Türkiye’nin kooperatifçilik tarihini, ders çıkarılabilecek ve ilham alınabilecek dayanışma ekonomisi örneklerini mercek altına almak üzere, “Dayanışma Ekonomileri –Üretim ve Bölüşüme Alternatif Yaklaşımlar”ın yazarı Aslıhan Aykaç’la söyleşimizin ikinci bölümüne bağlanıyoruz.
Kitabınızda “Kooperatifçilik hareketi geleneksel dayanışma ilişkilerini bütünsel bir biçimde içermiş olsaydı, Türkiye’de kooperatiflerin tarihi çok farklı olabilirdi” diyorsunuz. Türkiye’de kooperatifçilik neden geleneksel dayanışma ilişkilerinden beslenemiyor?
Aslıhan Aykaç: Coral Delaney’in [1] Türkiye’de bir köydeki dayanışma ilişkileri üzerine yaptığı etnografik çalışma, köyde işlerin yürütülmesini sağlayan geleneksel dayanışma ile formel dayanışma modelleri arasında bir kopukluk olduğunu gösteriyor. Özellikle 80’li yılların olumsuz etkisi konusunda bir göndermesi var. Dünyanın en yaygın ve en itibarlı dayanışma ekonomisi örneği olan kooperatifler, kitapta da belirtiğim gibi, maalesef Türkiye’de o kadar da itibarlı değil. Bir kere toplumun bir kesimi hâlâ “komünist işi” diye bakıyor. İki ayrı dönemde iki ayrı problem var. İlki, “milli kooperatifçilik” döneminde, “tarım kooperatifleri kurun, şöyle üretin, ürettiklerinizi şöyle satın” diyen tepeden inmeci bir yaklaşım var. İnsanlar bunu içselleştirmiyorlar. İnsanlar ancak ihtiyaçlarına göre örgütlenirlerse dayanışmayı sürdürebilirler. İkinci problem ise ekonomi politikalarının istikrarlı bir biçimde devam ettirilmemesi. Milli iktisat dönemini, 1923-1939 arasını ayrı tutalım, çünkü o dönemde ciddi bir kalkınma çabası var. Sonraki dönemlerde ithal ikameci sanayileşme, liberal ekonomi, Amerikan modelinin Türkiye’ye monte edilmeye çalışılması var, ancak hiçbiri istikrarlı biçimde yürütülmeyince alternatif dayanışma ekonomilerine de, kooperatiflere de olumlu yaklaşılmıyor. ‘80 sonrasında dışa açılmaya karar veriliyor. Her şey özelleştirilmiş. Neyle dışa açılacaksın? Sata sata dünya ekonomisine eklemleniyoruz, hiçbir şey üretmeden tüketerek eklemleniyoruz. Özetle, üretimdeki istikrarsızlık ve ideolojik müdahaleler kooperatifçiliğin potansiyelini baskıladı. Bu da insanların katılımını engelledi. Temel bir tespit olarak da, toplumda örgütlülük yok. Böyle bir siyasi gelenek yok. Toplumsal olarak örgütlenme deneyimleri hakkında ciddi bir yüzleşmeye ihtiyaç var. Bunları konuşamıyoruz, konuşamadıkça örgütlenme sürecine girilemediğini ve bu farkındalığın gelişemediğini düşünüyorum.
Önceki bölümde, Mondragon’u anlatırken, kadınlar için mühendislik okulu açıldığını, kadınların becerilerinin artırılması yoluyla üretime katıldığını söylediniz. Sümerbank fabrikaları da benzer yöntemlerle kadınları üretime kattı. Sümerbank’ın yerelin örgütlenmesine katkısı hakkında ne düşünüyorsunuz?
Bugünlerde Nazilli Basma Fabrikası [2] üzerine çalışıyorum. Nazilli Basma Fabrikası dediğimizde treni, tiyatro salonu, sosyal tesisi, lojmanları olan bir fabrika ve yaşam alanından söz ediyoruz. Nazilli’yi kalkındırması ve orada bir işçi sınıfı oluşturması, Sovyetler’in kolektif modelinin buraya uyarlanması açısından gerçekten örnek bir hikâye. ‘80 sonrası özelleştiriliyor. Yok ediyorlar orayı. O kadar kötü bir yok ediş ki, salonda yılbaşı süsleri duruyor –Çernobil gibi. Makinalar da yerlerinde duruyor. Tarihimizde yerelin kalkınması için böyle bir model vardı. Bu model kesintiye uğruyor öncelikle. Öte yandan, böylesi hamleler devlet eliyle yapıldığı için iktidar değiştiği zaman sonuçlandırılamıyor.
Nazilli Basma Fabrikası örnek bir hikâye. Böyle bir modeli devlet kurduğunda ve çalışanlar da devletin çalışanları olduğunda, patrimonyal siyaset insanların kendilerini tanımlama biçimlerini de belirliyor. İnsanlar sınıf bilinci inşa etmiyor, devletin işçisi, memuru oluyor. Devleti her şeylerini karşılar bir durumda görüyorlar. “Allah devlete zeval vermesin” oluyor söylem de.
Ekonomi politikalarının istikrarlı bir biçimde devam etmemesi ve ‘80 sonrası KİT’lerin özelleştirilmesi ile yapılan hatalar kalkınma hamlelerini ve farklı model arayışlarını özellikle yerel ölçekte olumsuz yönde etkiledi. Özelleştirilen işletmelerin kâr etmesi sağlanabilir, verimliliği artırılabilirdi. Yapmadılar ve yok ettiler. Nazilli Basma Fabrikası’ndaki işçiler, tıpkı SEKA’da olduğu gibi, başka devlet kurumların gönderildi. Tam bu noktada zihniyete yönelik başka şeyler de konuşmamız gerekiyor. Böyle bir modeli devlet kurduğunda ve çalışanlar da devletin çalışanları olduğunda, hâkim olan patrimonyal siyaset insanların kendilerini tanımlama biçimlerini de belirliyor. İnsanlar sınıf bilinci inşa etmiyor, devletin işçisi, memuru oluyor. Devleti her şeylerini karşılar bir durumda görüyorlar. “Allah devlete zeval vermesin” oluyor söylem de. Dayanışma ekonomileri piyasaların ve kapitalist devletin dışında örgütlenmeli derken, devletin ve piyasaların amacı bambaşka iken, insanın kendini gerçekleştirmesinin amacının başka bir şey olduğunu vurgulamak istiyorum.
Sümerbank fabrikaları gibi, pancar, tütün, üzüm, fındıktaki üretim de, örgütlenmeler de benzer durumda. Geri dönüp bakınca özellikle şeker ve dokumada milli iktisat modelini başarılı bulduğumu söylemek isterim. Bu modeli tepeden inmeci olduğu için eleştirenler var. Ancak, o dönemin koşulları içinde bir başarıdan söz edilebilir. Mübadele ile gayrimüslim nüfusun kaybını eleştiriyorum hiç kuşkusuz. Burjuvazinin yerine milli burjuvazi yaratmanın son derece olumsuz sonuçları olduğunun farkındayım. Tek başına mübadelenin hem tarım hem de zanaatlar açısından olumsuz sonuçları ortada. Bunları görüyorum, ancak kurduğu fabrikalar ve yatırım hamleleri ile başarıya ulaşmış bir modeldir milli iktisat modeli.
Bu süreci dayanışma ekonomileri ile bağlarsak, devlet politikaları yalnızca makroekonomik göstergelere, ekonomik büyüme hedeflerine ve kalkınma göstergelerine odaklandığında, yerel dinamikleri dönüşüm sürecine dahil etmemiş olur. Bu yüzden de devlet politikalarının, yasal düzenlemelerin ve bürokratik mekanizmaların dayanışma ekonomilerini destekleyecek şekilde düzenlenmesi yerelin katılımı açısından, kurumsal işbirlikleri açısından önem taşır. Tepeden inme, yerel koşulları gözardı eden düzenlemeler ancak belli bir süre sürdürülebilir.
Tarımsal üretimden gücünü alan ve bugün holdingleşen, hatta enerji alanına giren Pankobirlik kitabınızda ele aldığınız örneklerden biri. Pankobirlik nasıl bir örnek?
Pancar kooperatiflerinin geçmişi 1951’e kadar gider. Pancar üreticileri kooperatifleri birliği Pankobirlik intansif (yoğun) tarım yoluyla kırsal kalkınma hedefleyen bir örgüt olarak kurulmuş. 1972’de Türk Şeker Fabrikaları A.Ş. ile pancar kooperatiflerini birleştiren bir çatı örgütü olarak kuruluyor. Pankobirlik’in çıkış noktası ile varış noktası birbirinden çok farklı. Çıkış noktası 900 binden fazla çiftçiyi devlet tekelindeki bir piyasa içinde örgütleyen bir yapıydı. Bu mantık içinde çiftçiyi kalkındırırsınız. Talebi devlet belirler ve üretimi satın alır. Kemal Unakıtan’ı hatırlayalım, dışardan şeker ve sentetik şeker türevleri alımı serbest bırakıldığında bu insanlar dünya piyasaları ile rekabete girdi. Girdikleri noktada glikoz şurubu karşısında rekabeti kaybettiler. İkinci olarak, özelleştirmeden kaynaklanan finansallaşma pancar kooperatiflerinin şeker fabrikalarındaki hisselerini azalttı. Son olarak, yine özelleştirmeden kaynaklı olarak pancar üretiminde bölgelerarası eşitsizlikler doğdu. Bu özelleştirmelerin sonucunda da Torku kuruldu. Ürün çeşitliliğini artırdı, holdingleşti ve bugün enerji yatırımları yapar hale geldi. Sektör olarak şeker sanayiine yönelik endüstriyel üretime yapılan vurgu, kırsal kalkınma ve yerel örgütlenmeye dayalı kooperatif motivasyonunu gözardı eder.
Pankobirlik bugün geldiği noktada devlet ve piyasa paradigmalarının dışında kalamamıştır. Kurumsal yapısında iktidarla kurduğu girift ilişkiler ağı, bir dayanışma ekonomisinden çok, ahbap-çavuş kapitalizmine örnek gösterilebilir.
Pankobirlik bugün geldiği noktada devlet ve piyasa paradigmalarının dışında kalamamıştır. Kurumsal yapısında iktidarla kurduğu girift ilişkiler ağı, bir dayanışma ekonomisinden çok, ahbap-çavuş kapitalizmine örnek gösterilebilir. Kooperatifler veya üst birlikler prensipte gönüllü üyeliğe dayalıdır ve demokratik biçimde yönetilirler, yeniden yatırım yapma, genişleme gibi kararlar üyelerin çıkarlarına bağlıdır. Pankobirlik’te üye sayısı fazladır, üyelerin ve yerelin çıkarları devlet ve piyasa çıkarları tarafından bastırılmıştır. Pankobirlik’ten Torku’ya evrilen kurumsal yapı içinde gerek şirket yapısı, gerekse sermaye artırımı nedeniyle üreticilerin ekonomik varlığı ve söz hakkı gerilemiştir. Bugün üretim çiftçi sayısı ya da tarımsal ürünle değil, Torku’nun finansal varlığıyla ölçülüyor. Bir üretim neyle ölçülür? Harcanan emekle mi, parasal karşılığı ile mi, yoksa insani değeriyle mi? Bugün bir çöpçü bir beyaz yakalıdan daha fazla değer üretiyor. Bütün dünyada çöp sorunu var. Beyaz yakalıların yaptığı işleri makinelere yaptırmak mümkün. Ama çöpleri insanlar topluyor, hem de daha az para ve düşük statüye karşın. Çöpçülerin emeğinin değeri çok daha yüksek bana göre. Pankobirlik’e dönersek, köylünün ürettiği değeri Torku içinde daha az önemli gören, sermaye artışını önceleyen bakış açısı da böyle. Torku gibi finansallaşmış yapılarda marka değeri ürünün, hisse değeri de köylünün gelirinin önüne geçmiş durumda.=
Kadın emeği, ev içinde ve dışında, her yerde insani ve yaşamsal değer üretiyor. Buna karşın Türkiye’de her on kadından sadece üçü istihdama erişebiliyor. Ataerkil toplum yapısı ve geleneksel baskılar toplumsal cinsiyet ayrımcılığını körüklerken, politik ve ekonomik dışlama kadınların toplumsal varlığı etrafındaki çemberi iyiden iyiye daraltıyor. Öte yandan, 2000’lerin başından beri kadın kooperatiflerinde ciddi bir artış yaşanıyor. Kadınların dayanışma ekonomilerindeki konumunu nasıl değerlendiriyorsunuz?
Türkiye’nin en acil ekonomik sorunlarından biri kadınların işgücüne katılım oranının düşük olması. Kadınların kalkınmadaki rolüne dair çalışmalar, kadın emeğinin üretken bir biçimde ekonomiye dahil edilmediği durumlarda ekonomik kalkınmanın insani kalkınmaya dönüşmeyeceğini gösteriyor. Buna rağmen Türkiye’de kadın istihdamını destekleyecek politikalar üretilmiyor, istihdam paketinde kadınlara yönelik teşvikler ya da destekler söz konusu değil. Kadınlar eğitimde erkeklere yakın bir yerde duruyor, ama eğitimleri emek piyasasındaki konumlarına yansımıyor. Yüksek eğitimli kadınlar için de aynı durum söz konusu. Böyle olunca, iki üniversite bitirdiği halde işsiz olan bir kadına kocası sorulabiliyor. Kadınların işgücüne katılmadığı bir yapıda ekonomik kalkınmadan, insani kalkınmadan ya da kadınların özgürleşmesinden söz edemeyiz. Bu nedenle kadınların ev ekonomisinden çıkıp reel ekonomiye katılmaları, üretimin bir parçası olmaları şart. Dayanışma ekonomileri kadınları yalnızca ekonomik olarak değil, aynı zamanda sosyal olarak da özgürleştirme potansiyeli taşıyor.
Dayanışma ekonomileri kadınları yalnızca ekonomik olarak değil, aynı zamanda sosyal olarak da özgürleştirme potansiyeli taşıyor. Kadınların tırnaklarıyla kazıya kazıya kendilerine alan açmaları aynı zamanda bir sosyal farkındalık, bir politik bilinç yaratıyor.
Kadınların güçlerinin farkına varması için edilgen bir biçimde kendilerine sunulan imkânlarla, verilen işlerle, ayrılan kotalarla yetinmesi yerine tırnaklarıyla kazıya kazıya kendilerine alan açmaları aynı zamanda bir sosyal farkındalık, bir politik bilinç yaratıyor. En gelenekselinden en yenilikçisine, sınıfsal farklarına ve kimlik unsurlarına bakmaksızın kadınların girdiği her türlü varoluş çabası değiştirici ve kıymetli. Bu çabaların bir kısmı çeşitli nedenlerle başarısız oluyor, yarı yolda kalıyor, hedeflerinden sapıyor. Ama böyle olsa bile bir öğrenme sürecine katkı sağlamış oluyor. 2000’lerin başında Kadın Emeğini Değerlendirme Vakfı tarafından başlatılan kadın kooperatiflerinin sayısı 160’ı geçmiş durumda. Kadın kooperatifleri hem ekonomik hem de sosyal etkiler yaratan faaliyetleriyle 61 ilde yılda 20 binin üzerinde kadına ulaşıyor. Kadın kooperatiflerinin her biri kendi iş planını kuruyor, üretim zincirini yürütüyor, üretim yapıyor. Kadın kooperatiflerinin karşılaştığı en önemli sorunlardan biri sürdürebilirlik. Gönüllü üyeliğe dayalı kooperatifler zamanla üyelerin motivasyonlarını kaybetmesi nedeniyle kapanabiliyor. Tepeden inme biçimde kurulan proje temelli kooperatifler yine üyelerin kooperatifçilik değerlerine bağlılığının olmaması nedeniyle süreç içerisinde zayıflıyorlar. Örneğin belediyelerin kuruluş aşamasında öncülük ettiği kooperatifler yalnızca belediye desteğiyle varlıklarını sürdürdüklerinde katılımcılık, demokratik yönetim ve özerklik konusunda sıkıntılar yaşıyorlar. Kadın kooperatifleri belediyelerin sosyal sorumluluk projelerine dönüştüklerinde politik reklam aracı haline geliyorlar. Ayrıca üretim kapasitesini geliştirmeyen kooperatifler bir zaman sonra talep bulmakta zorlanıyor, geleneksel üretim döngüsünü kıramayanlar yerinde sayıyor.
Geleneksel üretim döngüsünün dışına çıkan yapılar var mı?
Mesela Çeşme’de İmece İnisiyatifi var, göçmen kadınlara elektrik paneli yapmayı öğrettiler, bu panellerle güneş paneli yaptırdılar, güneşten elektrik ürettiler. Kadının ev eksenli üretimi kendini tekrar eden bir durumun dışına çıkabilir. Özellikle kadın kooperatiflerine daha büyük bir toplumsal dönüşümün bir aracı olarak yaklaşmak, kadınların dezavantajlı sosyo-ekonomik konumunu dönüştürecek bir düşüncenin kurumsallaşmasına odaklanmak gerekir. Bu çerçevede hedef kısa vadede gelir kazanmak değil, uzun vadede kadını ekonomi politikalarının, işgücü piyasasının ve karar verme mekanizmalarının değişmez ve etkin bir parçası haline getirmek olmalı. Bu yapısal dönüşüm için kooperatifçiliği kitleselleştirmek, katılımcı sayısını artırmak ve katılımı doğrudan, demokratik ve farklı kesimleri temsil edecek şekilde derinleştirmek gerekiyor. Kadınlar bu konuda ellerinden geleni yapıyorlar.
Farklı alanlarda farklı dayanışma örneklerinden söz edebiliyoruz. Birkaç örnek verir misiniz?
Ege bölgesinde, özellikle İzmir’de birçok örnek var. Mesela Tire Süt Kooperatifi, Bayındır Çiçek Kooperatifi, Bademler Tarımsal Kalkınma Kooperatifi… Bademler, 1982’de kuruluyor. Çiçekçilikle başlıyorlar. Tarımsal üretim yapıyorlar. Geçenlerde ekolojik köy kurdular. Bodrum’da kadınların kurduğu Begonvil Kadın Girişim Üretim Kooperatifi, İstanbul’da Potlaç Kadın Kooperatifi ya da Ankara Zeytindalı Kadın Kooperatifi, Or-Koop sayılabilir. Tarım, tüketim, işletme, fikir kooperatifleri var, ancak mesleki dayanışmayı öne çıkaran tek örnek sanırım, İstanbul’daki 32 tiyatroyu bir araya getiren Tiyatro Kooperatifi. Kooperatiflerin dışında da örnekler var: Gıda toplulukları, ekolojik temelli köyler var, topluluk temelli tarım pratikleri var. Antalya gıda topluluğunu takip ediyorum. Ovacık örneğini bilerek saymıyorum, orada yerel yönetimin öncülüğü var. Bence Ovacık örneği yerelde son yıllarda kurulmuş en kayda değer örgütlenmelerin başında geliyor.
Sistemde gedik açma çok önemli. Ayrıca, maddi koşulların dönüşümünden daha çok, zihinsel dönüşüm devrinde yaşadığımız kanısındayım. Kapitalizmin bize dayattığı neyse ondan vazgeçmek ve ihtiyaca odaklanmak gerekiyor.
Yerel yönetimler hizmet ve ürün satın alırken şirketlerle değil de dayanışma ekonomileriyle işbirliği yapsalar neler olur?
Yerel yönetimlerin bu neoliberalleşme ortamında dayanışma ekonomilerine daha fazla destek vermesi, onların sürekliliği ve gelişmeleri açısından önemli. Ege bölgesinde başarılı örnekler mevcut. İzmir özelinde, Tire Süt Kooperatifi’nin üretiminin büyükşehir belediyesi tarafından satın alması veya Bayındır Çiçek Kooperatifi’nin ürettiği çiçeklerin kentte dikilmesi gibi. Ancak, bir dayanışma örgütlenmesi kaderini yerel yönetimlerden gelecek desteğe bağlarsa, bunun da riskleri var. Buradan tekrar dayanışma prensiplerine gitmek gerek. Prensiplerle mi hareket edeceğiz, yoksa politik bir angajmana bağımlı mı kalacağız? Her bir dayanışma örgütlenmesinin buna dikkat etmesi gerek. Temel kaygı belediyelerden bir şeyler almak olmamalı. Tüm fon desteği ve düşünsel destek belediyeden gelmemeli. Kooperatifler önce kendi ayakları üzerinde durmalı ve belediyeler de ürünlerini satın olarak yerelin ihtiyaçlarını karşılamalı. Kooperatifler üretim ve pazarlama ağlarını kurmalı. Kadın kooperatifleri ile konuşurken hep “mantı yapmayın, ekmek yapın, restoranlara satın, kendi ağlarınızı kurun” diyorum bu yüzden.
Bu açıdan Tayvan güzel bir örnek. Ekonomisi ağırlıklı olarak KOBİ’lere dayalı olan Tayvan’da devlet küresel piyasalara eklemlenme sürecinde KOBİ’lerin ekonomik ağlar içinde örgütlenmesine öncü oluyor. Başlangıçta büyük firmaların tedarikçisi olan KOBİ’ler zamanla kendi markaları altında üretime geçiyor. Kooperatifler de böyle bir araya gelebilirler. Kooperatif ürünlerine KDV muafiyeti getirilebilir. Varolan kooperatif bürokrasisi hafifletilebilir. Satış mekânı açmaları desteklenebilir. Tüm bunlar için her zeminde yan yana gelişlere ve dayanışma ağları kurmaya ihtiyaç var. Meclisler, forumlar gibi dayanışmacı yapıların da dayanışma ekonomilerini ve yerel yönetimleri beslediğini düşünüyorum.
Bob Dylan’ın “Not Dark Yet” şarkısı geliyor akla: “Henüz karanlık çökmedi, ama eli kulağında.” Küresel krizin çökmeye başlayan karanlığına karşı umudunuz var mı?
Bu kitap üzerinden en çok sorulan şuydu: “Sistematik olarak dayanışmacı ekonomik alternatifleri uygulamak mümkün mü?” Kestirip atanlar, uygulanamaz bulanlar oldu. Evet, endüstriyel üretimin sakıncalarını söylüyorum, ancak dayanışma ekonomileri tüm üretimi ele geçirsin demiyorum. İnsanların böyle girişimlerle cep telefonu üretemeyeceklerinin farkındayım. Ama en azından sistemde gedik açma imkânı olduğunu düşünüyorum. Bu çok önemli bana göre. Ayrıca, maddi koşulların dönüşümünden daha çok, zihinsel dönüşüm devrinde yaşadığımız kanısındayım. Kapitalizmin bize dayattığı neyse ondan vazgeçmek ve ihtiyaca odaklanmak gerekiyor. Bize hep kalkınma dayattılar. Artık kalkınma! Kalkındık da ne oldu? Ülkede 500 tane Starbucks var. Dayatılan her türlü kapitalist aklı, üretimi almak zorunda mısın? Birine de hayır de. Birini de içselleştirme. Bu kitabı yazarken de ve hâlâ da umutvarım. Alternatif yolların deneneceğine inanıyorum. Kitapta tartıştığım dayanışma ekonomileri çerçevesi kısmen bir ihtiyacı karşılayabilir. Alternatif ekonomik sistemlere yönelik araştırmalar, tartışmalar güncelliğini koruyacak. Kitabın sonuç bölümünün son tümcesiyle bağlayalım: “Gelecek dönüşümler, radikal ya da ılımlı, daha fazla tartışma gerektirecektir.”