Ülkü Tamer’i 1 Nisan akşamı yitirdik. İkinci Yeni’nin ikinci kuşağından, Cemal Süreya’yla beraber taşra yaratıcılığına en yakın simalarındandı. Sadece şiirle sınırlı kalmayan bir kültür neferiydi. Çeviriler yaptı, çocuk edebiyatına büyük emek verdi, gazetecilik ve yayıncılıkla iştigal etti, tiyatroda oynadı, sinemayla ilgisini daima diri tuttu. Şiir çevirileri ayrıca güzeldi, hem “Türkçe söyler” hem şairi “buralılaştırmazdı”. Zülfü Livaneli, Selda Bağcan, Ahmet Kaya, Grup Yorum gibi isimlerin okuduğu şiirleri ve şarkı sözleriyle bir neslin kulağında çokça yer etmişti. 2000’de Roll için on şarkıyla karşısına oturduğumuzda Radikal gazetesinde düzenli yazılar yazıyordu. On şarkı vasıtasıyla Ülkü Tamer’in şiir ve edebiyat dışındaki dünyasına, Antep’te geçen çocukluğuna, erken yaşta tanıştığı sinemaya, gençliğinde çokça ilgilendiği tiyatroya, at yarışı ve futbol merakına uzanmaya çalışmıştık. Devri ve eseri daim olsun.
Cevdet Duygulu – Alleben’in Düzüne (Gaziantep Türküleri)
Ülkü Tamer: Antep… Tabii ki Antep, Alleben…
Türkünün adı Alleben’in Düzüne.
O CD çok güzel. Onu aldım, birkaç kişiye hediye ettim, Eskişehir’de kardeşim var, ona gönderdim. En sevdiğim albümlerden biri.
Alleben deyince akla artık siz geliyorsunuz.
Alleben Antep’in benim için neredeyse bir simgesi. Şehri ortadan ortadan bölen bir dere Alleben. Bizim çocukluğumuzda şakır şakır akardı, sonra kurudu. Ama şimdi Antep Belediyesi Alleben’i yeniden Alleben yaptı, akan bir dere hali ne getirdi.
Sizin çocukluğunuz o derenin çevresinde mi geçti?
Tabii. Küçük bir şehirdi. Hele haftasonları biz sahraya, yani pikniğe giderdik. Kavaklık diye bir yer vardı, şehrin piknik yeri, yemyeşil ağaçlar arasındaydı ve Alleben akardı. Alleben’e girerdik, orada çimerdik. Yanında kebaplar yapılırdı, oynardık. Çocukluğum Alleben’de geçti.
Alleben’in etrafında geçen o yıllar size çok mutlu bir çocukluk geçirmişsiniz duygusu veriyor mu?
Tabii, inanılmaz bir şans, benim çocukluğum çok güzel geçti. Çocukluğumu yaşadım ben, Alleben’de ve sinemada. (gülüyor)
Nasıl bir aileydiniz?
Babama İpekçi Tahsin derlerdi. Bir-iki tezgahı vardı, Antep dokumaları dokuturdu. Antep’e ipeği ilk getiren adam oydu. Babamın bir öncülüğü daha var, bunu bana çok yaşlı bir Antepli anlattı, babamın ölümünden sonra: Antep’e dışarıdan gelin getiren ilk kişi babam. Antep çok dar bir çevre, adeta bir site, dışarıya kesin açık değil, her şey kendi içinde. Annem Eskişehirli. Babamın askerlik arkadaşının kızkardeşi. O zaman Eskişehir’den Antep’e gelin getirmek, bugün Eskimolardan, Paraguay’dan gelin getirmek gibi bir şey. Babamın bazı akrabaları, teyzeleri, teyze kızları filan babama cephe aldılar. Babam da hepsine bayrağı çekti, hepsiyle ilişkisini kesti. Annem yalnızlık çekmesin diye de Eskişehir’den anneannemi getirdi ve onu annesi bildi. Annem has Antepliden daha has Antepli oldu, yemekleriyle, alışkanlıklarıyla, adetleriyle.
Siz nasıl Antep dünyasının dışına çıkabildiniz, nasıl bir kültür buna vesile oldu?
Annem okumayı seven bir kadındı, Rüzgâr Gibi Geçti okurdu, Kerime Nadir’ler, Muazzez Tahsin’ler okurdu. Babam gazete-dergi okurdu, kitap çok fazla okumazdı. Ama daha biz ilkokula gitmeden bize kitaplık yaptırdı. İstanbul’dan Remzi Kitabevi’nin, Milli Eğitim Bakanlığı’nın bütün dünya klasikleri serisini getirdi, hepsini ciltletti. Ben okur hale geldiğimde koskoca bir hazine vardı elimde. Antep’te eğitim imkânları çok sınırlı o zaman. Babam da üniversite filan görmemiş bir insan, ama İstanbul’a yatılı gönderdi beni, Robert Kolej’e.
Antep’te etkilenebileceğiniz nasıl bir kültür ortamı vardı?
Bir klasik Türk müziği korosu vardı mesela, bugün bile var ve sanıyorum Türkiye’deki en iyi klasik Türk musikisi korolarından biri. Benim çocukluğumda Anadolu’ya tiyatro filan gitmezdi, ama Antep’e gelirdi kumpanyalar. Yedi-sekiz tane sinema vardı. Sözünü ettiğim yıllar 1940’lar.
Toplanıp müzik çalmalar olur muydu, mesela Urfa’daki sıra geceleri gibi?
Pikniklerde olurdu onlar. Antep’in bir özelliği de şu: Başka yerlerde erkekler ayrıdır, kadınlar ayrıdır; Antep’te kesin böyle bir şey yok. Kadın ve erkek daima beraber. Pikniğe mi gidilecek, sadece bir aile kendi içinde köşede değil, eş, dost, bütün tanıdıklar, kadınlar, erkekler… Sinemaya mı gidilecek: Kadınlar, erkekler iç içe. Halk oyunlarından da belli bu: Kadın-erkek birlikte.
O yıllardan kulağınızda kalan ezgiler var mı?
Ben müzikle fazla ilgilenmedim doğrusunu isterseniz, çocukluğumda da, ilkgençliğimde de. Müzikten çok sinema ve edebiyat beni çekiyordu. Sinema zaten bizim için dünyaydı.
Fikret Kızılok – Leylim Leylim (45’lik)
Çok güzel…
Aslında ilk dize yüzünden çaldık: “Kara tren katar katar…”
Tren benim için çok önemli. Çocukluğumuzda hep trenler, trenler… O zaman otobüs yoktu, çok seyrekti, insan otobüsle şehirlerarası yolculukları düşünemezdi. Özellikle İstanbul’da yatılı olduğum zamanlarda, ilkokulda ninemle Eskişehir’e tatile gittiğim zamanlarda yılda altı kere Narlı-Haydarpaşa yapardım. Antep’te tren istasyonu yoktu o zaman, Narlı’da vardı, Antep’e elli kilometre. Orada lüks lambalarıyla, sivrisinekler arasında, kışsa içeride sobanın başında tren beklerdik saatlerce. Gece hep tehirli olurdu, üç saat tehir varsa çok iyiydi, ama genellikle sekiz saat, on saat tehirle gelirdi. Posta treni gelirdi, tıklım tıklım dolu. Hadiii, herkes doluşurdu, koridorlarda Adana’ya kadar giderdik.
Sever miydiniz treni?
Sevmezdim. Fakat insan bazı şeyleri yaşarken sevmiyor da, sonra onları anarken sıkıntısı, eziyeti geçmiş oluyor, oradan kalan güzellikleri insan hatırlıyor. Yoksa o anda yaşarken, trenin içinde eziyetten başka bir şey değil. Hele mesela Konya ovasını geçerdik, bütün gün Konya ovası, etrafta bir ağaç bile görünmezdi, sıkıntıdan patlardık. Gece yatamazsın, oturarak uyumak zor…
Antep’ten Narlı’ya nasıl giderdiniz?
Otobüs kalkardı Antep’ten.
Uçurumlu yoldan geçerdiniz…
Evet, Karabıyıklı’dan. O elli kilometreyi iki buçuk saatte alırdı. Narlı’dan Antep’e dönerken Başpınar diye bir yer vardı, şu anda Antep’in içinde, oraya gelince kebap molası verilirdi, sanki daha uzun yolumuz varmış gibi. Sonra otobüse binilirdi, hop, beş dakika sonra Antep.
Antep’te bir keyfe düşkünlük varmış demek…
Vardı. Antepli müthiş çalışkandır. Güneş doğduktan sonra kalkmak ayıp, “göbeğine gün değdi, uyan” derlerdi. Güneş daha doğmadan kalkılır, akşama kadar deli gibi çalışır herkes. Ama iş bittiği anda keyif. Çalışmak sonuna kadar ama, eğlenmek de sonuna kadar.
Yemek…
Yemek ve içmek. Antep’teki rakı tüketimi nüfusa uyarlanınca hâlâ bir numara. Benim çocukluğumda Antep’te bir Tekel fabrikası vardı, Antep’in ihtiyacını karşılayamazdı, başka şehirlerden rakı gelirdi. Ama içki sırasında en ufak sululuk, sapıtma diye bir şey yok. Biri öyle bir şey yapsa bir daha o masaya oturamazdı.
Güzel dengelemişler, şimdi eğlence de iş gibi oldu…
Şimdiki eğlencelerde insani ilişkiler yok. O zaman her şey bu insan ilişkilerinin üstüne oturmuştu, eğlence de.
Antep’in bir özelliği de şu: Başka yerlerde erkekler ayrıdır, kadınlar ayrıdır; Antep’te kesin böyle bir şey yok. Kadın ve erkek daima beraber. Pikniğe mi gidilecek, sadece bir aile kendi içinde köşede değil, eş, dost, bütün tanıdıklar, kadınlar, erkekler… Sinemaya mı gidilecek: Kadınlar, erkekler iç içe. Halk oyunlarından da belli bu: Kadın-erkek birlikte.
Demiryolu son zamanlarda “bolşevik işi” gibi görülür oldu…
Aslında en iyi, en güzel ulaşım aracı tren. Ama tabii eskisi gibi bırakmamak koşuluyla. Bugün Avrupa’ya gittiğinizde, yolculuk deyince, çok uzun mesafe değilse, herkes tren düşünüyor. Hem hızlı hem rahat, bizim zamanımızdaki posta trenleri gibi değil. Restoran değil, su alacak yer yoktu, herkes testilerle, iki gün iki gece. Bir istasyonda durulduğunda herkes aşağıya hücum ederdi, testilerini doldurmaya. Sepetler dolu, herkes çıkarır, paylaşır, birbirine ikram eder…
Biraz da atlardan bahsedelim: Girdiğimizde Bursa yarışlarını seyrediyordunuz, hâlâ seyrediyoruz, ayrıca At Yarışı Yazarları Derneği’ne üye olduğunuzu söylediniz, üyesi olduğunuz tek dernekmiş. Şiirlerinizde de çok güçlü bir tema at…
Üyeyim, ama at yarışıyla ilgili bir tek yazı yazmadım. Atı çok severim. Ata binmedim, onu söyleyeyim. Çok duygulu bir hayvandır at, yarışlardan biliyorum: Birtakım atlar var, biliyorlar yarış kazandıklarını, onların duyduğu sevinci görebiliyorsunuz, inanılır gibi değil. Hele bir at vardı, yarış kazandığı zaman yerlerde yuvarlanırdı; kaybettiği zaman başını önüne eğer, doğru ahıra giderdi. Bursa yarışlarında bir şey oldu bundan beş-altı sene önce: Bir at, tam potayı geçerken, yani beş metre filan kalmışken yere kapaklandı, yıkıldı. Fakat yarışın beş metre ileride bittiğini biliyor, yerde sürünerek, emekleyen çocuk gibi, çizgiyi geçti, ondan sonra bıraktı kendini. Onu dünya televizyonları da gösterdi.
Kaç zamandır var bu merakınız?
35 yıl oluyor… Derneğe üye oluşum da şöyle: At yarışlarına hep giderdim, bizim basın tribünü var, oraya otururdum. Dernek üyeleri de arkadaşlarım, gel dediler, seni de üye yapalım, sen de yazarsın. Öyle üye yaptılar.
At yarışı oynuyor musunuz?
Oynuyorum, ama bugün oynamadım.
Hiç kazandınız mı büyük para?
Yok, biz kazandığımız zaman üç milyon, beş milyon veriyor.
Riskli davranıyor musunuz peki, sürpriz bir atı tek geçiyor musunuz mesela?
Geçiyorum tabii. Daha önceki koşularına, performanslarına bakıyorum. Bir-iki arkadaşım var, sürekli çalışıyorlar. Birinin hanımı demiş ki, “bu böyle olmayacak, ya bir kursa gönderelim seni, ya da bir hoca tutalım…” Keyif…
Başka spor dallarına var mı ilginiz?
Futbol. Çocukluğumda, ilkgençliğimde çok futbol oynardım, ama çok kötü bir futbolcuydum: Ayağıma gelince bir şut patlatırdım, bazıları isabetli olurdu. Ben tiyatroda, Keşanlı Ali Destanı’nda oynarken, oyuncularla Edebiyatçılar Birliği maçı yaptık. Ben tiyatrodaydım, ama edebiyatçıların takımında oynadım, Orhan Kemal’di bizim kaptan. Keşanlıların kaptan da Haldun Taner. Maçın hakemi de Halit Kıvanç’tı. Bayağı formalar mormalar… 5-3 yendik biz. Beş gölün üçünü ben attım, benimle bir hafta tiyatroda konuşmadılar.
Orhan Kemal’den iyi kaptan olurmuş…
Penaltıdan bir gol attı, kaleciyi sağa yatırdı, soldan… Canavar gibi.
Bosphorus – Upon The Bridge Of Galata (Last Boat From Halki)
Bizlere de hitap eden şeyler bunlar, aynı iklimin, aynı coğrafya parçasının insanlarıyız. Yabancılık çektiğimiz şeyler değil, yüreğimizde bizim de kıpırtılar uyandıran şeyler bunlar.
Şarkının adı “Galata Köprüsü’nün Üzerinde”… Siz istanbul’a ne zaman geldiniz?
1945 olmalı, sekiz yaşında falandım. Biraz şaşkınlık duymuştum belki. Eskişehir’e giderdik dayımlara, bir hafta on gün kalırdık. Sonra iki gün İstanbul’da kalır, Antep’e dönerdik. Karaköy’de bir otelde kalırdık, rıhtımda. Beyoğlu’na çıkardık sarı tramvay hattıyla. O iki güne ne sığdırırsak… Ama mutlaka bir sinema sığdırırdık. Filmden çok sinema salonu seçilirdi, büyük sinema olması gerekirdi. Bahçekapı’dan mutlaka Hacıbekir şekeri yaptırılırdı, eşe dosta götürmek için. İstanbul’dan gidecek tek hediye oydu, başka ne götürseniz makbule geçmezdi. Gidip en lüks pastaneden harika çikolatalar alsak, “bize bunu mu layık gördüler” diye bir hava uyanırdı.
İstanbul’da yerleşikliğiniz ne zaman başladı?
‘48’de yatılı okumaya başladım, ‘58’e kadar yazları gidip geldim. Fazla yabancılık çekmedik, küçük bir İstanbul’du, bugünkü gibi değildi. Okulda tabii arkadaş grupları oluşuyor, bizi de sanat, edebiyat bir araya getirdi. Daha sonra dışarıyla ahbaplıklar başladı.
İlk şiir kitabınız da 1959’da çıktı…
Evet. O zaman dergilere yazıyorduk, Varlık, Yeditepe, Pazar Postası… Ama temelde Pazar Postası’ydı. Sonra A dergisini yayınladık, Adnan Özyalçıner, Kemal Özer, Onat Kutlar, Ferit Öngören, Doğan Hızlan’la. İlk kitabım da A Dergisi Yayınları zaten.
Daha önce dinlediniz tabii ama, Rum müziğiyle herhalde doğrudan Mikis Theodorakis’le tanışmış oldunuz…
Zülfü (Livaneli) daha önce Atlının Türküsü’nü, Memik Oğlan’ı bestelemişti. Bir gün geldi, dedi ki, “bir albüm yapacağım, on şarkı olacak, beşi benden, beşi Theodorakis’ten, söz yazar mısın?” Benim o zaman müzik üzerine söz yazmak aklımdan bile geçmeyen bir şey. Bunun prozodi gibi bin türlü netameli şeyi var. La la la la diye hece sayarak oturdum masa başına. Benim için de yeni bir deneyimdi. Güç bir deneyimdi, ama hoşuma gitti, biraz uğraşmayı, didişmeyi de seviyorum, çok kolay olunca o kadar büyük keyif duymuyorum. Güneş Topla Benim İçin’i Karacaoğlan’ın Çiçek Topla Benim İçin’inden yola çıkıp yazmıştım, Selam Olsun lafı da Yunus’un lafıdır.
Gündelik hayatınızda nasıl müzikler dinlersiniz peki, mesela kitap okurken müzik dinler misiniz?
Hayır, sessizce kitap okumayı tercih ederim, çalışırken de öyle. Ben daha çok bizim halk türkülerini seviyorum, Batı müziğini de seviyorum tabii. Ama türkü deyince Yavuz Top’tu, Arif Sağ’dı, Belkıs Akkale’ydi, Musa Eroğlu’ydu, hepsini seviyorum.
Keşanlı Ali Destanı’nda oynarken, oyuncularla Edebiyatçılar Birliği maçı yaptık. Ben tiyatrodaydım, ama edebiyatçıların takımında oynadım, Orhan Kemal’di bizim kaptan. Keşanlıların kaptan da Haldun Taner. Maçın hakemi de Halit Kıvanç’tı. Bayağı formalar mormalar… 5-3 yendik biz. Beş gölün üçünü ben attım, benimle bir hafta tiyatroda konuşmadılar.
Şiirleriniz Zülfü Livaneli dışında pek çok insan tarafından okundu…
Evet, Edip Akbayram okudu, Banu, Selda, Grup Yorum okudu…
Edip Akbayram’ın ilk çıkışını hatırlıyor musunuz, Altın Mikrofon’da…
Hatırlıyorum tabii. Cem Karaca’yı da hatırlıyorum. Bizim Cem’le oldu bir ortak çalışmamız: Ulvi Uraz bir oyunu adapte etmemi istedi, Osmanlı pop müzikali olacaktı, “yalnız bir şartım var” dedi, “adı ‘Püsküllü Moruk’ olacak”. Cem de müziği yaptı. Müzikler gerçekten harikaydı, ama oyun tam fiyasko oldu, iki seksen yattı. Tam kayda girildi müzik, dedim ki, “Cem, biz yandık, müzikallerde uvertür bölümü olur, açılış olur, bizde uvertür yok”. “Haa” dedi, çekildi bir odaya, on dakikada bir uvertür çıkardı. Çok iyiydi müzikleri. Yazık ki bende hiç kaydı yok.
Cem Karaca sever misiniz?
Cem benim için apayrı bir yerde duran biri. Cem’i çok severim. Ama, kendisine de kırk kere söyledim, zincirlik delidir. Ama tatlı delidir. Bugün bir şeyler söyler, müthiş savunarak, bağırarak, inanır o anda, ertesi gün tam aksini söyler. Ama belli bir çıkar uğruna değil, o gün öyle eser Cem’e. Kendine özgü biridir. Birtakım değişiklikler onda hep olur, ama art niyetle değildir bunlar. O anda yaptığına inanır, “şunu yapayım da şöyle bir çıkarım olsun” diye değil. Cem’i hep dinlerdik biz. İster istemez dinlerdik, hem arkadaşımızdı hem Toto hanımın oğluydu, kulisteydi her gün.
Beni Siz Delirttiniz diye bir şarkısı vardı.
Valla o şarkıyı bilmiyorum ama, annesini çok delirttiğini biliyorum. Birbirlerine taparlardı, çok severlerdi birbirlerini, ama sürekli birbirlerine bağırırlardı. Toto Cem’i evlatlıktan reddederdi, Cem Toto’yu annelikten reddederdi, on dakika sonra sarılırlardı.
Peki Edip Akbayram’la aranızda bir Antep bağı kuruldu mu?
O müzik yapan, ben şiir yazan biri olarak tanıştık, Anteplilik sonradan ortaya çıktı. Kaynaşmaya yardım ediyor tabii. Ama öyle ortak hatıralar Edip’le pek yok, çünkü bayağı da bir yaş farkı var zannediyorum.
Bruce Springsteen – The Ghost of Tom Joad (The Ghost of Tom Joad)
(ilgiyle dinliyor) Kim bu?
Bruce Springsteen. Şarkının adı da The Ghost of Tom Joad. Tom Joad’la Gazap Üzümleri’nden tanışıyoruz, kitabı siz de çevirmiştiniz…
Oyunlaştırılmıştı, ben oyununu çevirmiştim. Filmini çok sevmiştim, John Ford’un filmi, adamım da oynuyor, Henry Fonda…
Tom Joad deyince, Gazap Üzümleri deyince ne canlanıyor gözünüzde?
O zamanın Amerika’sını görüyorum. Bir toplumbilim kitabını ya da bir tarih kitabını okumaktan çok daha berrak, daha açık, ince çizgilerine kadar rahatça görebiliyorum. Herhalde sanatın gücünden gelen bir şey. Kitabı okuyunca “hah, o zamanki Amerika bu” diye görüyor insan ve onun yalan olmadığını anlatan bir içtenlik, doğruluk var kitapta. En güçlü romanlardan biri dünya edebiyatında.
Bir sürü insanın topluma dair düşüncelerini etkileyen, hatta belirleyen bir kitap Gazap Üzümleri…
Mutlaka. İnsan “beni bu hale şu eser getirdi” diyemiyor ama, o kazanın içinde mutlaka Gazap Üzümleri de var.
Bruce Springsteen yeni Tom Joad’lardan, Yeni Sağ Amerika’sındaki Tom Joad’lardan bahsediyor…
Bilemiyorum, ama belli bir şeylerin geri gelmesi gerektiğine inanamıyorum. Belki yeni değerler ortaya çıkabilir. Dünya o dünya değil çünkü, değişen bir dünya. Şunun benzeri olsa değil de, o dünyanın gerektirdiği yeni değerlerin ortaya çıkması, üretilmesi gerek diye düşünüyorum.
Ama Tom Joad da sömürüyü, genel olarak sömürüyü sembolleştiren bir figür…
Sömürü hep var. Belki Gazap Üzümleri zamanında portakal toplamaya gidenlerin uğradıkları sömürü değil de, başka türlüsü var, ama mutlaka var. Bunlar biçim değiştiren durumlar, sömürüler. Sadece arazileri büyük şirketlerce ellerinde alınmış çiftçiler değil de, işçilere, belki de bir şirkette beynini akıtan, belirli bir düzeye gelmiş kişilere, sanatçılara yönelik sömürü var. Tom Joad’lar aynı Tom Joad’lar değil, ama var… Çayları tazeleyeyim…
Sömürü hep var. Belki Gazap Üzümleri zamanında portakal toplamaya gidenlerin uğradıkları sömürü değil de, başka türlüsü var, ama mutlaka var. Bunlar biçim değiştiren durumlar, sömürüler. Sadece arazileri büyük şirketlerce ellerinde alınmış çiftçiler değil, işçilere, belki de bir şirkette beynini akıtan, belirli bir düzeye gelmiş kişilere, sanatçılara yönelik sömürü var. Tom Joad’lar aynı Tom Joad’lar değil, ama var…
Aşık İhsani – Yazacağım (Aşık İhsani)
Bana İhsani’den söz etmeyin… (gülüyor)
Bir hatıranızı yazmıştınız, Aydemir Akbaş filan vardı işin içinde…
Tosun’un meyhanesine gitmiştik. İnsanlar, solcular diyeyim, İhsani’yi “bakın, Anadolu’nun bağrından bir solcu sanatçı çıktı” diye süs gibi yanlarında gezdirirlerdi. Çıktım bir ara, Adnan (Özyalçıner) demiş ki İhsani için, “ya ne sahtekâr herif bu”. Aydemir de sarhoş, iki tane patlatmış. Bir döndüm, kan içinde Adnan… İhsani’ye fazla sempatim yok benim. Gerçekten sosyalist, buna inanmış, bu işe yüreğiyle, emeğiyle, kafasıyla bağlanmış, hayatını vermiş kişiler var; bir de bunu, solculuğu oynayanlar vardı, İhsani bir bakıma bunların gözdesiydi: “İhsani’yi dinliyoruz, biz ne kadar solcuyuz…” Öyle bir moda çıktı o zamanlar.
Bir yazıda da yazdım: İhsani’yi hapse attılar, avukat gitmiş, görmüş. Sonra, o avukat, o “mertebe”ye ulaşmış biri havasıyla oturmuş, etrafında koskoca bir çember halinde onlarca insan. Bu insanlar soruyor: (sesini titretiyor, ağlamaklı gibi) “Hocam, saçını kesmisler mi?” “Kesmişler…” “Peki sakalını? Sakalını da kesmişler mi?” Aynen, bu hava içinde, abartmıyorum. “Kesmişler…” “Bıyığı?..” (ayağa kalkıyor, gururlu bir ses tonuyla) “Bıyığı duruyor!..” O kadar yüzeyde, o kadar yapay, işin özüyle ilgisi olmayan, bütün tabloyu ortaya koyan bir şey ki! Ben bunu görünce ne İhsani’ye bir şey duyabilirim, ne de onun seslendiği, onun harekete geçirmeye çalıştığı o kişilere. Tamamen yüzeysel, tamamen göstermelik.
Ruhi Su gibi sesleri mi daha çok seviyorsunuz, Neşet Ertaş gibi daha otantik sesleri, tavırları mı?
Otantik biraz daha fazla seviyorum. Öbür türlü öyle bir sınırda oluyor ki, “manière” dediğimiz bir şey çıkıyor ortaya. Özüne ne kadar yakınsa o kadar iyi. Bir Antep türküsünü bir pop şarkıcısından dinleyeceğime, Antep’te, kahvede, yerel bir adamdan dinlemeyi yeğlerim. Öbür türlüsü biraz turistik oluyor. Özden fışkırıyorsa bir şey, o zaman daha yerine oturuyor. Daha pırıl pırıl, daha eğitimli, daha berrak, düzenli bir ses yerine, zaman zaman detone olan, belki o kadar parlak olmayan, ama özü daha iyi yansıtan bir sesi kendi adıma tercih ediyorum.
Serge Gainsbourg & Brigitte Bardot – Bonnie and Clyde (De Gainsbourg â Gainsbarre)
Tanıyamadım.
Biri Serge Gainsbourg, biri Brigitte Bardot. Bu kitabı hatırladınız mı? (1966 tarihli incecik bir B.B. kitabı, Simone de Beauvoir’dan Ülkü Tamer çevirisi)
Hatırladım. Kemal (Özer) benden neler çekmişti: Toplasanız on daktilo sayfası ancak eder, iki yılda yapıp teslim etmiştim. Bir cümle yapıyordum, illallah deyip kaçıyordum. Sıkıntılar basmıştı.
Peki Brigitte Bardot nasıl bir kadın sizce?
Doğrusunu isterseniz, onun üzerine çok fazla kafa yormuş birisi değilim. Filmlerini seyrederdim ama, hayran olmazdım. Bana çok büyük şeyler söyleyen biri değildi.
Simone de Beauvoir da öyle diyor zaten: Gündelik hayatında nasılsa filmlerde de öyle, ama burjuva ahlâkının kabullenemediği bir doğrudanlığı, doğallığı, dürüstlüğü var ve bu gösterişsiz durum başlı başına büyük bir şey…
Tamam, bunlar vardır, birtakım tabuların yıkılmasında rolü olmuştur ama…
Sizin beyaz perdedeki kadınlarınız kimler?
Katherine Hepburn, Ingrid Bergman… Mesela çok iyi oyuncu olduğu söylenen Bette Davis’i hiç sevmedim, hep sıkıntıyla seyrettim. Sinemada iki türlü oyuncu var: Biri Laurence Olivier türü, öbürü de Gary Cooper. Ben hep Gary Cooper türü oyunculardan yana olmuşumdur. Laurence Olivier makyaj yapar, burnunu uzatır, kısaltır, şakaklarını şişirir, bıyıklar, sakallar takar, bambaşka biri olup çıkar. Çok başarılı, çok ustaca oynar. Ama ben onu değil de, Gary Cooper’ı daha içten, daha doğrudan bulurum. Seyrettiğim zaman x oyuncunun Othello’yu ne kadar başarılı oynaması değil de, Gary Cooper nasıl oynuyor, o beni daha çok ilgilendiriyor. Daha sıcak buluyorum, daha keyifle seyrediyorum. Ama belki öbürü daha büyük sanatçı, onu bilemem.
Eski Gaziantep sinemalarındaki “Gary Cooper gelmiş’’ deyip sinemaya gidenler gibi…
Tabii.
Peki yapar mısınız bize bir kare as?
Üç yıl önce yapmıştım kare asımı, Radikal’deki yazılara başlarken. İlk film Amarcord. Ayrım yapmadan söyleyeyim, ama Amarcord öbürlerinden biraz yukarda. Diğerleri Cinema Paradiso, Casablanca ve Joseph Losey’in Arabulucu – The Go-Between filmi. Yüz tane film daha sayabilirim, Vatan Kurtaran Aslan’dan, Kahraman Şerif’ten tutun…
Sinemada oynadınız mı hiç?
Bir tek Zülfü’nün Sis filminde oynadım. Yıllar önce de bir-iki filmde komiklik olsun diye görünmüştüm, birini Duygu Sağıroğlu çekiyordu Yılmaz Güney’le, Ben Öldükçe Yaşarım. Sete gitmiştim ziyaretlerine, figüranlık yapmıştım. Bir de Tuncel Kurtiz’in oynadığı, Bilge Olgaç’ın çektiği bir filmde, Nikahsız’larda figüran gibi görünmüştüm.
Geçtiğimiz aylarda durduk yere Yılmaz Güney’e yüklenmişlerdi…
Son derece anlamsız… Yılmaz benim çok eski arkadaşımdı. Adana’dan İstanbul’a ilk geldiği zaman bende kaldı. Adana’dan tanıyorum ben onu. O zaman sinemacı filan değildi, Yılmaz Pütün ismiyle hikâyeler yazardı. Defalarca kendisine söylemiştim, “birçok filmin direkten dönüyor, yazık ediyorsun” diye. Seyit Han Yılmaz’ın en sevdiğim filmidir, ama filmin başında bir meyhane sahnesi var, western. “Nerden çıktı bu” dedim, “gittik öyle bir film çekmeye, sonra baktık ki bundan güzel bir şey çıkabilir, değiştirdik” dedi. Ön hazırlık, filmi kâğıt üzerinde bitirmek diye bir şeyi yoktu. O da o tür bir sanatçıydı ve çok başarılıydı.
Adana’da nasıl tanışmıştınız?
Nihat Ziyalan tanıştırdı. Antep’teydim, bir gün telefon çaldı: Nihat. “Ben de şiir yazıyorum, Adana’dan geldim, tanışalım” dedi, ahbap olduk. Ben bir hafta sonra İstanbul’a giderken Adana’da istasyona geldi. Adana istasyonunda 45-50 dakika kalıyor tren. Baktım pencereden, Nihat, yanında bir genç daha: Yılmaz. Yılmaz ve Nihat ayrılmaz bir ikiliydi gençliklerinde. Yılmaz’la orada, istasyonda tanıştık, çene çaldık, ahbap olduk. İstanbul’a gelince beni aradı hemen, bende kaldı bir süre. A dergisi takımıyla tanıştırdım onu, hikâye yazıyordu. Bir gün geldi dedi ki, “ben filmde oynayacağım”. “Ulan” dedik, “senden artist mi olur?” Sonra vınn diye Yılmaz Güney olarak geri döndü. Ondan oyuncu çıkacağını hiçbirimiz ummuyorduk. O zaman Göksel Arsoy’ların, Ayhan Işık’ların dönemi. Çirkin Kral’ları da bilinçli yaptı, “ben önce seyircimi bulacağım, ondan sonra istediğimi yapabilirim” diye. O filmleri de keyifle seyrederim. Objektif olmam söz konusu değil zaten.
Hikâyeleri nasıldı?
Sinemada çok daha parlaktı. Bize hikâyelerini okumak isterdi, biz dinlemezdik, istemezdik. Gelirdi, “yirmi kâğıt var cebimde, hadi sizi içmeye götüreyim” derdi, “haa, cebinde hikâye var” derdik, giderdik, kafayı çekerken bize hikâyesini okurdu.
Timur Selçuk – Eski Sinemalar (Timur Selçuk 3)
Eski sinemalar gibisi yok tabii. Bu cep kadar sinemalardan fazla hoşlanmıyorum, televizyondan da hoşlanmıyorum. Film, klişe laf oldu ama, gerçekten sinemada seyredilir, buna inanıyorum. Seyrettiğiniz sinema salonuyla bütünlenince film keyifli oluyor. Film başladığı anda girip seyretmeyi sevmem. Hele başladıktan otuz saniye geçmiş olsun, tamam, bitti o film benim için. Ben gitmeliyim, biraz havaya girmeliyim, o sinema salonu beni almalı içine, ondan sonra perde açılmalı ve yayın başlamalı. Bizim çocukluğumuzda Nakıp Ali’nin sineması 2’de başlardı, biz 11’de kapıya giderdik. Sonunda ilallah deyip 12’de açardı, içeri girerdik. Zaten film 3’e çeyrek kaladan önce başlamazdı. Girerdik, sinemadan, gördüğümüz filmlerden konuşurduk.
Cinema Paradiso’daki çocuğu kendi çocukluğunuz gibi düşündünüz mü?
Çok düşünüyorum. Hatta “Sinema” diye bir film düşünüyordum, Zülfü’ye çok lafını etmiştim Sis’i yaparken. “Bu filmi yapalım” diye konuşurken Cinema Paradiso çıktı. Zülfü’yle geldik karşı karşıya, “kaçtı” dedik “fırsat”. Ne yapsak onun bir taklidini yapıyormuş gibi olacaktık, çok yakın benzerlikler vardı.
Siz hiç makine dairesine gidip film oynattınız mı?
Tabii, makinist dairesinden kaç kere film seyrettim. Ama film oynatmadım. Daha sonra oynattım, 16 mm’lik kamerayla, yedek subay öğretmen olduğum dönemde, Şarlo filmleri gösterirdim.
Nakıp Ali nasıl bir adamdı?
Çok önemli bir adamdı. Güneydoğu’ya ilk sinemayı götüren insan. O zaman sinema diye yepyeni bir şeye millet hücum etmiş. Nakıp Ali demiş ki, öğrencilere bedava, büyükler de gece okuluna yazılıp müdürden kâğıt getirirlerse onlara da bedava. Millet sinemaya gidebilmek için gece okuluna yazılıp okuma yazma öğrenmiş. Müthiş bir insandı. Türkiye’de ilk Sinematek’i de biz kurmuştuk Orhan Barlas’la, daha İstanbul’da Sinematek falan yoktu. Gaziantep Sinema-Tiyatro Derneği. Nakıp Ali dedi ki “hayırlı bir iş yapıyorsunuz, sinemam sizin”. Adana’ya gidip film seçtim, Carol Reed’in Adalar Sürgünü filmini buldum, onu getirdim Antep’e. Bir de açılış yapacağız, konuşma lazım. Vali’ye “siz konuşur musunuz” diye sordum, “bu bir eğitim işi, Milli Eğitim Müdürü konuşsun” dedi. Milli Eğitim Müdürü çıktı, adam sarhoş. “Bunlar dernek kurmuşlar, güya yararlı olacaklarmış. İnsan sinemaya niye gider? İnsan sinemaya baldır bacak görmeye gider” dedi, indi. Nakıp Ali fırladı birden sahneye. Eğitim filan görmemiş bir insan. “Sinema öyle bir şeydir ki, insan sinemaya gider ve görmek istediğini görür” dedi, “kimileri baldır bacak görmeye giderler, sadece onu görürler, kimileri de güzel şeyler görmeye giderler, güzel şeyler görürler” dedi ve indi aşağıya.
Eski Sinemalar Attilâ İlhan’ın şiiri, o da sizin gibi sinema düşkünü.
O var, eskilerden Oktay Akbal, Tarık Dursun var. Bunlar çocukluklarını sinemada yaşamış, sinemada büyümüş kimseler. Biz sinemayı yaşadık gerçekten. Ne ansiklopedilerden ne eleştirilerden ne başka şeylerden öğrendik. Bizim için değerlendirme diye bir şey yoktu, biz sinemayı yaşıyorduk. Şimdi eski filmleri televizyonda gösterilirken “Gary Cooper şöyle bir insandı, böyle bir insandı” diye anlatıyorlar, ansiklopedilerden filan. Fakat Gary Cooper için bizim duyduğumuz, belki ifade edemeyeceğimiz şeyleri anlatamıyorlar, imkân yok. Çünkü biz o dönemde, o koşullarda, o dünyada onu yaşıyorduk.
O ifade edemediğiniz duygu herhalde Gary Cooper’ı bir kitabınızın ismine koydurtan…
En sevdiğim oyuncuydu, hâlâ öyle. Sonra Humphrey Bogart, Tyrone Power, Spencer Tracy, Wallace Beery… Casablanca’yı belki elli kere seyrettim, Humphrey Bogart, Ingrid Bergman, Sidney Greenstreet, Claude Rains, Peter Lorre, Conrad Veidt, Paul Henreid…
Hiç Kazablanka’ya gittiniz mi?
Hayır, ama elli kere gittim, filmi seyrederek.
Yılmaz bir gün geldi dedi ki, “ben filmde oynayacağım”. “Ulan” dedik, “senden artist mi olur?” Sonra vınn diye Yılmaz Güney olarak geri döndü. Ondan oyuncu çıkacağını hiçbirimiz ummuyorduk. O zaman Göksel Arsoy’ların, Ayhan Işık’ların dönemi. Çirkin Kral’ları da bilinçli yaptı, “ben önce seyircimi bulacağım, ondan sonra istediğimi yapabilirim” diye. O filmleri de keyifle seyrederim. Objektif olmam söz konusu değil zaten.
Emir Kusturica & The No Smoking Orchestra – Lubenica (Unza Unza Time)
Balkan havaları, ama tanıyamadım.
Emir Kusturica ve grubu.
Çok severim onu. Babam İş Gezisinde müthiş bir filmdi. Başında Ennio Morricone’den bir şey vardı. O spagetti western’ler, Sergio Leone, onları pek sevemiyorum. Onlar bana biraz turistik yaklaşımlar gibi geliyor, turistin Kapalıçarşı’ya gidip nargile alması gibi uydurma bir şey. Otantik değil, yüreklerinden kopmamış, yakıştırma şeyler. Üçüncü sınıf Amerikan western yönetmeninin filmi bile bana daha yerindeymiş, daha doğruymuş gibi geliyor.
Çizgi romanlarla aranız var mı?
Çok okurduk çocukken, Tarzan, Mandrake filan. Biraz büyüyünce Teksasları filan okudum.
Young Gods – September Song (Brecht/Weill)
Nedir bu?
Bir Brecht/Weill şarkısı, ama biraz farklı bir versiyonu. Söyleyen grup aslında bir punk grubu. Brecht’le, tiyatroyla aranız nasıl?
Bende çok özel yeri olan sanatçılardan değildir ama, Brecht’i severim. Genco Erkal beni başlatmıştı tiyatroya, o da okumuştu bu şarkıları. Bir oyun koyuyordu Direklerarası’nda, gel dedi, şurada kısa bir rol var, sen oyna. Girdik, sonra devam etti başka oyunlarla.
Sevdiniz mi oyunculuğu?
Sevdim, ama beceremedim. Hep “bu yıl ayrılacağım” dedim, sonunda bıraktım. Çok kötü bir oyuncuydum, baktım iyi olmak için içimde bir istek de yok, “niye daha uzatayım” dedim.
Turneye çıkar mıydınız?
Çok. Güneyde Batman’a, kuzeyde Giresun’a kadar… Yaşarken o kadar keyifli olmuyor. Sabah erkenden kalkıyorsunuz, yollara düşüyorsunuz tangır tungur, bir yere dalıp dekoru kuruyorsunuz, matine-suare oynuyorsunuz, yatıyorsunuz, sabah altıda tekrar uyanıp başka bir şehre…
Peki hiç başka bir şey, mesela yönetmenlik yapmak istediniz mi?
Hayır, ama bir senaryo yazdım, onu da Atv oynattı ilk açıldığında, Bir Milyara Bir Çocuk diye. İki bölümlük bir diziydi.
Ahmet Kaya – Üşür Ölüm Bile (An Gelir)
Bunu Selda da okumuştu. Severim bunu da. Vezinli kafiyeli olunca şarkı yapmaya daha uygun. Bir de daha anlaşılır şiirlerden biri. O şiirler, vezniyle kafiyesiyle uğraşmak insanı çalışma disiplinine sokuyor.
Peki bize bir müzik kare ası yapar mısınız son olarak?
Türk Sanat Müziği: Sadettin Kaynak’tan. Çocukluğumda seyrettiğim filmlerden olduğu için bende ayrı bir yeri var, mesela Üzgünüm Leyla. Batı müziği: Bunun da sinemayla ilgisi olacak, High Noon, Tex Ritter söylemişti filmde, sonra Frankie Laine plak yaptı. Klasik Batı müziğinden herhangi bir Mozart. Türk halk müziği… O çok zor. (epey düşünüyor) Ona da herhangi bir Antep türküsü diyeyim.
Roll, sayı 45, Ağustos 2000