Little Blue (Küçük Mavi), 2021, Sonbahar Festivali, Graz-Avusturya
2021 başında, Graz’ın en eski festivali Sonbahar Festivali’nin siparişi üzerine yaptığım bir çalışma. Yılın teması “The Way Out” (Çıkış Yolu) olarak belirlenmişti. Bu kavrama uyan nasıl bir sokak enstalasyonu yapabilirim diye uzun süre düşündüm. Benden istenen bir afiş projesiydi.
O dönemde kafamı meşgul eden temel konular küçük bir kızım olması ve babalık, son yıllardaki Şamanizm tecrübelerim ve doğada daha fazla vakit geçiriyor olmamdı. Tüm bunlar bir araya geldi ve çocuklarımıza nasıl bir dünya bırakıyoruz diye düşünmeye başladım: virüsler, iklim felâketleri… Genellikle Amerikalı yerlilere atfedilen, ama kökeni aslında pek bilinmeyen şahane bir deyiş var: Dünya atalarımızdan bize miras kalmış değil, biz onu çocuklarımızdan ödünç aldık. Dünyayla, tabiatla nasıl bir ilişki kurmamız gerektiğine dair bize çok şey söylüyor. Posterde kafasında kapüşonuyla ormanda yürüyen küçük bir kız görülüyor. Kararlılıkla bir noktaya doğru yürüyor hissi var, sanki ormanın içine girmek istiyor gibi. Bununla anlatmak istediğim şuydu: İçinde bulunduğumuz durumdan “çıkış yolu” nedir diye kafa yorarken, çözümün büyük ölçüde doğanın içine girmek olduğunu düşündüm. Yani çıkış yolu içeri girmekten (the way out is to go in), aynı zamanda kendi içimize de derinlemesine inmekten geçiyor.
Migratory Levels of Being (Varoluşun Mültecilik Seviyeleri), 2021
Bu seride üzerine resimle rötuş yaptığım kolaj fotoğraflar var. Ruhsal dünyamla kurduğum bağlantı kuvvetlendikçe ve Şamanizm tecrübem derinleştikçe işlerimi bu sayede hissettiklerim üzerine kurma arzusu duymaya başladım. Ama bunu yaparken öteden beri ilgimi çeken ve işlerime yansıyan dünyevi meseleleri de ele almayı bırakma niyetinde değildim.
“Migratory Levels of Being” (Varoluşun Mültecilik Seviyeleri) başlıklı bu seri Tasavvuf ve Avrupa’ya göç eden Afganları ortak bir mercek altına almayı amaçlıyor. Bu ikisinin kesiştiği noktaları görmeye çalışıyor. Birçok işimin isminde Sûfi kavramlara göndermeler var, fakat bu kez Sûfi bir metaforla Fransa’nın kuzeyindeki Calais’den[1] görüntülerle, Afganistan’da bulunan ve ülkeden göç etmek isteyen insanları bir araya getirmek istedim. Sûfi aydınlanma yolculuğunu göçmenin güvenli bir ev arayışına benzetiyordum.
Fantastik bir unsur olarak kullandığım tek boynuz mitolojide umut sembolü, göçmenlerin gittikleri yere ulaşabilme umudunu anlatıyor. Tek boynuz aynı zamanda farklı dünyalar arasında gidip gelebilen bir yaratık. Kısacası, dünyalarını değiştirmeye çalışan göçmenleri sembolize eden tek boynuzla mitolojik bir boyut eklemeye çalıştım. Tıpkı iç dünya ve dış dünya arasında gidip gelen Sûfiler gibi…
[1] Calais şehrinin yakınında Fransa ve Büyük Britanya arasında sıkışmış binlerce göçmenin çok zor koşullarda yaşadığı kamplar bulunuyor. Bkz. “Calais Jungle”. (ç.n.)
Remembering A Future (Bir Geleceği Hatırlamak), 2018, Imperial War Museum, Londra-İngiltere
“Bir Geleceği Hatırlamak” Londra Imperial War Museum için oluşturduğum bir konuşma etkinliğiydi. 11 Eylül sonrası sanat üzerine odaklanan bir sergi tasarlıyorlardı. İzleyicileri de içine kattığım bazı performans işlerimi görmüşlerdi. “Bir Geleceği Hatırlamak”ı tasarlarken 11 Eylül sonrası süreci düşündüğümde aklımdaki temel kavram “ev”di. Bir yerden geliyor olmak, kendine bir ev kurmak ne anlama geliyor? Müze bana istediğim gibi kullanabileceğim bir alan sundu. O alanın içinde birbirinden farklı noktalar, duraklar oluşturdum. Gün içinde belli aralıklarla yaptığım ve bir grup izleyicinin katıldığı performanslar düzenledim. Katılımcılarla beraber sırayla bütün noktaları geziyorduk ve her birini farklı şekillerde ele alıyorduk.
İlk durakta, üzerine tebeşirle 11 Eylül 2001’de başlayıp sergi tarihine kadar uzanan bir zaman çizelgesi çizdiğim bir kara tahta vardı. O süreçte yaşanmış belli başlı siyasi olaylarla başıma gelen kişisel olaylar iç içe geçiyordu. Sergiye gelenler de kendi yaşadıkları olayları tabloya ekliyordu. Böylece, bir hafta süren performans boyunca çizelgenin içeriği gittikçe genişledi ve ilk başta üzerinde tek tük yazılar varken sonunda birçok kişinin yaşamlarıyla dopdolu bir tahtaya dönüştü. Bir yakınını kaybetmek, evinden kovulmak gibi gerçekten de son derece şahsi ve özel olayları eklediler. Ziyaretçilerin bu denli içtenlikle katılması bana çok güzel geldi. Nasıl geçeceğinden hiç emin değildim.
Ziyaretin başlangıcında herkese birer kâğıt vermiştim. “Ev”in ne olduğu, nasıl anlamlar taşıdığı hakkında biraz konuştuktan sonra ellerindeki kâğıtlara “ev”in onlar için ne ifade ettiğini, onu nasıl tanımladıklarını yazmalarını rica ettim. Sonra da kâğıtları bir zarfa koyup ziyaret boyunca taşımalarını söyledim.
Bir başka durakta duvara asılı çocuklar tarafından yapılmış bir dizi resim vardı. Çocuk gözüyle yapılmış “mutlu ev” resimleri: Anne, baba, çocuk, çiçekler, herkes gülümsüyor. Fakat bir resimden sonrakine geçtiğinizde bir şey eksiliyor ya da bozuluyordu. Birinde çimler soluyor, diğerinde baba yok oluyor, bir sonrakinde çocuk artık gülümsemiyordu, ardından evin bir bölümü yanmaya başlıyordu…
Son resme geldiğinizdeyse geriye hiçbir şey kalmamış, sadece simsiyah bir duman görüyordunuz. Konuşmamın bu bölümünde savaş altındaki ülkelerde yaşayan ve evlerini kaybeden, bambaşka bir yerde kendilerine bir ev bulmaya çalışan insanlardan bahsediyordum, özellikle de Avrupa’ya gelen göçmenlerden. Bu noktada katılımcılardan evlerini, en kıymetli şeylerini kaybettiklerini, evlerini “ev” yapan şeylerin yok olduğunu hayal etmelerini istedim. Ardından ilk başta yazdıklarını çıkarmalarını söyledim. Sadece kendileri için, yüksek sesle okumadan. Ardından evin onlar için ne anlama geldiğini yazdıkları bu kâğıtları yırtıp ufacık parçalara ayırmalarını ve taşımaya devam etmelerini söyledim.
Gelelim son durağa. En başta, o köşede sadece tuğlalar ve altlarına serilmiş muşamba vardı. Orada bir kovada çimento karışımı hazırlamaya başladım, inşa edeceğimiz “ev”in duvarlarını örmek için. Her katılımcıdan çimentoyu karıştırdığım kovanın içine yırttıkları kâğıt parçalarını atmalarını istedim. Herkes kâğıt parçalarını, yıkılmış evlerini harcın içine attı. Orada yeniden bir ev inşa ederken bu harcı kullandım. Özet olarak, kaybettiğimiz, bizden alınmış, yok edilmiş, kırılmış bir şeyi nasıl yeniden inşa etmek için ilham olarak kullanırız? Yeni bir ev, yani yeni bir yaşam inşa etmek ne demek? Zira “ev” sadece maddesel yapıdan ibaret değil. “Ev”in taşıdığı tüm anlamı yeniden inşa etmekten bahsediyorum.
Performansın ardından bazı katılımcılar yanıma gelip bunun onlar için ne kadar zorlayıcı olduğunu anlattı. Bazıları kâğıda çocuklarının ismini yazmıştı. Çocuklarını kaybetmiş olmak ve onlarsız hayatlarını nasıl yeniden inşa edebilecekleri üzerine düşünmüş oldular.
Sonuç olarak, bir yandan özellikle Afganistan gibi ülkelerde 11 Eylül’den sonra yaşananlar, Terörle Savaş’ın günümüze kadar devam eden etkileri ve göç olgusu üzerine yeniden ve farklı şekilde düşündürmeyi amaçlıyordu. Diğer yandan da ülkelerini terk etmek zorunda kalan ve yeni bir hayat inşa etmek amacıyla Avrupa’ya göç eden insanların özel hayatlarında yaşadığı travma ve trajedilerle özdeşleşebilme imkânı sunuyordu.
What They Fear (Onları Korkutan Ne?), 2016, Images Biennale, Roskilde-Danimarka
Bu projeyi Roskilde’de Images Biennali’nin siparişi üzerine tasarladım. Danimarka’da iktidarın gittikçe aşırı sağa kaydığı bir süreçti. Göçmenlere, sığınmacılara karşı tavır alenen ırkçı ve aşağılayıcı bir hal almıştı.
Tek bir sorudan oluşan bir anket hazırladım: “Ülkenize gelen göçmenlere dair sizi ya da bir tanıdığınızı korkutan nedir?” Bu anketi Roskilde’de yaygın olarak dağıttık. Bu sırada, bir yandan da Roskilde Tıp Fakültesi’yle irtibat kurup öğrencilerin projeye katılmasını rica ettim. Ankete verilen cevaplardan hareketle sahte bir aşı kliniği kurmak istiyordum.
En çok verilen üç cevabı seçtim. İlki İslâm’dı. Danimarka’ya İslâm’ın gelmesinden korkuyorlardı. Kimisi spesifik olarak “radikal İslâm” diyordu, ama çoğunluk sadece “İslâm” yazmıştı. İkincisi, yaşam standartlarının kötüleşmesiydi. Birçok Danimarkalı göçmen ve sığınmacılara destek için devlet bütçesinden ayrılan para yüzünden kendi yaşam seviyelerinin kötü etkileneceğini düşünüyordu. Üçüncüsüyse, Danimarkalılık kimliğinin kaybolması korkusuydu. Bildik milliyetçi fikirler: Danimarkalı olmak, saf kimlik, vs.
Bu üç korkuya karşı bir aşı kliniği kurdum. İnsanlar gelip hissettikleri bu korkuya karşı aşı olacaklardı. İlk başta ziyaretçilere etkisiz bir madde enjekte etmek istiyordum. Fakat Danimarka’da doktor değilseniz birine enjeksiyon yapmanız yasak, o yüzden o fikirden vazgeçtik. Bunun üzerine olayları nasıl gördüklerini değiştirmenin bir sembolü olarak göz bebeklerini genişleten damla damlatmayı düşündüm. Ama etkisi sadece birkaç dakika süren bir damla bulamadık, hepsi saatlerce sürüyordu ve o koşullarda araba kullanmak gibi bir sürü şey imkânsız olacağından ciddi sigorta riskleri vardı. Sonuç olarak suni bir şekilde renklendirdiğim plasebo bir sıvı kullandık ve ziyaretçilerin ağzına renkli su damlattık.
Tıp öğrencileri de rollerini gayet ciddiye alıp oynadılar. Gelenlere uydurma yan etkileri anlatıyor, 24 saat içki içmemelerini söylüyorlardı, muhteşemdi. Bir aşamada tabii ki herkes olayın bir sanat enstalasyonu olduğunu anlasa da ilk bakışta o kadar da belli değildi. Bienal’le aynı sırada düzenlenen müzik festivalinin içine çadır kurmuştuk. Festival alanının farklı yerlerinde fenalaşanlar için kurulan ilk yardım çadırlarına benziyordu bizimki de. O yüzden ikide bir başı ağrıyan, midesi bulanan birileri geliyor, onları en yakındaki hakiki klinik çadıra götürmemiz gerekiyordu. Gelen ziyaretçilerin bunun bir performans olduğunu yavaş yavaş anlamaları üzerine kurgulamıştık. Dolayısıyla, ziyaretçiler performansın ardından bir süre daha kalıp beraber vakit geçiriyor, sohbet ediyordu. Performanstan, orada oturup ağızlarına o sıvı damlatılırken ne hissettiklerinden bahsediyorlardı. Sonuç olarak, göç konusu ve hükümetin tavrı hakkındaki tartışmalara katkıda bulunduğunu düşünüyorum.
Adrift (Akıntıya Kapılmış), 2015, 12. Havana Bienali, Küba
Bavullarla yüklü bu tekne 2015’te Havana Bienali’nin siparişi üzerine yaptığım, mekâna özel işlerden biri. ABD Guantanamo Kampı’nı kapatmaya niyetlendiğinde olan biten hakkında. Suçlu bulunmamış, hatta haklarında resmi suçlama dahi yapılmamış olduğu halde orada yıllarca tutuklu kaldıktan sonra serbest bırakılan ve evlerine yollanmak istenenlerin hikâyesi.
Fakat çoğu ülke bu insanların vatandaşlığını iptal etmişti, geri almak istemiyordu. Dolayısıyla, ABD Guantanamo’yu boşaltabilmek için eski tutukluları yerleştirebileceği bir yer arıyordu. Suriyeli veya Afgan tutukluların Venezuela gibi ülkelere gönderildiğini duymaya başlamıştık. Onlarsa bu ülkelerde kalmak istemedikleri için ABD elçiliklerinin önünde protesto gösterileri düzenliyordu. Hatta kimileri Guantanamo’ya dönmeyi yeğlediklerini söylüyordu! Zira, bu ülkelere gönderilirken onlara ailelerinin yanlarına geleceğine dair veya başka konularda en ufak bir güvence sunulmamıştı.
Havana’da vakit geçirirken bu tekneye rastladım. Eski Havana’yla Casablanca mahallesi –yani “White House” (Beyaz Ev/Saray)– güzergâhında çalışan bir feribottu. Ama bu enstalasyonun başka unsurları da vardı. Yerel halkla söyleşiler yapıp Guantanamo’dan ayrılan eski tutuklulara bir hediye verecek olsalar ne olurdu diye sordum. Verdikleri cevaplardan oluşan metinleri ve şiirleri de çeşitli yerlere astım.
Ama enstalasyonun asli parçası Havana’yla “White House” arasında gidip gelen feribottu. Beyaz Saray tarafından kendi arzuları hiçe sayılarak oradan oraya yollanan insanlar tüm güvencesizlikleri, belirsizlikleriyle baş başa denizin üzerinde akıntıya kapılmış durumda. Bu yüzden o işe “Adrift”[1] adını verdim: O kamp yüzünden akıntıda sürüklenen, hiçbir yere tam olarak kabul edilmeyen, evlerine dönmeye çalışan hayatlar… Teknenin üzerinde yığılı valizler devletsiz ve evsiz kalmış eski tutukluları temsil ediyor.
[1] İng. Denizde başıboş akıntıyla sürüklenen…
Untitled Table #1 (İsimsiz Masa #1), 2013, Kâbil-Afganistan
Bu oyma pingpong masasını Afganistan’da insan hakları için çalışan bir STK için tasarladım. Çalıştıkları alanları sanat yoluyla ifade edecek bir eser istiyorlardı. Önce bir anket formu hazırladım. Antropolojiyi sanatla buluşturduğum için mülakat, anket gibi yöntemleri kullanarak kaynak yaratmayı seviyorum, hatta bazen bunları doğrudan işe dahil ediyorum.
Bu projede kullandığım anketleri çerçeveleyip masanın etrafındaki duvarlara astım. Ankete cevap verenler pingpong maçının izleyicileriymiş gibi. Sadece iki soru vardı: “Size göre şu an Afganistan’da en çok ihtiyaç duyulan iki temel hak hangileridir?” ve “Sizce şu an Afganistan’da en çok ihlâl edilen dört temel hak hangileridir?”
Verilen cevaplardan hareketle insan hakları savunucularıyla insan haklarını ihlâl edenler arasındaki bir maç şeklinde tahtadan yonttuğum pingpong masasını oluşturdum. Hangisi kazanacak Afganistan’da? İnsan hakları savunucuları tarafında inanç özgürlüğü, daha iyi yaşam hakkı, kadın hakları ve yoksul hakları vardı. Karşı taraftaysa sansür, yolsuzluk, zorla evlilik ve çocuk işçi kullanımı…
Kendi bakışımı ve arzularımı yansıtmak için insan hakları tarafının raketlerini biraz daha geniş tutarak, onların lehine biraz hile yaptım. Masanın üzerindeki oyma Afganistan haritası ve raketlerdeki oyma kelimelerden dolayı oynamak kolay değildi. Top sürekli tuhaf yerlere sekiyordu, masanın altına içi top dolu bir sepet yerleştirmiştim. Bu masayla insan hakları mücadelesini sembolize etmek istedim. Kim kazanacak? Şu günlerde Afganistan’da yaşananlara baktıkça bu iş benim gözümde yeniden önem kazandı. Yeni siyasi rejimle beraber bu konular nasıl evrilecek?
Resolution (Karar), 2012, dOCUMENTA (13), Kassel-Almanya
Resolution ismi Birleşmiş Milletler’in aldığı Afganistan’a müdahale kararına gönderme yapıyor. 2012’de dOCUMENTA (13) tarafından sipariş verilmişti. Enstalasyon Weinberg sığınağında sergilendi. Weinberg Nazi Almanyası’nda büyük bir tank imalatçısıydı. Onun arsasının altında bulunan ve upuzun tüneller halinde inşa edilmiş dev sığınağa duvara yaslanarak yan yana 10 bin kişi sığabiliyordu. Bana o sığınağın bir bölümünü ayırdılar.
Önce, kısa bir hikâye yazdım. Bir tür peri masalı daha doğrusu. Almanya ve Afganistan tarihlerini iç içe geçiriyor. İkinci Dünya Savaşı’nda başlıyor ve 2012’de sona eriyor. Hikâye az önce bahsettiğim savaş sanayii yüzünden müttefiklerin çok ağır bombardımanına maruz kalan ve neredeyse dümdüz edilen Kassel’de sokakta sigara satan küçük bir kızın bombardımandan kaçarken sığındığı antika dükkânında eski bir ayna bulmasıyla başlıyor. Aynanın içine düşen kız Afganistan’ın dağlık bölgesinde bir mağarada uyanıyor ve burada Şaman karakterle karşılaşıyor.
Hikâyede bütün unsurlar için farklı metaforlar kullandım. Mesela savaş uçaklarının yerine ejderhalar var, Afganistan’ı işgal eden Rus askerlerini ise ayı sembolize ediyor. Hikâye boyunca küçük kız her uyandığında kendisini bir Afganistan’da, bir Kassel’de buluyor. Her seferinde zaman da ilerlemiş oluyor. Almanya’da İkinci Dünya Savaşı’yla başlayıp tüm bu geçişlerle 2012’de Kassel’de sona eriyor.
Sonra, hikâyeyi kadim bir peri masalı gibi eski İngilizce yazı karakterleriyle, deriyle iple bağlanan sert kapaklı bir kitap olarak bastırdım. Almanca ve Farsçaya çevrildi. İzleyiciler sığınağa girip kitabı görebiliyor, hatta sayfalarını çevirip okuyabiliyordu. Aynı zamanda, çocuk masalı tarzı bir sesle İngilizce olarak sesli bir şekilde okunuyordu. Ziyaretçiler gezdikleri sığınağın tarihini öğrenirken bombardımanlar ve sığınaklardan bahseden hikâyeyi de okumuş oluyordu. İçerisi çok rutubetli ve serindi. Fotoğrafta da gördüğünüz gibi, bölmenin arkasında bir ışık var. Hikâyede tünelin sonundaki ışık metaforu ve umut için kullanılıyor. Hikâyenin içeriğiyle onu okuduğunuz yer arasında çok sayıda benzerlik ve gönderme vardı.
Bu sayede ziyaretçiler hem Afganistan’da neler olup bittiğini hem de Alman askerlerinin Afganistan’a da girmiş olduğunu öğrenmiş, iki ülkenin tarihine birbiriyle paralel bir şekilde bakmış ve Kassel şehrinin İkinci Dünya Savaşı geçmişini keşfetmiş oluyordu.
A Day in the Life of a Jihadi Gangster (Cihatçı Gangsterin Hayatında Bir Gün), 2010, Galerie Marquardt, Paris-Fransa
Bu fotoğraf serisinin adı Cihatçı Gangsterin Hayatında Bir Gün (A Day in the Life of A Jihadi Gangster). Bu tiplemenin arkasında yatan fikir, bir yandan cihat hakkında konuşan Afganları, diğer yandan da Bling-Bling[1] hakkında konuşan Amerikalıları dinledikçe, birçok Afgan için cihadın bir tür Bling haline geldiğini fak ettim. Öncelikle “Conflict Bling” (Lüküs Savaş) adıyla fotoğraflarda gördüğünüz takıları tasarladım. Sonra o takıları nasıl birinin kullanacağını hayal etmeye başladım ve sonuç Cihatçı Gangster oldu.
Fotoğrafların ilki “Dressing for Work” (İş Kıyafeti). Serinin son fotoğrafıysa “After a Long Day’s Work” (Uzun Bir İş Gününün Ardından), adamımız yanında bir kadınla içki şişeleriyle dolu bir masanın önünde kanepede oturuyor.
Fakat kısa süre sonra, bu karakteri bir adım daha ileri götürmek gerektiğini düşündüm. O da Parlamento seçimlerine aday olmaktı.
Bu serinin zirvesi ve son noktası Afganistan’da seçim kampanyası sırasında hazırlayıp Kâbil sokaklarına astığım sahte seçim afişleri oldu. Cihatçı Gangster iktidara gelmek istemeyecek de ne yapacak! O dönemde Afgan hükümetindeki birçok kişi geçmişte farklı cihatlara katılmıştı ve böyle bir tiplemeyi aslında ortalıkta görüyordunuz. Genellikle Afgan seçim afişlerinde kullanılan klişeleri kullandım: arkada kırmızı, yeşil, siyah Afganistan renkleri, gök kuşağı, bayrak, çiçekler vb. Yüzü boş bırakıp içine “favori cihatçınızı buraya yapıştırın” yazdım. Afişi gören istediği Cihatçı Gangster’i hayal edebilsin diye.
Projenin temelinde yatan, Batı’nın bling kültürünün nasıl bir statü göstergesi olduğu ve cihadın Afganistan’da nasıl bir bling’e dönüştüğü fikirlerini bir araya getirmekti. Afganistan’da sürekli “Ben şu kadar sene cihat yaptım, o yüzden şunları hak ediyorum” diye konuşan kişilere rastlarsınız. Kendi statüsünü perçinlemek adına cihadın bu şekilde kullanılmasını çok ilginç buluyorum.
[1] ABD’de hiphop kültürüyle popülerleşmiş, lüks ve rüküş takılarla zenginlik sergilemek anlamına gelen terim.