PANDEMİDE YOKSUL VE ÇOCUK OLMAK

Söyleşi: Didem Danış
10 Ekim 2020
SATIRBAŞLARI

Kriz, afet, salgın, olağanüstü durumlardan hep en çok ve en uzun süreli çocuklar etkileniyor. Covid-19’da da “virüsten etkilenmiyor” denerek ötelendiler, sokağa çıkma yasağı getirilerek görünmezleştirildiler. Öte yandan, salgın nedeniyle eğitimin online ortama taşınması eğitimdeki eşitsizlikleri iyice görünür kıldı. İBB İstatistik Ofisi’nin yaptığı “İstanbul Yoksulluk Araştırması: Çocuklu Ailelerde Dijital Erişim”e göre, İBB’nin sosyal destek kapsamındaki ailelerin yüzde 58,5’inde bilgisayar yok. Okula giden çocuğu olan hanelerin yüzde 37,4’ünde sabit internet aboneliği yok. Mevcut toplumsal eşitsizliklerin daha da derinleşip keskinleştiği bugünlerde, iç ve dış göçün öznesi, yoksulluk ve yoksunluklara maruz bırakılan gruplarla çalışan dört sivil toplum kuruluşu İstanbul’un farklı yerlerinde çocukların durumumunu ve haklara erişimini inceleyen önemli bir ortak çalışma yürüttü. Başak Kültür ve Sanat Vakfı (BSV), Sulukule Gönüllüleri Derneği (SGD), Tarlabaşı Toplum Merkezi (TTM), Zeytin Ağacı Derneği, bilinen ismiyle Small Projects Istanbul (SPI) tarafından yapılan çalışmanın raporu eylül ortasında yayınlandı. Bu araştırmanın detaylarını, pandemide yoksul ve çocuk olmanın ne demek olduğunu Işın Subaşı, Melda Akbaş, Aysun Koca, Didem Kalafat, Gökçe Baltacı ve Maissam Nimer’den dinliyoruz…

Korona günlerinde İstanbul’un dört farklı köşesinde çocukların haklara erişimini inceleyen bir ortak çalışma yapmak üzere dört STK bir araya geldiniz. Nasıl bir ihtiyaçla böyle bir araştırma yapmaya karar verdiniz?

Işın Subaşı (BSV): Salgının başından itibaren, çocuklarla bağımızı nasıl sürdüreceğimiz en önemli gündemlerimizden biri oldu. Salgının yarattığı kriz ortamı beraber çalıştığımız çocukların hâlihazırdaki yoksunluklarını ne kadar derinleştirecek, bu yoksunluklara nasıl çözümler üretebiliriz diye kafa yoruyorduk. Böyle bir gidişatta çocukların güvenliğine, haklara erişimine nasıl destek oluruz derken Tarlabaşı’ndan Melda ve Gökçe bize bir ortak çalışma teklifinde bulundu. Sulukule Gönüllüleri Derneği, Small Projects Istanbul ile de bir araya gelerek izleme çalışmasına başladık. Zaten geçen seneden beri İstanbul’da kırılgan mahallelerde çocuk hakları savunuculuğu yapmaya çalışan kurumlar olarak ortak bir çalışmada nasıl bir araya gelebiliriz diye düşünüyorduk. Bu dört kurum hedefleri, sahaları, değerleri açısından birbirine yakın organizasyonlar. Yerelde kendi mahallelerimizde yaptığımız çalışmalarda elbette belli veriler topluyoruz, ama bu verileri nasıl enformasyona ve onu da nasıl kanıta dönüştürerek karar vericileri etkileyebiliriz, yasaları veya politikaları toplumdan dışlanmış kesimler lehine değiştirmek için nasıl kullanabiliriz noktasında birbirimize ihtiyacımız olduğu muhakkak. Kısacası, yan yana gelmeyi zaten önemsiyorduk, ama pandemi bizi hızlandırmış oldu. Çocukların adına konuşmak değil de onların sesini dinlemeyi ve bu sesin de karar vericiler tarafından duyulmasını önemsediğimiz bir noktada yan yana geldik.

Mültecilerde bu dönemde eski travmaların yeniden ortaya çıktığını fark ettik. Evde kalma zorunluluğuyla birlikte savaş hissi ortaya çıktı. Belirsizlik ve ne olacağını bilememe durumu hem çocuklarda hem de ailelerinde travmaları tekrar canlandırdı.

Toplumun her alanında olduğu gibi sivil toplumda da rekabetçiliğin, kutuplaşmanın çok arttığı bir dönemde böyle bir ortak çalışma nasıl mümkün oldu? Beraber çalışmanın zorlukları oldu mu?

Subaşı: Bence bu deneyim çok güçlendirici oldu. İlk toplantılarımızda veriyi nasıl toplayacağımız, hangi etik kurallara göre davranacağımız gibi konuları tartıştık. Ardından bu verileri nasıl sunacağımız, hangi kavramları kullanacağımız gibi konularla ilgili bazı çatışmalar oldu, ama fikir birliğine vardığımız da oldu. Bunlar hem kurumları, hem de çalışmayı çok besledi.

Melda Akbaş (TTM): Raporda da ifade ettiğimiz gibi, bence hepimiz için çok kıymetli bir cümle var: kriz, afet ve benzeri durumlardan en çok ve en uzun süreli etkilenen grup hep çocuklar oluyor. Covid-19 sürecinde de aynı şeyi yaşadık. Çocuklar virüsten etkilenmiyor diyerek onları öteledik, bir yandan da sokağa çıkma yasağı getirerek onları görünmezleştirdik. Korona koşullarında hem uzaktan, bir araya gelmeden, hem de alanda çok alışık olunmayan bir biçimde çalışarak zor bir işi başardık. Soruları çocuklara nasıl daha az zarar verecek biçimde sorabiliriz, bulguları nasıl şeffaf, net ve doğru biçimde ifade edebiliriz sorularını hepimiz önemsiyoruz. Burada niyette ortaklaştığımız ve birbirimizin niyetinden şüphe duymadığımız için hep önceliği çocuğa vererek ilerleyebildik.

Aysun Koca (SGD): Sahada çalışan dört kurumuz ve bir anda pandemiyle sahadan çekilince bocaladık, ne yapacağımızı şaşırdık. O yüzden bu izleme çalışması hepimize iyi geldi. Sahayla bağımızı sürdürdüğümüz için kafamızda yeni fikirler canlandı.

Didem Kalafat (SPI): Bu izleme çalışması sahayla kurduğumuz bağ üzerinden bizi o kadar iyi etkiledi ki, başta planladığımızdan çok daha ayrıntılı, çok daha bütünsel bir çalışma elde ettik.

Işın Subaşı, Melda Akbaş, Aysun Koca 

Çalıştığınız grupların ana hatlarıyla profilleri nasıl? Nerede, kimlerle çalışıyorsunuz? Bu araştırmada kimlerle görüştünüz?

Gökçe Baltacı (TTM): Dört kurumun da çalıştığı gruplar büyük oranda benzese de kimi noktalarda farklılaşan özellikleri var. Başak Kültür ve Sanat Vakfı (BSV) Kayışdağı bölgesinde zorunlu iç göçle Doğu ve Güneydoğu Anadolu bölgelerinden kentlere göç etmek zorunda bırakılan ailelerle, temelde çocuklarla çalışıyor. Sulukule Gönüllüleri Derneği (SGD) Karagümrük’te yaşayan farklı etnik gruplara mensup (Roman, Türk, Kürt, Suriyeli) çocuklarla ve çocukların okul terkini önlemek için öğretmenler, okul yöneticileri ve velilerle de çalışıyor. Small Projects Istanbul (SPI), Suriye, Irak, Mısır’dan göç eden mülteci topluluklarının hak ve hizmetlere erişmesi, sosyal entegrasyonu ve katılımın güçlenmesi için çalışmalar yapıyor. Tarlabaşı Toplum Merkezi (TTM) ise Tarlabaşı’nda yaşayan toplumsal cinsiyet eşitsizliği, yoksulluk ve ayrımcılık sorunlarının birbirlerini derinleştirerek bir arada etkilediği Romanlar, yerinden edilmiş Kürtler, İran, Irak, Afrika, Pakistan gibi ülkelerden gelen çoğu düzensiz olan göçmenler ve Suriyeli çocuk ve kadın gruplarıyla sürdürüyor çalışmalarını. Yani aslında dört kurum da türlü iç ve dış göçün öznesi, ötekileştirilmiş, çeşitli yoksulluk ve yoksunluklara maruz bırakılan gruplarla çalışıyor. Rapor sürecinde ise söz ettiğimiz bu bölgelerde yaşayan ve özel dikkat gerektiren 3-18 yaş arası 122 çocuk ve onların bakımverenleriyle görüştük.

Kız çocukları yemek ve temizlik yapmak, kardeşlere bakmak gibi konularda ailesine destek olurken, erkek çocukları çöp çıkarma, markete gitme gibi işlerde yardımcı oluyor. Kız çocuklarından biri şöyle söylemişti: “Okula gitmeyi çok özledim. Evde çok iş var. Bir de çok temizlik yapıyoruz bu ara. Ondan çok sıkıldım. Okula giderken söylenmem artık”.

Salgının ilk döneminde iki aydan uzun bir süre (3 nisan-10 haziran) çocuklara sokağa çıkma yasağı uygulandı. Bu olağanüstü dönem çocukları nasıl etkiledi?

Baltacı: Şöyle bir varsayımla başladık çalışmaya: bu süreç olağanüstü hâl ya da afet zamanlarında olduğu gibi dezavantajlı grupları ve bizim çalıştığımız çocukları derinden etkileyecekti. Dört kurumun da çalıştığı bölgeler dezavantajlı grupların yaşadığı bölgeler, çocuklar pandemi öncesinde de çok çeşitli ve çok boyutlu hak ihlallerine uğruyordu. Rapor için 122 çocuk ve 85 bakım verenle görüştük. Bulguları değerlendirirken Çocuk Hakları Sözleşmesi‘nin esas aldığımız dört temel ilkesi olan ayrım gözetmeme, öncelikli yarar, katılım ve yaşama, hayatta kalma ve gelişim desteklenmesi maddelerine bağlı kaldık. Çalıştığımız bölgeler eğitime katılımın ve okullaşmanın düşük olduğu bölgeler. Pandemi döneminde çocukların eğitimden daha da uzaklaştığını ya da erişemediklerini, dolayısıyla eğitim hakkına erişimde bir ihlâl olduğunu gözlemledik.

Maissam Nimer (SPI): Mültecilerle konuşurken bu dönemde eski travmaların yeniden ortaya çıktığını fark ettik. Mesela evde kalma zorunluluğuyla birlikte savaş hissi ortaya çıktı. Belirsizlik ve ne olacağını bilememe durumu da hem çocuklarda hem de ailelerinde travmaları tekrar canlandırdı.

Didem Kalafat, Gökçe Baltacı, Maissam Nimer

Akbaş: Toplumda öyle bir çocuk algısı oluşturuldu ki, her an bilgisayar başında, istediği her şeyi yapabilen, önünde yüz binlerce olasılığı olan, izleyeceği televizyon kanallarından dijital cihazlara pek çok şeye erişimi olan bir çocuk. Milli Eğitim Bakanlığı da sanki tüm çocukların televizyonu, bilgisayarı varmış gibi davranıyor. Bütün çocukların bu araçlara erişemediğini, herkesin evinde internet bağlantısı olmadığını, bütün çocukların online buluşmalarla arkadaşlarıyla görüşemediğini göstermek önemliydi.

Subaşı: Hem eğitime hem de oyun haklarına erişimde ev içi iş bölümü de çocukların günlük hayatlarını etkiledi. Çocuklara ev yaşamında sorumlulukları olup olmadığını sormuştuk. Sadece Kayışdağı’ndaki görüşmelerde 27 çocuktan 19’u ev işlerinde ailelerine daha çok yardımcı olduklarından bahsetti. Kız çocukları daha çok yemek ve temizlik yapmak, kardeşlere bakmak gibi konularda ailesine destek olurken, erkek çocukları daha çok çöp çıkarma, markete gitme gibi işlerde yardımcı olduklarından bahsettiler. Özellikle kız çocukları kendilerini derse veremediklerinden, oyun oynayamadıklarından yakındılar. Görüştüğümüz kız çocuklarından biri şöyle söylemişti: “Okula gitmeyi çok özledim. Evde çok iş var. Bir de çok temizlik yapıyoruz bu ara. Ondan çok sıkıldım. Okula giderken söylenmem artık”.

Mülteci çocuklar izin verilen günlerde bile sokağa çıkmıyorlardı, çünkü söylediklerine göre çıktıklarında “çok kötü kelimeler” duyuyorlardı. “Siz korona getireceksiniz” gibi sözler… Bu suçlamalardan kaçınmak için sokak izin günlerinde anneleriyle onların arkadaşlarına gidiyorlardı.

Kalafat: Çalıştığımız gruplarda çocuklar sosyal hayat, oyun oynama haklarını genellikle sokaklarda ve parklarda oynayarak, ev dışında arkadaşlarıyla sosyalleşerek elde ediyorlardı. İki aylık karantina süresince görüştüğümüz çocuklardan hemen hepsi parka gidemedikleri, sokağa çıkamadıkları için bunun onlarda çok büyük bir can sıkıntısına ve moral bozukluğuna yol açtığını söylediler. Online araçlara erişimi olmayan bu çocuklar arkadaşlarıyla da görüşemiyordu, çocukların çok büyük bir çoğunluğu izole olmuştu.

Nimer: Görüştüğümüz mülteci çocuklar da izin verilen günlerde bile sokağa çıkmıyorlardı, çünkü söylediklerine göre çıktıklarında “çok kötü kelimeler” duyuyorlardı. “Siz korona getireceksiniz” gibi sözler… Bu suçlamalardan kaçınmak için sokak izin günlerinde anneleriyle onların arkadaşlarına gidiyorlardı. Yani bir evden çıkıp, başka bir eve girmiş oluyorlardı.

Koca: Görüştüğümüz ailelerin çoğu bilgiyi ana-akım medyadan öğreniyor. Bu durum koronavirüste de geçerli. Bu televizyon kanallarında çocuklara uygun, onların anlayabileceği ve kavrayabileceği tarzda bilgiler olmadığını zaten biliyorduk, bu süreçte bu bir kez daha tescillenmiş oldu. Ana-akım medya yüzünden çocuklar o kadar yanlış bilgiyle donatılmıştı ki, bu onlarda çok çeşitli korkular doğuruyordu. Çocuğa uygun, onun anlayabileceği bilgiye erişimin temel bir hak olduğunu bir kez daha anladık. Görüştüğümüz 12 yaşında bir çocuk şöyle demişti: “İzin gününde anneannemin evine gittik. O mahallede biri hastalanmış. Virüsün çok hızlı yayıldığını öğrendiğim için korktum. Bizim eve de gelecek diye gece uyuyamadım”.

Çocuklara sihirli bir değnekleri olsa neyi değiştireceklerini sorduğunuzda biri “hayattan parayı kaldıracağını ve böylece herkesi ne isterse alabilecek hale getireceğini” söylüyor. Araştırmadan gördüğümüz kadarıyla geçim zorluğu hem çocukların hem de ailelerinin en büyük sorunu. Pandemi döneminde ailelerin yaşam koşullarında büyük değişimler oldu mu?

Subaşı: Görüştüğümüz ailelerin çoğu salgın öncesinde de düzenli bir gelirleri olmadığını söyledi. Büyük bir kısmı gündelik işlerde çalışarak haneye gelir sağlayan kişiler. Birçok yetişkin kira, fatura ve diğer ödemelerde zorluk çektiklerinden, bir ay ödeseler bile gelecek ay nasıl ödeyeceklerini bilemediklerinden dert yandılar. Bakım verenlerin yüzde 73’ü Covid-19 öncesi düzenli bir geliri olmadığını veya salgın döneminde işini kaybettiğini dile getirdi. Kısa çalışma ödeneği, iş kaybı tazminatı veya sosyal yardımlar gibi şeylere başvurup alamayan da çok geniş bir kesim vardı. Bakım verenlerin çocukların ihtiyaçlarını karşılamaları için bu sosyal yardımlar yeterli değil. Sivil toplum kuruluşları olarak salgın sürecinde yapılan yardımlara ilişkin sorumlu kurumların daha şeffaf ve hesap verebilir olması için çalışmalıyız. Sonuçta, yoksulluk sadece ekonomik bir kategori değil. Bu süreçte yaşanan yok sayılma ve damgalanma belirginleştikçe, hissedilen yoksulluk da derinleşiyor.

Koca: Bu dönemde çalışmak zorunda kalan çocuk sayısı arttı. Çocuklar için sokağa çıkma yasağı dezavantajlı mahallelerde çok da işlemedi. Çocukların bir kısmının çalışmaya gitmek zorunda olduğuna şahit olduk. Onlara sorduğumuzda “kimse sormuyor, etmiyor abla”, “bize yasak yok” gibi cevaplarla karşılaştık.

Tuhaf bir kısır döngü çıkıyor ortaya. Evde zaten bilgisayar yok, yeterli okur-yazarlık yok, ama yardım başvurusunun online araçlarla, epey detaylı bir form doldurularak yapılması gerekiyor. Bu, devletin yardımı için de, askıda fatura uygulaması için de geçerli. İnsanlar yardımlardan ya haberdar olamadı ya da formları doldurmak çok zor olduğundan yardımlara erişemedi.

Akbaş: Bu süreçte bütün yardımlar koşullar gereği çevrimiçi kanallardandı, internetten başvurulması gerekiyordu. Bu da tuhaf bir kısır döngü çıkarıyordu ortaya. Evde zaten bilgisayar yok, zaten yeterli okur-yazarlık yok, ama yardım başvurusunun online araçlarla, üstelik epey detaylı bir form doldurularak yapılması gerekiyor. Bu, devletin yardımı için de, askıda fatura uygulaması için de geçerli. Bu mahallelerdeki sivil toplum kuruluşları zaman zaman aracılık yaptılar, ama benzer kurumların olmadığı yerlerde insanlar yardımlardan haberdar olamadı, olsalar bile formları doldurmak çok zor olduğundan yardımlara erişemedi.

Kalafat: Bizim çalıştığımız mülteciler bu formlara ve başvurulara pek güvenmiyordu. Buradan bir yardım alabileceklerine, böyle bir yardıma hakları olduğuna veya bunlara gerçekten erişebileceklerine inanmıyorlardı. O yüzden, pratikte yardımlara erişimleri de çok kısıtlıydı.

Bu güvensizliğin arkasında ne var sizce? Genel olarak sisteme karşı bir güvensizlik mi yoksa dışlanmışlık mı?

Nimer: Kötü tecrübeleri olmuştu daha önceden. O yüzden herhangi bir formu doldurmak istemiyorlar. Özellikle mülteciler her yere kimlik numaralarını vermek istemiyorlar.

Kalafat: Ayrıca, bir yere yardıma başvurduklarında, o yardımın onları kapsamadığını öğrendikleri acı tecrübeler yaşamışlar. Bunu biz de deneyimledik. Bir yardım için bir mülteciyi yönlendirdiğimizde bazı dokümanların eksikliğinden şartları sağlayamama gibi durumlarda, süreç yardım alacakmış gibi başlayıp alamamayla sonuçlanabiliyor. Bu nedenle, yardımlara erişebileceklerine pek güvenmiyorlardı. Bazı başvuru sayfaları Türkçeydi, STK’ların hazırladığı açıklama videolarını Arapçaya çevirdik, yol göstermeye çalıştık, fakat yine de erişimleri hayli kısıtlıydı.

Baltacı: Hepimiz yoksulluğun derinleşmesinden bahsediyoruz. Korona sürecinin daha başlarında yaptığımız bu araştırmada, 85 bakım verenin 50’si işini kaybetmişti. Şu anda neredeyse hepsi için bunu söyleyebiliriz. Raporda, sosyal yardımlara ulaşma sayısı az değil gibi görünüyor, ama şunun altını çizmekte fayda var: Toplum merkezleri veya çeşitli kurumların destekleriyle yardım alabilenler olsa da bunlar ya tek seferlik, ya çok az miktarda ya da sürdürülebilirliği olmayan şeyler. Öte yandan, yardımlara hiçbir şekilde dâhil olamayan kimliksizler, mülteciler, göçmenler var. Tarlabaşı özelinde Suriyeli Domlardan bahsetmek isterim. Biz de onları araştırmaya pek dahil edemedik mevsimlik işçi olarak çalıştıkları için. Mart sonuna doğru koronanın çok daha hızlı ilerleyeceği bilgisiyle, hızla göç ettiler. Göç edemeyenler de evlerine kapandı. Göçmenlere karşı ayrımcı söylemin iyice artmasıyla, salgını onların büyüttüğüne dair söylenenlerle birlikte daha da korktular ve iyice evlere kapandılar. Tarlabaşı gibi bir bölge için bile en dezavantajlı grup diyebileceğimiz Domların kimlik zorunluluğu ya da online başvuru gibi sebeplerden dolayı devletin ve yerel yönetimlerin sosyal yardımlarına erişemediklerini gördük. Suriyelilere hâlâ homojen bir grup olarak bakılıyor, oysa çok fazla kimliksiz var, anadili Arapça olmayanlar var. Örneğin Domların anadili Kürtçe.

Korona sürecinin daha başlarında yaptığımız bu araştırmada, 85 yetişkinin 50’si işini kaybetmişti. Şu anda neredeyse hepsi için bunu söyleyebiliriz. Sosyal yardımlarsa ya tek seferlik, ya çok az miktarda ya da sürdürülebilirliği olmayan şeyler.

Projenin en etkileyici taraflarından biri vatandaş-mülteci ayrımı yapmadan dezavantajlı çocukların ve ailelerinin deneyimlerini incelemeniz. İnternete veya EBA tv’ye erişimin kısıtlı olması gibi maddi eşitsizliklere ek olarak Türkçe dil becerilerindeki farklılıklar bu süreci bazı çocuklar için çok daha zorlaştırdı. Sığınmacı ve Göçmenlerle Dayanışma Derneği’nin (SGDD) araştırmasına göre, uzaktan eğitime erişemeyenlerin oranı yüzde 48. Siz mülteci çocukların durumuyla diğer çocuklar arasında bir fark gözlemlediniz mi?

Kalafat: Hepimiz yoksunluk ve yoksulluk çeken gruplarla çalışıyoruz. Mültecilerle ilgili olarak biraz daha farklılaştığını gördüğüm bir-iki noktadan bahsedebilirim. Bunlardan en dikkat çekeni dil bariyeri. Mülteci çocukların birçoğu eğitim sisteminde oldukları için Türkçeyle ilgili çok büyük sıkıntı yaşamasalar da, aileler genellikle Türkçe bilmiyor ve buradaki müfredata yabancı. Dolayısıyla, çoğu bakım veren bu süreçte çocuklarına derslerinde yardımcı olamadıklarını, kontrolü kaybettiklerini, hem EBA, hem de okulla ilgili bilgi almada büyük sıkıntı yaşadıklarını ifade etti. Üç çocuk annesi bir bakım veren “EBA’ya girebildiniz mi?” diye sorduğumuzda “Hiç giremediler okul kapandığından beri. Biz de yapamıyoruz ki. Şifre attılar. Yapması lâzım dediler, ama hiçbir bilgi vermediler” dedi. Bir başka bakım veren şöyle diyor: “Türkçe bizim için kolay değil. B1 seviyesine geldim, ama oğluma açıklama yapabilecek düzeyde değilim. Türkçeden Arapçaya çevirmek özellikle de küçük bir çocuk için çok zor. Biraz zaman alıyor. Okuyorum, anlıyorum, ama oğluma açıklamak için zamana ihtiyacım var”. İkinci olarak da, biraz önce bahsettiğimiz ayrımcı söylemlerden ötürü çocukların izinli oldukları zamanlarda da dışarı çıkmalarına, sokakta bulunmalarına izin verilmemesi var. Bir de, savaştan ötürü göç etmeye zorlanmış olmanın getirdiği travmanın yeniden yaşandığını gözlemledik. Ayrıca, mülteci çocukların velileri, EBA için okulda kurulan Whatsapp gruplarına dâhil edilmediklerinden bahsettiler. “Bizi gruba almadılar, öğretmen bizimle görüşmedi” gibi ifadeleri oldu.

Subaşı: Görüştüğümüz bütün çocuklar yoksulluk ve yoksunluk zemininde kesişiyor. Ailesine destek olmak için hafta sonları kâğıt toplayan bir çocukla görüşmüştüm. Şöyle bir duygusundan bahsetmişti: “Korona öncesinde ben kendimi silik hissediyordum. İnsanlar bana bakmıyor gibi geliyordu, ama şimdi insanlar tam tersine bakıyor gibi hissediyorum. Hep virüslü olduğumu, kirli olduğumu hissediyorlar ve bana hissettiriyorlar ve bu yüzden de evde kalmak istiyorum, dışarı çıkmak istemiyorum”. O görüşme sosyal dışlanmanın böyle dönemlerde daha farklı işleyebildiğini düşündürüyor. Mesela hijyen söylemi giderek artıyor alt sınıflar için. Özellikle Suriyelilere karşı kullanılan bir retorikti bu, ama alt sınıfa mensup birçok insan için de bu kullanılıyor artık. Çocuklar bunun yarattığı yoksulluk duygularının altında eziliyor.

Koca: Uzaktan eğitim çocukların okulla bağını çok zayıflattı. Çocukların uzaktan eğitime geçiş pek benimsenemedi. “Beni kimse aramıyor”, “öğretmenim hiç arayıp sormadı” şeklinde yakınan çocuklar okuldan epey uzaklaştı. Bu da okulu tamamen bırakma konusundaki endişelerimizi daha da derinleştirdi.

Yardımlara hiçbir şekilde dâhil olamayan kimliksizler, mülteciler, göçmenler var. Göçmenlere karşı ayrımcı söylemin iyice artmasıyla, salgını onların büyüttüğüne dair söylenenlerle birlikte daha da korktular ve iyice evlere kapandılar. Mülteci çocukların velileri, EBA için okulda kurulan Whatsapp gruplarına dâhil edilmediklerinden bahsettiler.

Raporda da yer alan 11 yaşındaki bir çocuk evini anlatırken “Bir tane büyük camımız var, o da arka tarafa bakıyor. Sokağa baksa daha güzel olurdu, camdan da görebilirdim insanları” diyor. Bir başka çocuk “Dışardaymış gibi hissedeceğim bir ev hayal ediyorum” diyor. Çocuklar için salgın döneminde ev ne ifade ediyor?

Baltacı: Tarlabaşı’nda konuştuğumuz çocuklardan biri şöyle demişti: “Tam hapiste gibiyim. Zaten dışarı çıkar çıkmaz polis geliyor, ondan kaçıyoruz”. Sıkışmışlığı çok iyi anlatıyor. Hepimizin benzer örnekleri var, mesela Tarlabaşı’nda çok çocuklu aileler genelde tek göz evlerde aylarca yaşamaya çalıştılar. Çocukların özel alanları zaten yokken daha çok ihlâl edilmiş oldu. Hem dışarıyla hem de evle kurdukları ilişkinin ne kadar değiştiğini gördük. Bir yandan çocuklar ev içi iş bölümüne çok daha fazla dâhil olmak zorunda kaldılar, bir yandan da eğitime erişememenin doğurduğu durumla bütün gün evde vakit geçirmek zorunda olup kendileri için, yapmak istedikleri herhangi bir şey için güvenli bir alan bulamadılar. Duygu haritası çalışması yaptığımız çocuklarda sürekli bir sıkışmışlık hissi ortaya çıkıyordu. En çok bundan bahsediyorlardı. Burada yine arkadaş/akran desteğinin ne kadar önemli olduğunu gördük. Sokağa çıkma yasaklarının çocuğun iyiliğini ne kadar gözettiği, bu konuda çocuğun sözünün ne kadar sorulduğu, katılımının olup olmadığıyla ilgili çok büyük sorular koydu bu dönem önümüze.

Göçmenler, yoksullar ve çocuklar, kısacası dezavantajlı kesimler genellikle mağdur, yardıma muhtaç ve edilgen olarak algılanıyor ve tasvir ediliyor. Oysa siz bu araştırmayla onların da “kendi yaşamlarının ve toplumun birer aktif öznesi olduklarını” gösteriyorsunuz…

Akbaş: “Dezavantajlı”, “kırılgan”, “risk altında” kavramlarını çok tartıştık. En son, Çocuk Hakları Komitesi’nin genel yorumunda “özel önlemlerle desteklenmesi gereken” ya da “özel dikkat gerektiren” çocuk grupları ifadesinde ortaklaştık. Bütün raporda bu kavramı kullanmayı tercih ettik. Zaten sesini çok az duyabildiğimiz gruplar bunlar, sesini az duyurabilmekten kaynaklı da kendini bir eksik özne olarak görme durumu var. Bu durum çocuklar için de, bakım verenleri için de geçerli. Toplumun tam bir parçası hissedememe hâli. Yaşadıkları durumu ifade edebilecekleri bir alan açmak, görüşlerini, yaşadıkları deneyimin olumlu ya da olumsuz yanlarını başka birilerine aktarabilecekleri güvenli bir ortam yaratmak ve bununla ilgili onlardan gelen önerileri, talepleri, ihtiyaçları görünür kılmak bizim için önemliydi. Aktif özneden kastımız böyle bir perspektif.

Koca: Bu çalışmada bizi herhalde en çok sevindiren ve heyecanlandıran şey çocuklardan aldığımız görüşleri yine akranlarına anlatabilecekleri, çocuklar için de bir rapor çıkarmış olmamızdı. Yaşadıklarını benzer durumlardaki akranlarına bu şekilde aktarmak aktif özne olarak kendilerini ifade edebilmelerini sağladı.

Hafta sonları kâğıt toplayan bir çocuk şöyle demişti: “Korona öncesinde ben kendimi silik hissediyordum. İnsanlar bana bakmıyor gibi geliyordu, ama şimdi insanlar tam tersine bakıyor gibi hissediyorum. Hep virüslü olduğumu, kirli olduğumu hissediyorlar ve bana hissettiriyorlar ve bu yüzden de evde kalmak istiyorum, dışarı çıkmak istemiyorum”.

Kalafat: Bir de raporda, “böyle hissediyorlar”, veya “şöyle söylüyorlar” gibi bir dil kullanmak yerine, alıntılara yer vererek onların söylemlerini doğrudan çalışmamıza aktarmaya çalıştık. O alıntılarda, içinde bulunduğu durumu öznenin kendisinin anlatması sayesinde ajitasyon veya kırılganlık ifadelerinin olmadığını düşünüyorum. Bu özneye alan açan bir yöntem. Ayrıca, çocuklar için hazırladığımız web sitesine çocuklar girip oradaki ifadeleri okuyabilecekler. Çocuklara korona sürecinde nasıl hissettiklerini, neler yaptıklarını resimlerle de göstermelerini ve göndermelerini söyledik, onları da siteye ekledik.

Nimer: Özneden bahsederken, çarpıcı bulduğum bir durum daha var. Hem aileler hem çocuklar durum ne kadar zorlaşırsa zorlaşsın yeni duruma adapte olmaya çalışıyor. Arkadaşlarından kitap ödünç alıyorlar, veliler çocuklar için yavaş da olsa bir şekilde EBA’yı ve müfredatı keşfediyor. Böyle bir adaptasyon ve dayanıklılık gördüm yaptığım görüşmelerde.

Özel dikkat gerektiren çocuk tanımı nedir, kim bu çocuklar?

Subaşı: BM ÇHK Madde 31’e ilişkin 17. genel yorumunda “özel dikkat gerektiren çocuklar” kız çocukları, yoksulluk içindeki çocukları, engelli çocukları, yerli halklara ve azınlıklara mensup çocukları, çatışma, insani ve doğal afet ortamlarındaki çocuklar olarak tanımlanıyor. Biz de raporda bu tanımı “özel önlemlerle desteklenmesi gereken çocuklar” olarak kullandık.

Kalafat: Aslında her kurumun kullandığı “dezavantajlı”, “kırılgan”, “risk altındaki” gibi farklı kavramlar var. Bu noktada çalışmamızın da amacına uygun ve kapsayıcı bir tanım olan özel önlemle desteklenmesi gereken çocuklar tanımını kullandık.

Sesini çok az duyabildiğimiz gruplar bunlar, sesini az duyurabilmekten kaynaklı da kendini bir eksik özne olarak görme durumu var. Toplumun tam bir parçası hissedememe hâli. Yaşadıkları durumu ifade edebilecekleri bir alan açmak, görüşlerini, yaşadıklarını başkalarına aktarabilecekleri bir ortam yaratmak, onlardan gelen önerileri, talepleri görünür kılmak bizim için önemliydi.

Çocukların haklara erişimine dair tespit ettiğiniz konularda devletten veya belediye gibi kurumlardan beklentileriniz var mı? Bu konularda yapılan çalışmaları yeterli buluyor musunuz?

Baltacı: Buradaki dört kurum da çocuklar için eşit erişilebilir ve ücretsiz eğitimin savunuculuğunu yapıyor. Bunun için mücadele ediyor.

Akbaş: Bütün çocukların tüm haklarına ulaşabildiği bir zemini oluşturabilmek için bütünlüklü bir çocuk politikasına ihtiyaç var. Mesela, bu çocukların internet erişimlerinin düşük olduğunu biliyoruz. Bu bölgelere bilgi ve teknolojiye erişim konusunda destek verilmeli. Bizim çalıştığımız bölgelerde okullaşma ya da okul terk oranlarında ciddi sıkıntılar var. Böyle bir kriz ânında bunun gibi sorunları çözmeye çalışmak aslında çözümü iyice zorlaştırıyor. Dolayısıyla, daha önleyici çalışmaların yapılması gerekiyor. Biz bir yandan bu önleyici çalışmalara dikkat çekmeye çalışırken ve bütünlüklü bir politika isterken, diğer taraftan da bugünkü acil sorunların çözülmesinin gerektiğini söylüyoruz.

Raporu hangi kurumlarla paylaştınız?

Baltacı: Raporu insan hakları, çocuk hakları ve eğitim gibi alanlarda faaliyet gösteren ve savunculuk yapan bir çok sivil toplum örgütü ve inisiyatife yaygınlaştırdık. Aynı zamanda milli eğitim bakanlığı, Avrupa Sosyal Haklar Komitesi ve Birleşmiş Milletler’in eğitim, derin yoksulluk, göç gibi çeşitli raportörlerine de ulaştırdık.

Sizce en acil yapılması gerekenler neler? Bu yapılması gerekenlerin muhatabı kim?

Subaşı: Covid-19 süreci öncesinde de türlü yoksulluk ve yoksunluklar yaşayan, özel önlemlerle desteklenmesi gereken çocukların temel haklara erişememesinin bugün ve gelecekte psiko-sosyal gelişimleri, yaşam koşulları, okula devam durumları üzerindeki etkisine bakmak büyük önem taşıyor. Rapordaki bulgularda da paylaşıldığı gibi yaşama, hayatta kalma ve gelişim; eğitime, sağlığa, bilgi ve medyaya erişim ve oyun, serbest zaman ve kültür, sanat yaşamına katılım haklarına erişimin önündeki engeller diğer hakların da yaşama geçmesinin önünde engel oluşturuyor. İçinden geçtiğimiz süreçte alınacak önlemlerin yalnızca Covid-19 süreci için kısa vadeli bir yaklaşımla değil, çocukları merkeze koyan hak temelli bir yaklaşımla uzun soluklu planlanması gerekiyor.

^