: “Bu devlette hard kapitalizm var!” Bu “Messi golü”nün başlangıç sahnesi, 23 Haziran seçimi üzerine Özge Uyanık’ın mikrofonuna konuşan “makbul vatandaş” topluluğundan birinin “devletsiz millet, milletsiz devlet olmaz” demesi. Sonrası, Azadî Kaya adlı yurttaşın atağa kalkışı: “Devletsiz millet ney! Bu devlette hard kapitalizm var, leşçi, can alıcı! Faşizan… İçtiğin bir bardak suyun yarısı vergi…” Sosyal medyada izlenme rekorları kıran bu video bize ne söylüyor? “Hakikatin nerede, ne zaman, kimin ağzından döküleceği belli olmaz”ı tescil eden bu görüntülerin “etiket kelimeleri” neleri imliyor? Hard kapitalizm nedir, nasıl işler, bir topluma neler yapar? Türkiye hard kapitalizmi nelere gebe? Altı bölümlük “dosya”nın açılışını Ümit Akçay’la yapıyoruz. Sonraki bölümlerde, sırasıyla Hayri Kozanoğlu, Yahya M. Madra, Bahadır Özgür, Başaran Aksu ve Aslı Odman’a bağlanıyoruz.
Neden “kapitalizm” değil de “hard kapitalizm” denince daha gerçekçi bir tabirmiş gibi algılıyoruz?
Ümit Akçay: Yol TV’deki röportajında Azadî Kaya “hard kapitalizm” tabiriyle milyonlarca emekçinin gündelik hayat deneyimini özetlemiş. Hatta sonrasında kullandığı iki sıfat, “leşçi” ve “can alıcı”, kapitalizme dair yapısal özellikler olarak görülebilir. Konuyu şöyle açabilirim: Bu konunun –özellikle akademide– tartışılması sırasında iki belirgin hata yapılıyor. İlki, tarihsel bakış eksikliği, ikincisi Batı-merkezcilik.
İlkini biraz açarsam, güncel durumu analiz ederken genellikle kapitalizmin 1945-1980 arasındaki “altın çağı”na referansla değerlendirmeler yapılıyor. Böyle olunca, sosyal hakların, sendikaların güçlü olduğu, eğitimin, sağlığın, emekliliğin, ulaşımın, barınmanın metalaştırılmadığı bir kapitalizm karşımıza çıkıyor. Bu daha çok erken kapitalistleşmiş ülkeler için geçerli, ancak bizim gibi ülkelerde de sınırlı da olsa benzer uygulamalar mevcut. Bunu oluşturan özgül dinamikler görünmez kılındığında, ortaya çıkan “refah devleti modeli” kapitalizmin “normal hali” olarak algılanabiliyor.
Oysa, 1970’lerdeki krizden sonra işçi sınıfının kurumsal, örgütsel, siyasi ve ideolojik gücünün sürekli geriletilmesine dayanan bir sermaye projesi olan neoliberalizmin uygulanmasıyla kapitalizm yeni bir aşamaya geçti. Bunun “normalden sapma” mı, “normale dönüş” mü olarak görüleceği, yaptığınız analizin tarihsel genişliğine göre değişir. Ben bu tartışmada, 1945-1980 arasındaki dönemin başta işçi sınıfının kazanımları ve Sovyetler Birliği gibi rakip bir gücün varlığı gibi nedenler sonucunda oluşan bir “parantez” olduğunu düşünüyorum. Böyle bakınca, kapitalizm her zaman “hard”dı, onu “insanileştiren” geniş toplum kesimlerinin kendi hakları için yaptıkları mücadeleydi. Bu mücadelelerin dönemsel olarak gerilemesi neticesinde vardığımız yer 1945-1980 arasındaki refah devleti parantezinin kapanması oldu. Yani, 1945 öncesindeki gibi, “hard kapitalizm”e dönüldü.
Tartışmadaki ikinci hatayı, “Batı-merkezcilik”i nasıl tanımlıyorsunuz?
Aslında daha iyi bir tabir bulamadığımdan “Batı-merkezcilik” ya da “Avrupa-merkezcilik” diyorum. Kastettiğim şu: “Batı” dışı kapitalistleşme deneyimlerini incelerken kullanılan “çarpık kapitalizm”, “eş-dost kapitalizmi”, “patrimonyal kapitalizm” gibi kavramların, açıklayıcı olmaktan çok, gerçeğin üzerini örten bir işlev gördüğü kanaatindeyim. Bu tip kavramlarda, esasında yaşadığımız sorunların kökeninde kapitalizm değil, kapitalizmden uzaklaşmış ya da henüz ona yaklaşamamış bir sistem (eş-dost kapitalizmi) olduğu ima ediliyor.
Tespit bir kere böyle yapıldığında, kapitalizm olmadığından burjuvazinin, burjuvazi olmadığından da işçi sınıfının olamayacağı, bu ikisi de olmadığı durumda demokrasinin de söz konusu olamayacağı, her şeyin devlet ile başlayıp bittiği bir yapı karşımıza çıkıyor. Bu oldukça yaygın ve yanıltıcı bir bakış açısı. Bunun doğal sonucu düzenli-kurallı kapitalizm, yani 1945-1980 arasında görülen, ancak Batı Avrupa’nın kapitalistleşme deneyiminin ürünü olan kurumsal ve siyasi yapının çözüm olarak önerilmesi oluyor.
Neoliberalizm ile kapitalizm yeni bir aşamaya geçti. “Normalden sapma” mı, “normale dönüş” mü olarak görüleceği, analizin tarihsel genişliğine göre değişir. ‘45-‘80 döneminin bir “parantez” olduğunu düşünüyorum. Refah devleti parantezi kapandı, “hard kapitalizm”e dönüldü.
Esasında kapitalizmin bir dünya sistemi haline gelmesini kolaylaştıran, onun esnekliği. Kapitalizm sadece hukukun üstünlüğünün olduğu, Weberyan bürokratik yapı ile liyakate dayanan atamaların yapıldığı ve kuvvetler ayrılığı ile yönetilen ülkelere özgü bir sistem olsaydı, bir dünya sisteminden bahsedemezdik. Bir başka ifadeyle, kapitalizm, ulaştığı coğrafyalarda, kendinden önceki siyasi, kurumsal ve kültürel yapıları sıfırlayıp, deyim yerindeyse temiz bir sayfa üzerine yeni bir sistem inşa etmiyor. Aksine, kapitalist toplumsal ilişkiler, tam da bu kurumsal, kültürel ve sınıfsal yapılar üzerine inşa ediliyor, bu eski yapıların yeniden üretimleri kapitalizm dolayımıyla gerçekleşiyor. Ve yine tam da bu nedenle, kapitalizmin farklı biçimlerinden bahsedebiliyoruz. Ancak burada vurguyu farklılıklara değil, ortak olana, yani kapitalizmin bizatihi kendisine yapmanın daha önemli olduğunu düşünüyorum. Aksi halde bir evrensellikten bahsedemeyiz. Hayatta kalabilmek için emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan milyarlarca insanın emek gücünün sömürüsüne dayanan bir sistem var. Bu mekanizmayı karşımıza almadıkça, yaşadığımız sorunları ikincil görünümlere yüklüyoruz. Burası çıkmaz bir yol.
Neoliberalizm altında işleyen çalışma rejiminde güvencesiz çalışmanın yaygınlaşıp çalışma zamanıyla boş zaman arasındaki ayrımın bile anlamını yitirdiği, kemer sıkma politikaları ve yüksek enflasyon nedeniyle alım gücünün sürekli azaldığı bir dönemden geçiyoruz. Bu bağlamda hard kapitalizm, neoliberalizm midir?
Buna katılabilirim, ama önceki soruda belirttiğim gibi neoliberalizm zaten sosyal devlet parantezinin kapanması anlamına geldiği için, esasında hard kapitalizm, kapitalizmin bizzat kendisidir diyebiliriz.
Türkiye kapitalizminin “hard”laşmasında başkanlık sistemi nasıl bir paya sahip?
Başkanlık sistemi, yapısal krizle birlikte olgunlaştı. Nicos Poulantzas’ın kullandığı şekliyle yapısal kriz, devlet krizi ile siyasi ve ekonomik krizin birleşmesinden oluşuyor. Türkiye özellikle 2013 sonrasında bu konjonktürde. Burada krizin yönetimi, eski kurumsal ve siyasi kalıplar içinde kalarak gerçekleşemiyor. Merkez Bankası başkanının Türkiye’de ilk defa görevden alınması, bu sürecin bir görünümü.
Türkiye’nin güncel ekonomik ve siyasi sorunlarında mevcut siyasi modelin, yönetimdeki kişilerin ya da daha genel anlamda “anayasasızlaşma, kurumsuzlaşma” sürecinin bir etkisi elbette vardır. Ancak bugüne gelinen yolun taşları 2002-2007 döneminde atılmıştır, “iyi AKP” ile “kötü AKP” arasında kopuştan çok bir süreklilik var.
Hayatta kalabilmek için emeğinden başka satacak bir şeyi olmayan milyarlarca insanın emek gücünün sömürüsüne dayanan bir sistem var. Bu mekanizmayı karşımıza almadıkça, yaşadığımız sorunları ikincil görünümlere yüklüyoruz.
Hard kapitalizm koşullarında gidilen 23 Haziran seçimlerinin sonuçları ne söylüyor?
AKP ve MHP’den oluşan iktidar koalisyonu için tam bir hezimet yaşandı. Bu hezimet, iktidar koalisyonunun iktidar bloku içindeki konumunu aşındırıyor. Bu gerilemeye karşı Merkez Bankası bağımsızlığının ortadan kaldırılması hamlesi geldi. Artık kılıçlar çekilmiş durumda, Saray ne pahasına olursa olsun iktidardan düşmek istemiyor, ancak yapısal kriz derinleştikçe düşüş hızlanıyor. Çok daha sert bir süreç bizi bekliyor olabilir.
AKP’nin uzun süreli iktidarının sırrını şöyle açıklıyorsunuz: “2000’lerde uygulanan sert neoliberal ekonomik programın ortaya çıkarması muhtemel toplumsal hoşnutsuzlukları törpüleyecek mekanizmaları kurabilmesi.” Peki ya şimdi?
Şimdi bu törpüleme mekanizmaları tekliyor. Bunun en doğrudan sonucu, yenilenen İstanbul seçimlerinde AKP’nin neredeyse 2002 seçimlerindeki düzeye gerilemesidir. İktidarın üzerindeki kemer sıkma politikalarını uygulama baskısı sürecek, ancak iktidar bundan kaçınmak için elinden geleni yapacak. Çünkü kemer sıkma, bu telafi mekanizmalarının işleyememesi, iktidarın sonu demek.
Önümüzdeki altı aya ilişkin öngörüleriniz neler, Türkiye kapitalizmi daha ne kadar sertleşir?
2019 yılına ait en iyimser tahminler bile yılın daralma ile biteceğini söylüyor. Bu anlamıyla çalışanlar açısından 2019 kayıp bir yıldır. Hayat pahalılığının ve işsizliğin aynı anda artması, geniş toplum kesimleri için bir çifte kapan gibi işliyor; birinden kaçan, diğerinden kaçamıyor. Ancak 2019’un geri kalanı için tayin edici olan, iktidar bloku içindeki mücadelelerin nasıl şekilleneceği. Zira bu, krizin gidişatı için de önemli. Buna dair bir öngörüde bulunmak falcılık olur, ama şimdilik bildiğimiz şu: Yapısal kriz konjonktürü AKP’nin gücünü geriletiyor, gerisi diğer aktörlerin, muhalefetin adımlarına göre şekillenecek.
Hard kapitalizmin işsizlik ya da açlıkla tehdit ettiği insanların eylemleri, çeşitli itiraz, direniş biçimleri bize ne diyor?
Tarihsel olarak kapitalizmi geriletmenin, çalışanların örgütlü, kurumsal, siyasi, ekonomik ve ideolojik mücadelesi ile gerçekleştiği görüldü. Basitçe söylersek, tarihsel olarak çalışanların hayatlarının düzeltilmesinin tek yolu sınıf mücadelesiydi. Ancak son dönemde, sınıf mücadelesine gerek olmadan, bireysel olarak hayat şartlarının düzelebileceği illüzyonu yaratıldı. Borçlan(dır)ma sayesinde gelirler artmasa da harcamaların artabileceği düşünüldü. Şimdi yapısal kriz bu finansal içerilme modelinin sınırlarını gösteriyor. Karşımızda işsizliğin ve hayat pahalılığının patladığı bir durum var. Bireysel itirazlar çok değerli, insanlık onurunun bir gereği. Ancak bunun çalışanların özgüçlerinin, örgütlenme kapasitelerinin artırıldığı bir mecraya evrilmesi gerekiyor. Nasıl olur, bilemiyorum. Özne tartışması her zamanki gibi çok önemli demekle yetineyim.