Bir televizyon programı olarak başladı, ama daha fazlasıydı. Hayat TV 2016’da KHK ile kapatılınca bir internet sitesi-televizyonu oldu. Kuruluşundan beri bir kadın iletişim ve örgütlenme ağı olarak hareket eden ve örnek bir alternatif medya haline gelen Ekmek ve Gül’ü editörlerden Sevda Karaca anlatıyor.
Bugün bir internet sitesi/televizyonu olarak yoluna devam eden Ekmek ve Gül nasıl kuruldu?
Sevda Karaca: Hayat TV, “milyonerlerin değil, milyonların televizyonu… hayatın tüm gerçekleri” sloganıyla 2007’de yola çıkmıştı. İnsanların birer liralarıyla kurulan bir televizyondan bahsediyoruz. Emekçi mahallelerinde, evlerde, dernek ve lokallerde, atölyelerde, işyerlerinde konan kumbaralarda biriken paralarla kuruldu Hayat TV. Evrensel gazetesinin içinde bulunduğu gazetecilik geleneğinin, ülke gerçeklerini emekçilerin, gençlerin, kadınların, aydınların, sanatçıların gözünden gösterebilmesinin aracı olarak televizyon fikri ilk ortaya çıktığı andan itibaren nasıl bir yayıncılık anlayışı olması gerektiğine dair pek çok kesimle buluşmalar, toplantılar yapıldı. Bu süreçte dikkat çeken önemli noktalardan biri, bu televizyonun aynı zamanda kadınlar için bir alternatif olması gerektiğiydi. Kadınların medyaya yansıtılan görünümlerinin ötesine geçen, kadınların gerçeklerinin kendileri tarafından dile getirilebileceği bir mecra olmasının böyle bir yayıncılık anlayışının “olmazsa olmaz”ı olacağı dile getirildi. Televizyonun hem kurucuları hem çalışanları olarak bizim de niyetimiz baştan beri buydu.
Ekmek ve Gül Hayat TV’nin ilk programlarından biridir. Daha yolun başındayken, nasıl bir program olması gerektiğine ilişkin yaptığımız buluşmalarda, kadınlar bu programın “program gibi olmayan bir program olması” konusunda yol gösterici oldular. Birilerinin kadınlara bir şeyler anlattığı, öğrettiği ya da dikte ettiği değil, kadınların yaşamın her alanındaki bütün dert ve sıkıntılarını, bir taraftan da eğlencelerini, heyecan ve kaygılarını kendilerinin anlatabileceği bir mecra olmalıydı. Bütün bu tartışmalar kadınların birbirlerine seslerini duyurabileceği, birbirlerinin deneyimlerinden faydalanabilecekleri ve bu deneyimleri kendi deneyimleri haline getirebilecekleri bir örgütlenme ağı ihtiyacı olduğunu da gösterdi. Ekmek ve Gül bir örgütlenme ağı olma hedefiyle yola koyuldu aynı zamanda.
Yani Ekmek ve Gül’ün bir televizyon programından daha fazlası olması kuruluşunuzdaki ilkelerle bağlantılı…
Şöyle bir hatırlatma yapmakta fayda var. Ekmek ve Gül haftanın beş günü, kamerasını bir mahalleye, İstanbul dışındaki bir il veya ilçeye kuran, farklı kadınların sunucu, kameraman, konuk olduğu bir programdı. Televizyonculuğun şaşaalı ekranları, milyon liralık teknik altyapısı, parlak ışıklı stüdyolarıyla şekillenen haline benzemiyorduk. Kadınların mütevazı olanakları neyi mümkün kılıyorsa öyle çekiliyordu programımız, bazen bir evin salonunda ya da bahçesinde, bazen bir kampüs kantininde, bazen bir yurt odasında, bazen işçilerin çay molası verdiği kafede çok kısıtlı olanaklarla… Parlak ışıklarla, dan dan-dan bağıran grafiklerle, alttan verilen müziklerle manipüle edilen duygulanımlar yoktu yayınımızda, kadınların konuşmak istediği şeyler vardı.
Ekmek ve Gül aracılığıyla bir araya gelen kadınların oluşturduğu örgütlenme ağının ihtiyaçları doğrultusunda, programın yanına bir de dergi katmıştık. Uzunca bir süre günlük olarak yayınlanan bir televizyon programı ve aylık olarak çıkarılan bir dergiyle hareket ettik. Aynı zamanda Evrensel’in kadın sayfasını yaptık. Çeşitli il ve ilçelerde, mahallelerde, çeşitli işyerlerinde, üniversitelerde Ekmek ve Gül grupları olarak yan yana geldi kadınlar. O yereldeki dert ve sorunlar neyse onun için bir mücadele aracı oldu bu gruplar. Kadın hareketinin gündeminde ne varsa, haklara yönelik saldırılardan kadınlar üzerinden yürütülen tartışmalara kadar, hepsini kendi yerellerine taşıdı bu gruplar. Sırtımızı yasladığımız şey mahallelerde, işyerlerinde, bürolarda, okullarda, kampüslerde Ekmek ve Gül grubu olarak yan yana gelen kadınların cesareti ve emeği oldu. Kadınlarla yan yana, kendi yaşam alanlarında bir araya gelmenin örgütlenme ağı olabilme olanaklarını açtığını da gördük. Dolayısıyla, Hayat TV bir gecede KHK ile kapatıldığında programın ve o örgütlenme ağlarının hikâyesi orada bitmedi, bitemezdi de.
Ekmek ve Gül haftanın beş günü kamerasını bir mahalleye kuran, farklı kadınların sunucu, kameraman, konuk olduğu bir programdı. Mütevazı olanaklar neyi mümkün kılıyorsa öyle çekiliyordu, bazen bir evin salonunda, bazen bir kampüs kantininde, bazen işçilerin çay molası verdiği kafede…
Hayat TV kapandıktan sonra “devam” süreci nasıl işledi?
Televizyonun kapatılmasının hemen ertesi gününde “şimdi nasıl devam edeceğiz?” sorusunun yanıtı, bu örgütlenme ağlarının kendisinden geldi. Bu soruyu yanıtlama zorunluluğunu Ekmek ve Gül grubu olarak bir araya gelmiş olan kadınlar koydu önümüze. Biz de bu soruya yanıt verme sorumluluğu ve zorunluluğuyla bir internet sitesi kurarak devam etme kararı aldık. İnternet sitesiyle yola devam ederken dergimizi de çıkarmaya ve etki alanımızı genişletmeye çabaladık.
Dijital yayıncılığın hâkim olduğu bu zamanlarda matbu dergiyi ısrarla çıkarmanızın özel bir nedeni var mı?
Dergimizi basılı yayıncılığın çok büyük zorluklarla karşı karşıya kaldığı, kâğıt krizinin hüküm sürdüğü koşullarda ısrarla çıkarmaya devam ediyoruz, çünkü onu elden ele bir karanfil gibi görüyoruz kadınlar arasında. Kadınların birbirleriyle alışverişte bulunduğu bir araç; serviste işe giderken okuduğunda yanındaki arkadaşına gösterebileceği ve belki çay molasında okuması için bir sayfasını yırtıp verebileceği bir araç. Aynı zamanda, örneğin üniversite kampüslerinde ya da yurtlarında dağıtılan bir mektup. Orta sayfası otobüs duraklarına yapıştırılan bir duvar gazetesi. Arka sayfası işyerinde sendika panosuna asılan bir duyuru. Fabrikada kadınlar tuvaletinin kapısının arkasına yapıştırılan bir bildiri. Kapı kapı dağıtılırken yeni ilişkilerin kurulmasına olanak veren bir örgütlenme aracı. Dergi çıktığı gün buluşup okuyan kadınların, “şu yazı güzel olmuş, şu eksik olmuş”, “biz de böyle bir yazı yazalım”, “aa aynı bizim mahalledeki, fabrikadaki gibi olmuş”, “biz de cevap yazsak ya” diyebildikleri bir karşılıklılık.
Kadınların farklı araçlarla, her olanağı kullanarak birbirine seslenme, dert anlatma çabasının toplamı Ekmek ve Gül. Basılı dergi yüz yüzelik, yan yanalık, birliktelik duygusunu diğer araçlara göre daha çok yaratıyor. Aynı zamanda, bu ülkenin tarihi yazılırken hep gözden kaçırılan kadın işçilerin ve emekçilerin tarihe not düşme, “biz varız” demesinin de kalıcı bir aracı. Ama tüm iletişim araçlarını kullanmaya çalışıyoruz; kadınların çok kullandıkları sosyal medya mecralarını, online yayıncılık platformlarını, WhatsApp’ından geleneksel bildiri, el ilanı, afiş formlarına, hepsini hep birlikte kullanıyoruz.
Ekmek ve Gül bazı yazar kadınların kendilerini okuyan kadınlara bir şeyler anlattığı bir mecra değil, fabrika işçisi, memur, mühendis, mimar kadınlardan ev emekçisi kadınlara, akademisyenlerden sanatçı ve aydınlara, üniversite öğrencilerinden lise öğrencilerine, yaşamın hemen hemen bütün alanlarındaki kadınların bizzat yazar, muhabir, okur, editör ve hatta kameraman ya da ışıkçı olduğu bir mecra. Gücünü de esas olarak buradan alıyor. Ekmek ve Gül’ün 12 yıllık deneyiminden çıkan bir başarı varsa, o da şu: Kadınların kendi yerelinde, mahallesinde, sokağında, işyerinde başka kadınlarla birlikte hayatlarını değiştirme mücadelesinde bir araç olması. Kadınların kendilerini yalnız hissetmeyecekleri, birbirlerinden öğrenebilecekleri, birbiriyle haberleşebilecekleri, aynı zamanda bir araya gelmelerini kolaylaştıracak bir mecra olarak yola çıkmıştık. Bugün memleketin dört bir tarafında Ekmek ve Gül grupları olarak bir araya gelen onlarca kadın grubu var. Şu an geldiğimiz noktada, kadınların bütün bu alanlarda yaptıkları, tartıştıkları, eyledikleri, düşündükleri, hayal ettiklerinin göstereni, paylaşanı pozisyonundayız.
Dergimizi çıkarmaya devam ediyoruz, çünkü onu elden ele bir karanfil gibi görüyoruz. Kampüslerde dağıtılan bir mektup. Orta sayfası otobüs duraklarına yapıştırılan bir duvar gazetesi. Arka sayfası sendika panosuna asılan bir duyuru. Yeni ilişkilerin kurulmasına olanak veren bir örgütlenme aracı.
Ekmek ve Gül’ün parçası olan kadınlar, sözünü kuran, bu sözü başka kadınlarla bir araya gelerek büyüten, o sözün gereğini yerine getirmek için kendi alanında onun örgütlenmesini yapan, olup biteni bir muhabir olarak da izleyen, haberleştiren, oradan çıkan deneyimleri bir yazar olarak dergiye de yazan, derginin dağıtımcılığını da yapan, dağıtımda kadınların dergiyle ilgili eleştirilerini toplayıp ileten kadınlar Ekmek ve Gül’ün her şeyidir. Büyük yayınların bütün bu işleri yapmak için bir profesyoneller ordusuna ihtiyacı varken bizim böyle yapabiliyor olmamızın sırrı, Ekmek ve Gül’ün parçası olan kadınların, başka kadınlarla bir araya geldiklerinde bu hayatın değişebileceğine dair bir motivasyona sahip olması. Bizi bütün zorluklara rağmen ayakta tutan da bu çokluğun, bu duygunun, bu azmin kendisi.
Dergiye gelen bir mektubun, en sıradan yazının bir tek cümlesini bile kısaltmak durumunda kalınca yaşadığımız üzüntü de, dergiye gönderilen bir fotoğrafı büyük göremedik diye duyduğumuz mahcubiyet de bu emekten; kim bilir bu mektubu, bu yazıyı bize gönderen kadınlar ne koşullarda yaptı bunu, hep bunu düşünüyoruz.
Televizyon gibi geleneksel bir mecradan mecburen internete geçtiniz. Bu mecra değişiminin dezavantajları ve avantajları neler oldu?
Bizim için yüz yüze ilişkiler, direkt temas, ağlar çok önemli demiştim. Yeni mecraların olanaklarıyla daha önce ulaşmakta zorlandığımız kesimlerden, mekânlardan kadınlara ulaşabildik. Ancak, internet üzerinden yayıncılık aslında “uzaktan” bir ilişki. Biz her zaman yüz yüzeliği, direkt teması nasıl artırırız derdindeyiz. Bu dertten hiç vazgeçmiyoruz.
Örneğin, sitemizin tık sayısı, bir içeriğimizin sosyal medyada paylaşılma sayısı çok olunca tabii ki yüzümüzü güldürüyor, ama esas olarak irili ufaklı buluşmalar, toplantılar, sohbetler, yan yana, bir araya gelebileceğimiz araçlar yaratma çabamızı diri tutmaya çalışıyoruz. Bunun karşılığını görünce heyecanlanıyoruz. Bizim tık sayısını artıracak sosyal medya takipçisinden çok –ki, kadınların sözünün daha çok kadına ulaşması için bu küçümsediğimiz bir şey değil– birlikte hayatı değiştirebileceğimiz kadınlara ihtiyacımız var. O nedenle kendimizi yeni medya araçlarının sanal yaygınlık kriterlerine kaptırmadan buna odaklanıyoruz. Bu bakımdan biraz gelenekçi sayılabiliriz belki. Basılı dergiyi tüm zorluklarına rağmen çıkarma inadımız da bundan. Çünkü biz o dergiyi fabrikadaki kıyafet dolabına saklayıp mesai bitiminde sayfa sayfa koparıp aynı bantta çalıştığı kadınlara dağıtacak olan işçi kadının örgütüyüz. Değerli bulduğu bir yazıyı çalıştığı kuaför salonunun aynasına, çalıştığı işyerinin tuvaletindeki aynaya yapıştıran kadının sözüyüz.
Hayat TV kapatıldığında eşyalarımıza el koydular. En çok canımızı yakan şey bilgisayarlara, kameralara ya da mikrofonlara el koymaları olmadı. Ekmek ve Gül programının dekorunu değiştirmek istediğimizi, bunun için bir dayanışma bütçesi oluşturduğumuzu öğrenen Ankara Mamak’tan kadınların dekorun bir parçası olsun diye hep birlikte yaptıkları bir Ekmek ve Gül işlemesi vardı. Onu alamamış olmaktan büyük üzüntü duyuyoruz. Öbürü yerine konur, kondu da. İnternet üzerinden, Ekmek ve Gül TV olarak hayatımıza devam ediyoruz. Bunu binlerce lira harcanması gereken kameralarla değil, kadınların ellerindeki cep telefonlarıyla yapıyoruz. Işık niyetine çocukların masa lambasını kullanıyor kadınlar.
Yeni mecraların olanaklarıyla ulaşmakta zorlandığımız kesimlerden kadınlara ulaşabildik. Ancak, internet üzerinden yayıncılık aslında “uzaktan” bir ilişki. Biz her zaman yüz yüzeliği, direkt teması nasıl artırırız derdindeyiz.
Hayat TV varken, televizyonculuğun geleneksel yöntemlerini aşıp yayıncılık yaptık, şimdi de internet sitesini ve onunla bağlantılı olarak farklı sosyal mecralardaki yayıncılığı kadınlara açmanın ve kadınların yeteneklerini, becerilerini, bilgilerini yansıtmanın, bununla güçlenmenin yoluna bakıyoruz. Bu toplam deneyim; örneğin, bugün hiçbir televizyonun muhabir göndermeyeceği, gönderse bile konuşacak kimseyi bulamayacağı yerlerden programlar yapmamıza, büyük televizyon kanallarında dile getirilemeyecek meseleler kadınların cep telefonlarıyla çekilerek bizim mecralarımızda görünür hale gelmesine olanak veriyor.
“Okuma-yazma bilmiyorum, ama bunun muhakkak haber olması gerektiğini düşündüğüm için size ses kaydı gönderiyorum” diyen kadının haberciliği, arkadaşları şüpheli bir biçimde öldürüldüğünde çok satar gazeteler kadını suçlayan ve olayın üstünü örten haberler yaptıkları anda, olayın intihar değil, cinayet olduğunu anlatan mektuplar yazan kadınların araştırmacılığı, mahalledeki çöp sorununu bizzat yaşayan kadının muhabirliği, köyündeki HES karşıtı mücadelenin parçası olan kadının kameramanlığı, iş kazası geçiren kadının uzmanlığı, eğitimde yaşanan bir sorunu direkt öğretmenler odasından izlenimlerle yazan öğretmenin bilgisi, ekonomi bakanı yalandan enflasyon oranı açıkladıktan hemen sonra, pazar alışverişini yaparken cep telefonuyla röportajlar yapan kadının hızı, Ekmek ve Gül bunların toplamı. “Ekmek ve Gül’ün bir parçası olan kadın onun hem muhabiri hem yazarı hem okuyucusu hem dağıtımcısı hem kameramanı” derken bundan bahsediyorum aslında.
Şunu da söylemeden geçmeyeyim, sosyal mecralarda parlatılan, çokça paylaşılan içerikler olmayabiliyor bunlar. Çok gündelik, çok sıradan dertlerin, kadınların kendi deneyimlerince yazdığı mektupların, yazıların kıymeti bizce büyük. Ama öpüp başımızın üstüne koyduğumuz kimi şeyler sosyal medya dehlizlerinde fark edilmeyebiliyor. O nedenle mesele buralardaki görünürlük ya da takipçi sayısı değil bizim için. Şunu ölçü kabul ediyoruz: Çoğu zaman “beni kim dinler, ne düşündüğümün ne önemi var, sözüm neyi değiştirir ki” demek zorunda bırakılan kadınlar, kendi sıradan dertleri bizim sayfalarımıza yansıyıp buradan bir yanıt aldığında “benim ne düşündüğümün bu hayatı değiştirecek kadar büyük önemi var” noktasına varıyor. Bir mektubun memleketin bambaşka yerinde bir kadın tarafından “Sevgili kızkardeşim” diye yanıtlanması, kadınların içine itildiği yalnızlık ve değersizlik hissinin aşılması için de çok kıymetli.
Örneğin, uzmanımız Onur Bakır’ın her gün sitemizde kadın işçilerin çalışma yaşamında karşılaştıkları sorunlarla ilgili gönderdiği sorulara verdiği yanıtlar Twitter’da çok fazla “rt” edilmiyor, ama biz o içeriklerin işyerlerinde elden ele dolaştırıldığını, pek çok kadının sitemizle o içeriklerle tanıştığını, sonrasında da ilişkiyi koparmadığını biliyoruz. Parlak olanın değil, gerçek olanın peşindeyiz internet âleminde yani. (gülüyor)
“Memleketin dört bir tarafındayız” dediniz, nerelerde varsınız?
Büyük kentlerin tamamında varız –ağırlıklı olarak da memleketin yaşam damarlarını oluşturan üretim havzalarında, kimi geniş gruplar olarak, kimi dar, ama etkin gruplar olarak. Sadece büyük iller düzeyinde değil, ilçe ve hatta mahalle düzeyinde gruplarımız var. Aynı zamanda üniversitelerde, bazen Ekmek ve Gül Kadın Çalışmaları Atölyeleri, bazen Ekmek ve Gül Grubu, bazen de kendisini artık üniversite düzeyinde yasal olarak da kabul ettirmiş bir biçimde, Ekmek ve Gül Topluluğu, Ekmek ve Gül Kulübü ya da Ekmek ve Gül Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Topluluğu olarak yer alıyoruz. Kadınlar kimi yerde Ekmek ve Gül Korosu olarak, kimi yerde Ekmek ve Gül Tiyatro Grubu olarak, kimi zaman kitap okuma grubu, erbane grubu olarak yan yana geliyor. Bir araya gelişler ihtiyaçların gerektirdiklerine göre biçim alıyor. En son deprem sonrasında örneğin, İzmir’de Ekmek ve Gül okuru sınıf öğretmeni, rehberlik uzmanı, okul öncesi öğretmeni kadınlar, çadırkent alanında çocuklarla etkinlikler yapıp onları bir nebze olsun deprem psikolojisinden çıkarmak için etkinlikler düzenledi.
İsim neden Ekmek ve Gül?
“Ekmek istiyoruz, gül de” sloganı ilk kez, kimi kaynaklara göre, 1900’lü yılların başında süfrajet Helen Todd’un işçi kadınlara seslendiği bir konuşmasında dile geldi. Ekmek ve Gül’ü kadınların daha iyi bir yaşam ve hayatın tüm güzelliklerini talep etme sözü haline getiren ise 1908’de, kısa çalışma saatleri, oy hakkı, daha iyi ücret ve çocuk işçiliğine son vermek için New York’ta 15 bin kadın işçinin coşkulu yürüyüşü. Bu yürüyüşte kullanılan Ekmek ve Gül sözü öyle etkili olmuş ki, 1912’de ABD’de işçi sınıfı tarihinde önemli bir dönüm noktası olan Lawrence Grevi’nin de ana sözü haline gelmiş. Lawrence, yani “Ekmek ve Güller” grevi dünden bugüne taşınacak çok önemli özellikler taşıyan bir grev.
Sadece büyük iller düzeyinde değil, ilçe ve mahalle düzeyinde gruplarımız var. Üniversitelerde bazen Ekmek ve Gül Kulübü, bazen Ekmek ve Gül Toplumsal Cinsiyet Araştırmaları Topluluğu olarak yer alıyoruz. Kadınlar kimi yerde Ekmek ve Gül Korosu olarak, kimi yerde Ekmek ve Gül Tiyatro Grubu olarak, kimi zaman kitap okuma grubu, erbane grubu olarak yan yana geliyor.
Lawrence kenti dokumacılığın ağırlıklı olduğu bir işçi kenti. 1905’te kurulan dünyanın en büyük dokuma fabrikasında, İtalya, Doğu Avrupa, Suriye, Rusya gibi pek çok farklı yerden gelip bir arada çalışan işçilerin çoğunluğu kadın ve çocuk. Farklı kimliklerden, etnik kökenlerden gelen, çok farklı alışkanlıklara, geleneklere sahip olan işçiler daha iyi yaşam koşulları için yollara döküldüklerinde ellerinde “Ekmek ve Gül” yazan bir pankart var. Elleriyle işlemişler bu pankartı.
Bu örgütlenmede büyük rol oynayanların başında sosyalist bir kadın olan Elizabeth Gurley Flynn geliyor. Flynn Dünya Sanayi İşçileri örgütünün liderlerinden, aynı zamanda kadınların oy hakkı ve doğum kontrol hakkı mücadelesinin içinde bir kadın. Bu grev kadınların topyekûn mücadele ve örgütlenmesiyle başarıya ulaşıyor, kadın işçilerin geri adım atmaması, ülke çapında dayanışma ağları, gönüllü doktor ve eğitimcilerin grevci işçilerin ihtiyaçlarının karşılanması için seferber olması, ev kadınlarının grevci işçiler için aşevleri kurması, yüzlerce grevci çocuğunun bakımın üstlenilmesi için trenlerle başka işçi ailelerin yanına gönderilmesinin organize edilmesi…
Lawrence’da gerçekleşen ve adı Ekmek ve Gül Grevi olarak tarihe geçen grev, hem işçi sınıfı tarihinde hem kadın mücadelesi açısından çok önemli, hayatı tüm veçheleriyle, sınıfın tüm katmanlarıyla birlikte örgütlemenin sembolü gibi. Bir örgütlenmenin ancak hem farklılıklarımızı koruyup hem oradan güç almamızla, topyekûn örgütlenmeyle, yaşamın sadece bir veçhesini değil, bütününü arzulayarak, yani hem ekmeği hem gülü isteyerek kazanılabileceğine işaret eden bir deneyim. Biz de hem bu tarihi deneyime sırtımızı yaslamak, bu hafızayı hafızamız haline getirmek için hem de kadın mücadelesi içindeki yerimizi, yöntemimizi, ayağımızı bastığımız zemini imleme isteğiyle Ekmek ve Gül ismini seçtik.
“Ekmek ve Gül” sloganı bugün ne ifade ediyor?
Sanayi bölgelerindeki ya da merdivenaltı tekstil atölyelerindeki bir kadına sorduğunuzda, Lawrence’daki kadınların taleplerinin aynısını dile getirir. Dünyanın herhangi bir yerindeki bir kadına “Ekmek ve Gül ne demek?” diye sorsanız, benzer yanıtlar verir. Bu, bir taraftan, kapitalizmin kadınlara bu yüz yıllık süreçte ne vaat edebileceğinin de sınırını imleyen bir benzerlik. Diğer taraftan, bu tarihi deneyime ilişkin bilgisi olsun olmasın, yüz yıllık bir mücadelenin bir parçası olan, o mücadelenin ortak sözüyle konuşan, o hafızaya sahip olan kadınların bu birikim ve mücadele azmiyle ekmeği ve gülü kazanabileceklerinin bir ifadesi.
Bugün kadınlara, kadın kazanımlarına çok yönlü saldırılar var. Kadın cinayetleri, İstanbul Sözleşmesi’nin tartışmaya açılması, pandeminin en çok kadınları işsiz bırakması… Güncel durumu nasıl görüyorsunuz?
Son yirmi yıla baktığımızda görüyoruz ki, Türkiye tarihinde daha önce görülmemiş sorunlar gündemde. Kadın cinayetleri, iyice vahşileşen şiddet olayları, çocuklara dönük her türden istismar… Türkiye’de öne çıkan devasa gündemler bile aslında bu sorunların üzerinin örtülmesine yetmedi, yetmiyor. Bunda olayların vahameti kadar bunlara karşı mücadele eden kadınların rolü var. Ülkenin tek adam yönetimi altında evrensel değer namına ne varsa –demokrasi, kadın hakları, ifade ve örgütlenme özgürlüğü, laiklik, yargı bağımsızlığı, barış– tanınmaz hale getirildiği bir dönem yaşıyoruz. Kadınların büyük mücadele ve emeklerle elde ettiği pek çok hak büyük bir keyfiyetle askıya alınıyor. Eşit yurttaşlık haklarının açıkça hedefe konduğu bir ortamdayız. Biriken bütün bu sorunlar pandemi döneminde daha da derinleşti. Pandemide “yeni normal” diye ifade edilen dönemi, ataerkil tahakkümün emek sürecinin denetiminin asli bir unsuru haline getirildiği ve pekiştirildiği bir süreç olarak yaşıyoruz. Kadınlar ataerkil denetimin kıskacına alınırken, devlet ve iktidarlar da hakların tırpanlanması konusunda elinden geleni yapacak gibi gözüküyor. Bu da kadınlara daha fazla yoksulluk, şiddet ve eşitsizlik olarak dönüyor.
Ekmek ve Gül yazar kadınların kendilerini okuyan kadınlara bir şeyler anlattığı bir mecra değil, işçi, memur, mühendis, mimar kadınlardan ev emekçisi kadınlara, yaşamın hemen hemen bütün alanlarındaki kadınların yazar, muhabir, okur, editör ve hatta kameraman ya da ışıkçı olduğu bir mecra.
Sermayenin “yeni normal” ilanı, kapitalist sistemin her krizinde ve emperyalist savaş dönemlerinde görüldüğü üzere, kadınların özgürlük ve eşitlik yolunda verdiği mücadeleler sonucunda elde ettiği kazanımlara saldırılması demek. Türkiye koşullarında en gerici, en ilkel geleneksel değerlere yaslanarak bunun yapıldığını görüyoruz.
Bu bütün dünyada yaşanan bir süreç. İngiltere’den ABD’ye, birçok yerde aşırı sağcı, popülist, diktatör namzedi adamlar yönetimde. Bu tip yönetimlerin ırkçı, kadın düşmanı, homofobik olması tesadüf değil, tüm bunlar iç içe geçen meseleler çünkü. Bu gerici iktidarlar kadınların ve LGBTİ+’ların en temel yaşamsal haklarının üzerinde tepinerek kitle desteği almaya çalışıyor. Bu tepinme, kadınların yüz yıl önce kazandığı üreme haklarından medeni haklarına, sokakta güvenle dolaşma hakkından ev içinde şiddete karşı korunma hakkına, çok temel, çok yaşamsal haklarının giderek geriye götürüyor.
Kadınlar bugün en temel hakları için mücadele vermek zorunda. Bu durum, yani en temel yaşamsal haklara yönelik saldırı furyası kadınların mücadele zemininin genişlemesine de neden oluyor. Kadına yönelik şiddet ve cinayetlerin artmasına, kadınların daha da yoksullaşıp korkunç koşullarda yaşamak zorunda bırakılmasına ve haklarının ağır bir risk altında olmasına neden olan koşullar kadınların daha çok birlikte ses çıkarmaya, bir arada durmaya, yan yana gelmeye ve kendi sorunlarıyla toplumsal, siyasal ve ekonomik sorunlar arasında daha çok bağlar kurarak bunları politik sorunlar olarak değerlendirmelerine yol açıyor. Bu da kadın mücadelesinin cephelerini genişletiyor. Topyekûn saldırılara karşı topyekûn mücadele edeceğimiz birliktelikler, dayanışma ağları kuramazsak hayatlarımız ellerimizden alınacak.
Dünyanın çeşitli ülkelerinde ister neoliberal politikalara karşı insanca yaşam ve çalışma koşulları isteme ekseninde olsun, ister otoriter yönetimlere karşı demokrasi ve özgürlük talebiyle olsun, bütün hareketlerin en önünde kadınlar var. Bugün geldiğimiz noktada, kadınların “biz bu mücadele olanaklarını nasıl yaratabiliriz”e ilişkin bir deneyim biriktirdiğini, ama çok kritik bir dönemeçte olduğumuzu düşünüyorum. Kadın hareketinin tüm bileşenlerinin kadınların patlama noktalarının hangi esaslarda yükseldiğini iyi analiz etmesi, iyi tartması gereken bir noktadayız.
İstanbul Sözleşmesi’nin iptali gündemi mesela. Bu sözleşme, kadınların en temel yaşamsal haklarının devlet tarafından güvence altında olmasının devlete bir yükümlülük olarak verildiği uluslararası bir sözleşme. Bir kazanım, dişle tırnakla gerçekleştirilmiş bir kazanım. İstanbul Sözleşmesi’ni iptal etmek, ya da tartışmaya açmak demek, kadınların en temel yaşamsal haklarının da tartışılmaya açılması, adım adım tümünün elimizden alınmasının zemininin oluşturulması demek. Bunun alenen ilan edilmesi demek. Kadınlar bu ilana karşı mücadele ediyor, İstanbul Sözleşmesi’nin kâğıt üzerindeki şu ya da bu maddesinin korunmasına ilişkin değil sadece. Sözleşmenin iptali gündemi, kadın hareketinin topyekûn karşı çıktığı ve iyi bir örgütlenme süreci ördüğü bir deneyim oldu. 300’ü aşkın kadın örgütünün bir araya geldiği Eşitlik için Kadın Platformu kuruldu, iller düzeyinde kadın platformları etkili çalışmalar sürdürdü, kimi yerlerde geniş kampanya grupları kuruldu. Mahalle çalışmaları yapıldı. Tek tek evler dolaşıldı. Kadın hareketi içindeki bütün farklılıklara rağmen, yaygınlaşan, görünür olan ortak bir söz üretmek, bu sözün arkasında hep beraber durduğumuzu göstermek kadınlara da güç verdi. İstanbul Sözleşmesi’yle kazanılmış tüm haklarımızı korumak, daha da ötesi el yükselterek bu hakların gereğinin hızla yerine getirilmesi için acil önlem talepleri ortaya koymak, çıtayı iktidarın koyduğu yere değil, ötesine taşımak oldu yapılan. Gördük ki, topyekûn bir mücadele ekseni ortaya koyma çabası bir kazanım da getirdi.
AKP’nin şimdilik geri adım atmasının nedeni, kaygıları ve dertleri büyüyen geniş kadın kesimlerinin biriken öfkesidir. Kadınların kazanımlarının nereden kaynaklandığını anlamak için “yukarıya” değil, “aşağıya”, asıl öznelere bakmak lâzım.
Nasıl bir kazanım elde edildi?
Bugüne kadar, pek çok noktada geniş örgütlü kesimler karşı çıksa da AKP hükümetinin hiç “eyvallah” etmeyip yasalaştırdığı ya da kılıfına uydurduğu bir sürü şey var, ama çocuk istismarının evlilikle meşrulaştırılması, İstanbul Sözleşmesi’nin iptali onlardan olamadı. AKP’nin neden geri adım attığını iyi okumamız gerekiyor. Bu geri adımları “AKP içindeki çatlakların bir sonucu” ya da “AKP’deki kadın yöneticilerin baskı unsuru olması” diye açıklayanlar oldu. Buna katılmıyorum. AKP’nin şimdilik geri adım atmasının nedeni, bu zamana kadar çok büyük kaygılarla yaşam sürdürmek zorunda kalan, pandemi, işsizlik, yoksulluk, şiddet nedeniyle kaygıları ve dertleri büyüyen, hükümetin tutumunun açık bir sınıf tutumu olduğunu gören geniş kadın kesimlerinin biriken öfkesidir. Kadınların kazanımlarının nereden kaynaklandığını anlamak için “yukarıya” değil, “aşağıya” bakmak gerektiğini düşünüyorum. Aşağıda kaynayana, asıl öznelere bakmak lâzım.
Ekmek ve Gül olarak kendimizi burada konumlandırıyoruz; en kalabalık olan, ama sesi en az duyulan, talepleri en az görünür olan emekçi kadınların yanında. Yüzümüzü en geniş kadın kesimlerinin ihtiyaçlarına, tartışmalarına, orada kaynayanın ne olduğuna dönmeye çalışıyoruz, analizlerimizi, yol haritamızı da buradan yapıyoruz.
Son söz?
Bütün olan bitenler, pandemi süreciyle birlikte ağırlaşan yaşam koşulları, anaakım siyaset erbaplarının birbirlerinden farklarının olmadığını ortaya seren siyasetsizlikleri, yaşamın gerçeklerinden, kadınların dertlerinden habersiz söylemler, bir gelecek tahayyülü sunulamaması… Bütün bunlar kadınları korkuya, yalnızlığa itiyor. Neoliberal dönemin “her koyun kendi bacağından asılır”cılığı, bugün “kendi salgınını kendin durdur, kendi depremini kendin önle, kendi okulunu kendin ayakta tut, kendi sağlığını kendin koru, kendi işsizliğini kendin çöz” olarak yaşanıyor.
Bu dertleri yalnız başımıza çözemeyeceğimizi içimizde bir yerlerde çok iyi biliyoruz aslında. İçimizde bir yerlerde bildiğimiz o şeyi yaşamımızın gerçekliği haline getirmek ve yalnız olmadığımız bilgisiyle bize benzer kadınlarla buluşmak için çok çaba sarf etmemiz gereken bir dönemdeyiz. Deneyimlerimizde gördük ki, kadınlar yalnız olmadıklarını, yalnız da çözemeyeceklerini anladıkları andan itibaren değiştirici güçlerine sahip çıkıyorlar. Bu güce hep birlikte sahip çıkmalıyız.