Santiago de Cuba yakınlarında bir köyde, Songo La Maya’da doğmuşsunuz. Köy hayatı, açık arazide büyümek sizi nasıl etkiledi?
Eliades Ochoa: Benim için kırlar, tarlalar her zaman dünyanın en güzel yeri olmuştur. Her şeyden önce, kırsal alan şehirlerden çok daha az bozulmuş durumda. Araziye çıktı mı, insan temiz hava soluyor. Ama benim için kırlar sadece temiz havadan ibaret değil tabii ki. İnsan nereden gelirse gelsin, çocukluğunun geçtiği yerleri, hayata dair ilk gözlemlerini kolay kolay unutmuyor. Çocukken babamla saatlerce tarlada çalışırdık. Toprakla haşır neşir olmanın bana öğrettiği en temel ders, yaptığın işten verim almak için özen göstermek zorunda olduğundur. Bizde tarımla, hayvancılıkla uğraşan köylülere guajiro derler; her ne kadar müzik yapsam da, kendimi her zaman tam bir guajiro olarak görürürüm –insan geldiği yeri unutmamalı. Biraz önce yaptığımız ses provasını seyrettin, dışarıdan baktığında belki fazla titizlendiğimiz düşünülebilir, ama gerekeni yaptık sadece. Eğer yaptığımız müzik seyirci tarafından gerektiği gibi duyulmazsa, gecenin içine sıçılır, ki bu da benim kabul edebileceğim bir şey değil.
Bildiğimiz kadarıyla herhangi bir eğitimden geçmemişsiniz. Müziğe olan ilginizi ailenize mi borçlusunuz?
Evet, özellikle annem ve babamdan çok etkilendim. Ailemiz son derece müzikal
bir aileydi. Annem de, babam da tres çalarlardı. İki erkek kardeşim gitar çalar. Kızkardeşlerimden biri şarkıcı, kendi grubu var; öbür ikisi doktor, ama onlar da çok güzel şarkı söyler. Çocukluğumda bazen günlerce tarlada çalışıp, sonra da hasat zamanı ailece oturup hep birlikte çalıp söylediğimizi anımsıyorum.
Kendi yaptığınız özel bir gitarınız olduğunu duyduk, bunun tres’le bir ilgisi var mı, müziğe tres çalarak mı başladınız?
Hayır, başından beri gitar çalıyorum. Kendi icat ettiğim gitar, benim köylü numaralarımdan biri. (gülüyor) Yaptığım müzik aslen son müziği. Son gruplarında da mutlaka bir tres’e ihtiyaç vardır. Ben nedense gruba ayrıca bir tres’ci eklemek istemediğimden, bir gitarist olarak enstrümanımdan tres sesi çıkarmanın yollarını aramaya başladım. Sonuçta gitarıma bir tel ekleyerek, tam anlamıyla saf bir tres sesi olmasa da, gitar sesi olarak da adlandıramayacağımız bir ses elde etmeyi başardım. Re ve mi notalarını kullanarak yapılan armonileri sıklıkla kullanırım. Bahsettiğim teli ekleyerek tam aradığım ara sesi bulmuş oldum.
Sadece gitarınızla değil, onu çalış tarzınızla da öbür gitaristlerden ayrılıyorsunuz…
Müzik alanında hiç eğitim almadım, ses eğitiminden de hiç geçmedim. Zamanında dağlarda şarkı söyleyen guajiro atalarım ne söyledilerse, ben de bugün onu söylüyorum. Yani o dağlardaki guajiro benim. Bu benim geleneğim, bu müziği damarlarımdaki kanda taşıdığımı sanıyorum. Anamın babamın kanında da var bu müzik. Ben kendi kendini yetiştirmiş bir adamım, sokak üniversitesinden mezunum diyelim.
Sokak deyince hemen akla Heredia sokağı geliyor, Santiago da Cuba’daki mahalleniz Oriente’nin müzisyenleriyle meşhur sokağı… Sizin yolunuz düştü mü oralara?
Düşmez mi, ben müzisyen olarak hayata gözlerimi orada açtım. Calle Heredia, aynı zamanda geleneksel Küba müziğinin en önemli mekânlarından biri olan Casa de la Trova’nın sokağıdır. Casa de la Trova, biz müzisyenler için kelimenin tam anlamıyla efsane olmuş bir müessesedir. Dönemin bütün önde gelen müzisyenleri orada toplanırlardı. 1963-64 yıllarındaki Casa de la Trova –o zamanlar şimdiki Casa de la Trova yoktu, şimdikine biz ikinci Casa de la Trova diyoruz– kristal camlı bir vitrinden oluşan salaş bir dükkândı. ihtiyar kurtlar bahsettiğim vitrinin önünde toplanır, kimi zaman çalıp söylerler, çoğu zaman da kafa çekerlerdi. Laf aramızda, Küba’da en iyi rom da Santiago’dan çıkar. O zamanlar Calle Heredia müziğin gün boyunca, kesintisiz olarak 24 saat devam ettiği bir yerdi. Casa de la Trova’nın sahibi Virgilio, dönemin âşıklarını oraya toplar, onlar da, tabii romun da etkisiyle, saatlerce müzik yaparlardı. Ben de küçük bir çocuk olarak aralarına katılır, gitar çalardım. Öyle kolay kolay kimseyi aralarına almadıklarından, o zamanlar 16-17 yaşlarında bir yeniyetme olarak kabul görmek beni çok gururlandırırdı. Saçımı okşar, sırtımı sıvazlar, “aferin evlat, ne de güzel çalıyorsun, büyü yünce de devam edecek misin” diye sorar, beni yüreklendirirlerdi. İşte o adamlar, geleneksel Küba müziğinin gerçek ustalarıydı. O zamanların seksenlik, doksanlık ustaların yanında çalışmak benim için müthiş bir tecrübe oldu.
Bana “maestro” diye hitap ediyorlar. Ama ben kendimi bir öğrenci olarak görüyorum, alt tarafı 57 yaşındayım, usta olmak için daha çok yol kat etmem gerek.
Yine o yıllarda, devrimden hemen sonra bir radyo programı yapmaya başlamışsınız….
Evet, 1963 yılında, yani 17 yaşımda devrimin rüzgârıyla birlikte kendimi çiftçiler için bir müzik programı yaparken buldum. O zamanlar La Trinchera Agraria adlı bir grubumuz vardı. Aynı adlı programımızda daha çok geleneksel Küba müziğinden örnekler verirdik. Bu tip radyo yayınları devrimci hükümetin ulusal kalkınma politikalarının bir parçasıydı. Hükümet özellikle kırsal alanda kalkınmaya büyük önem veriyordu. Düşünün, bu programı yapmak için maaşımızı Devrimci Toprak Reformu Enstitüsü’nden alıyorduk. La Trinchera Agraria’nın yayını 1963’ten 1970’e kadar sürdü.
Gelelim grubunuz Cuerteto Patria’ya… Grubun adı, rivayet edildiği gibi, ünlü şair José Martí’nin o dönemde çıkardığı gazeteden mi geliyor?
Grubun adının nereden geldiğine dair çeşitli rivayetler var. Benim bildiğim kadarıyla, grubun çekirdek kadrosu 1939 yılında Rigoberto Echevarria “El Maduro” ile Francisco Cobas “El Pancho” tarafından bir araya getiriliyor. Yine ihtiyarların bana anlattığına göre, o zamanlar grubun ilk kadın solisti olan Emilia Garcia sıkı bir devrimciymiş. Yeraltı faaliyetlerini güvenli bir şekilde sürdürmek için kendine bir takma ad bulması gerekince Patria adını seçmiş. Devrim başarıya ulaşıp da tehlikeli günler geride kalınca, grubun adını, o günleri yad etmek için, Cuarteto Emilia değil de, Cuarteto Patria koymuşlar.
Siz gruba 1978 yılında dahil olmuşsunuz ve yanılmıyorsak hemen repertuarı değiştirmeye başlamışsınız…
Evet, 1978 yılında Pancho Cobas beni gruba davet etti. Ben de böyle köklü bir gruba sevinerek dahil oldum. Gruba katılır katılmaz da repertuarı biraz genişletmemizin yerinde olacağını söyledim. Pancho bana artık grubun müziğiyle ilgili kararları benim alacağımı, müzik direktörlüğü bayrağını benim devralmamın yerinde olacağını söyledi. Müziği değiştirmek istiyordum, ama Pancho’nun tahtına kimse ondan daha çok yakışamazdı. “Sen her zaman bizim başımız olarak kal, biz de işimize bakalım” dedim, böylece anlaşmış olduk. Ben gruba biraz daha neşe getirmek istiyordum. Farklı müzik türlerinden de örnekler vermek, enstrümantal şarkılar yapmak, son’un iyi örneklerini de repertuara katmak gibi şeyler. Bolero’lar, guaracha’lar, Afro’lar, hepsini belli bir anlayış çerçevesinde yorumladık. Belli bir anlayış derken, artık aramızda olmayan Pancho’nun hiçbir zaman geleneksel Küba müziğinden uzaklaşmamamız yolundaki düsturundan bahsediyorum.
Son müziğini ayrı bir yere koyuyorsunuz, bunu biraz açıklayabilir misiniz?
İster son olsun, ister danzon, bu türlerin en büyük özelliği, müziğimizin büyük ustaları tarafından yaratılmış olmalarıdır. Zaman zaman bana “maestro” diye hitap eden insanlarla karşılaşıyorum. Maestro aşağı, maestro yukarı. Şüphesiz insanı gururlandırıyor usta olarak anılmak. Ama ben kendimi henüz bir öğrenci olarak görüyorum, alt tarafı 57 yaşındayım, gerçek anlamda usta olmak için daha çok yol kat etmem gerek. Tabii şanslı bir öğrenci olduğumun, büyük ustalarla çok genç yaşta karşılaştığım için avantajlı olduğumun farkındayım. Ama geleneksel Küba müziğinin esas ustalarının Matamoros, Emiliano Blez, Pepe Sánchez, Arsenio Rodríguez gibi isimler olduğunu düşünüyorum. Yüzyılın başında yaşamış bu büyük ustalar bizlerin tekrar tekrar üzerinden geçeceği, çalışarak daha ileriye götüreceğimiz müthiş bir kitabın ortak yazarlarıydılar. Eski halk şarkılarını derlerken bir taraftan da kendi özgün müziklerini yarattılar. Bu hazineye bir tarafından ortak olmak çok heyecan verici.
Bazı söyleşilerinizde Küba müziğinin Afrika etkisinden bağımsız değerlendirilemeyeceğini söylüyorsunuz…
Tabii, sonuçta Küba toplumu ya da Küba kültürü aslında bir karışımın ifadesi. Bu anlamda Afrika etkisi bütün öbür etmenler gibi çok önemli. Bana kalırsa, Küba’nın ritmi Afrika’dan geliyor. İspanyol kültürünün de büyük etkisi var üzerimizde. Enstrümanları çalış şeklimiz kesinlikle İspanyol etkisi altında. Rumba Catalana gibi türlere yakından baktığınızda bu etkileşimi kolayca görürsünüz. Konga çalma şekli de Afrika’dan gelmiştir. Cuarteto Patria’da örneğin, vurmalı çalgılara ağırlık verdik bir dönem. Ama asla yapmaya yeltenmeyeceğim bir şey varsa, o da geleneksel Küba müziğinin armonisini değiştirmektir. Bu dipsiz kuyuya sırt çevirmek açıkça bir ihanet olur ki, aklımın köşesinden bile böyle bir şey geçmiyor.
Geleneksel Küba müziğine olan bağlılığınız bir yana, farklı türlerde eser veren birçok farklı müzisyenle de işbirliği yaptığınızı biliyoruz…
Bu, işini seven birçok müzisyenin ortak noktasıdır herhalde. Yaptığı işe heyecanla bağlı olan insanlarla çalışmak her zaman ufuk açıcıdır. 1996’da Kamerunlu bir müzisyen olan Manu Dibango ile Cubafrica adlı bir albüm kaydettik, biraz önce bahsettiğimiz Afrika köklerimizi araştırmak açısından son derece yararlı bir çalışma oldu benim için. 1999’da ünlü Los Lobos grubundan David Hidalgo’yla çalışmaya başladık. Amerikalı bir blues mızıkacısı olan Charlie Musselwhite’la olan çalışmamızı hiç unutmayacağım; laf aramızda, country müziği çok hoşuma gidiyor. Kökleri sağlam olan ya da kökleriyle bağlantısını koparmamış, çıkış noktasını unutmamış müziklerin hepsi hoşuma gider. Salsa örneğin, Küba’da bazı tutucu arkadaşlar salsa’ya burun kıvırıyor, oysa salsacılar arasında Isaac Delgado, Ruben Blades gibi aynı zamanda çok sıkı arkadaşım olan önemli müzisyenler var.
Çok farklı sanatçılarla, çok farklı ortamlarda çalışma fırsatı buldunuz. Çalışma koşul
larını karşılaştırdığınızda, Küba’da çalışmayı tercih eder misiniz?
Her zaman Küba’da çalışmayı tercih ederim. Eskiden, özellikle Buena Vista Social Club patlamasından önce yabancılarla çalışmak belli kayıtlara bağlıydı bizim için. Artık belli bir vergi ödeyerek gönlümüzce çalışabiliyoruz. Virgin İspanya ile anlaşmam olduğu için son dönemde İspanya’da kayıt yapma olanağı buldum. Daha önceleri de ABD’de kayıt yapmıştık. Kayıtlarla ilgili şöyle bir genelleme yapmak mümkün: Eğer sıradan müzisyenler sıkı bir stüdyoda kayıt yaparlarsa, ortaya sıradan bir iş çıkar. Eğer sıkı müzisyenler, sıradan bir stüdyoda kayıt yaparlarsa, ortaya sıkı bir iş çıkar. Buena Vista bunun iyi bir örneği. Bildiğiniz gibi, albüm Havana’da çok olağanüstü olmayan bir stüdyoda kaydedildi, ama sonuçtan herkes çok memnun kaldı, bu da teorimin doğruluğunu kanıtlıyor.
Arkadaşlar takılıyorlar, “sittin sene yaptığınız müziği yine Amerikalılar meşhur etti” diye. Hiç önemi yok, sonuçta yapılan, geleneksel Küba müziğine hizmettir.
Son yıllarda müziğe küsen Compay Segundo’yu da müziğe dönmesi için ayartan siz olmuşsunuz yanılmıyorsak…
Evet, Compay müzikten kopmuş, günlerini Havana’da, kendi köşesinde geçiriyordu. Onu alıp Santiago de Cuba’ya getirdim, Cuarteta Patria’yla beraber çalışmaya başladı. Karayib ülkelerine bir-iki turne yaptıktan sonra ABD’ye gittik. Compay giderek açılıyordu, yine o dönemde sonradan çok meşhur olan “Chan Chan” adlı şarkıyı birlikte yaptık. O günlerde bir başka efsane ismin, Nico Saquito’nun albümünü kaydetmek için stüdyodaydık. Bu Nico’nun son albümü oldu, kayıtlardan sonra hastaneye yattı ve kısa bir süre sonra, albümün yayınlanışını göremeden öldü maalesef. Ama bu çalışma ilginç bir şekilde Buena Vista Social Club albümünün ortaya çıkmasına vesile oldu. Nico’nun albümünü kaydedişimizden bir yıl sonra konser için İngiltere’ye gittiğimizde, Nick Gold adlı prodüktörle tanıştık. Nico’nun albümünün İngiltere’de yayın haklarını almış, albümü yayınlamış ve çok olumlu tepkiler almıştı. “Önümüzdeki yıl Küba’da kayıt yapmayı düşünüyoruz, bir albüm projemiz var” dedi. Görüşmek üzere sözleştik, aradan bir buçuk yıl geçtikten sonra Juan de Marcos aradı. Havana’da toplandıklarını, Amerikalılarla bir kayıt yapılacağını söyledi. Üç-beş kuruş para kazanırız diye düşündüm, atladım gittim. Amerikalı dediği Ry Cooder’dı, kaydettiğimiz albümse Buena Vista Social Club. Bazen Küba’daki arkadaşlar bana takılıyorlar, “sittin sene yaptığınız müziği yine Amerikalılar meşhur etti” diye. Oysa benim için bunun hiç önemi yok, sonuçta yapılan, o büyük kültüre, geleneksel Küba müziğine bir hizmet. Bu hizmeti kim yaptıysa büyüktür benim gözümde.
“Çocukların sevgisini hiçbir şeye değişmem” diyorsunuz bir söyleşinizde…
Tabii, özellikle “Pintate Los Labios Maria” adlı şarkım Küba’daki bütün çocuklar tarafından çok sevildi. Yolda yürürken, bir okulun yanından geçerken hepsi okul duvarına yığılıp şarkıyı söylemeye başlıyorlar, el sallıyorlar. Bu benim hayatta hiçbir şeye değişmeyeceğim bir mutluluk. Çocukların sevgisinde hesap yoktur çünkü, yürekten severler, bizlerin gerçek mirasçısı o çocuklar.
Başınızdan eksik etmediğiniz kovboy şapkası artık bir sembolünüz olmuş gibi sanki…
Söyledim ya evlat, bize guajiro derler, köylüyüz biz. Şapka dediğin, adamı güneşten ve yağmurdan korur, kolay kolay çıkartmayacaksın şapkanı. Bu da çocukluğumda öğrendiğim derslerden biri. (gülüyor)
Söyleşi boyunca bahsettiğimiz birçok müzisyen gibi siz de ömrünüzün sonuna kadar sahnede kalmak niyetinde misiniz?
Tabii, müzisyenin yeri sahnedir her zaman. Ama Allah göstermesin, bir gün gitar çalamayacak, şarkı söyleyemeyecek hale gelirsem, kırlara dönmek isterim yine. Toprakta çalışamayacak da olsam, onu koklamak, ufuk çizgisine doğru alabildiğine uzanan toprakları seyretmek, gün ağarırken ötmeye başlayan kuşlara, gece uluyan kurtların seslerine kulak kabartmak isterim. Toprak çeker insanı.
Roll, sayı 78, Ağustos 2003