F Grubu “ölüm grubu” klişesini hak ediyor: Fransa, Almanya, Portekiz üçlüsü burada. Bir de Macaristan var, figüran olarak. Ama öyle bir figüran ki, ülkedeki rejim nedeniyle başroldeki üçlü kadar dikkatle izlenmesi gereken bir aktör.
Her turnuvada “ölüm grubu” klişesinin tedavülde kalmasını sağlayan bir kura çekiyor FIFA ya da UEFA. Bu da öyle bir grup. Tabii söz konusu ölüm gruptaki her takıma eşit mesafede olmuyor. Burada da grubun ölümcül karakterinden en fazla mustarip olacak takım Uluslar Ligi Play-off’larında Bulgaristan ve İzlanda’yı eleyerek kupaya katılma hakkı kazanan Macaristan. Elemelerde beklentileri karşılayamayan ve Ukrayna’nın ardından ikinci sırada yer alarak turnuvaya katılan Portekiz’in de işi zor. “Ölüm grubu”nun favorileri Almanya ve Fransa ise elemeleri ilk sırada bitirerek aldı Avrupa Şampiyonası biletlerini.
Faşistler sevinmesin
Macaristan’ın Avrupa futbol sahnesine tekrardan çıkması, özellikle de oyunun tarihine meraklı, “Altın Takım”a hayranlık duyan futbolseverleri memnun edecek bir gelişme. Budapeşte’ye olan sevgim ve en sevdiğim yazarlardan biri olan Antal Szerb benim de bu takıma sempati duymamı sağlayacak, ama tam o anda aklıma Macaristan’daki siyasi durum ve Orban geliyor.
Futbol birçok ülkede milliyetçiliğin, ırkçılığın yeniden üretildiği bir alan, ancak Macaristan’da durum biraz farklı. 2010’dan beri ülkede adım adım diktatörlüğünü kuran, önemli kurumların başına yandaşlarını getiren, kendisini eleştiren herkesi yabancılar adına casusluk yapmakla suçlayan, anayasal hakları ve evrensel insan haklarını görmezden gelen, yabancı düşmanlığı ve ırkçılığı normalleştiren faşist lider Orban, birçok diktatör gibi gençliğinde yarı profesyonel olarak futbol oynamış. Şimdilerde de ırkçılık ve zenofobiden sonraki en büyük tutkusu futbol.
Aşırı sağ birçok taraftar grubunun bir araya gelmesiyle oluşturulan Karpat Tugayı’na mim koyalım. Anti-semit, anti-Roman, anti-LGBTİ+ sloganları, her türlü azınlığa karşı uyguladıkları şiddetten gurur duyduklarını defalarca dile getirmeleri, maçlarda verdikleri Nazi selamları ve daha neler neler…
Öyle ki, günde beş-altı maç izlediği, hiçbir Dünya Kupası’nı, Avrupa Şampiyonası’nı ya da Şampiyonlar Ligi finalini statta izleme şansını kaçırmadığı söyleniyor. Kendi hükümetini (yani aslında kendisini) defalarca “tanrının bir lütfu” olarak tanımlayan Orban, uluslararası arenada kazanılacak zaferlerin Macaristan’da Macarlığın üstünlüğünü yeniden ihya edeceğini, “çok-kültürlü” bir toplum yaratma hayali kuranları” sonsuza dek susturacağını ümit ediyor. (1930’larda kıta Avrupa’sına egemen olan bu dile dönüşün hikâyesi başka bir yazının konusu.)
Macaristan’da uygulanan ırkçı politikalar hakkında korkunç hikâyeler duyuyoruz her geçen gün. Bunlardan benim dikkatimi çeken ve üzerine düşündükçe gelecekle ilgili endişelerimin kat be kat artmasına yol açan bir örneğe değinmek istiyorum. Orban’ın hayata soktuğu mülteci karşıtı politikalara hepimiz aşinayız. Geçtiğimiz yıllarda hükümetin 18 yaşının üstündeki 8 milyon Macaristan vatandaşına yolladığı ankette şunu soruyordu:
“Mülteciler a) Sınır dışı edilmeli b) Hapse atılmalı c) Çalışma kamplarında ya da Macar şirketlerinde zorla çalıştırılmalı.”
Bu arada, Macaristan milli takımını destekleyen aşırı sağ birçok taraftar grubunun bir araya gelmesiyle oluşturulan Karpat Tugayı’na mim koyalım. Anti-semit, anti-Roman, anti-LGBTİ+ sloganları, her türlü azınlığa karşı uyguladıkları şiddetten gurur duyduklarını defalarca dile getirmeleri, maçlarda verdikleri Nazi selamları ve daha neler neler…
Böyle bir gruba göz yummayı bırakın, onlara destek veren ve onları mümkün kılan ırkçı yapıyı kuran bir siyasetçinin turnuva boyunca bir saniyeliğine bile mutlu olmasını istemem açıkçası. Neyse ki bu grupta gösterdikleri performans onların ırksal/etnik kimlikleriyle gurur duymalarına, futbolu ırkçı söylemlerine alet etmelerine pek de olanak sağlamayacak.
Carvalho-Fernandes-Silva üçlüsü
Futbola dönelim. Grupta herkesin nasıl performans sergileyeceğini merak ettiği takım Portekiz. Ronaldo’nun bir sene daha yaşlanmış olması ilk bakışta bir problem olarak görülebilir, ancak bu takımı artık “Ronaldo ve 10 arkadaşı” olarak görmemek lâzım. William Carvalho (Real Betis), Bruno Fernandes (Manchester United) ve Bernardo Silva (Manchester City) üçlüsü bu turnuvanın en güçlü orta sahalarından biri.
Savunmada yer alan Rúben Dias ve João Cancelo, Pep Guardiola ile çalışmaya başladıklarından beri müthiş ilerleme kaydettiler ve bunun meyvelerini Manchester City toplamaya başladı bile. Forvette ise Ronaldo’ya eşlik edebilecek birçok isim mevcut: Eintracht Frankfurt’ta harikalar yaratan André Silve ve Liverpool forması giyen Diogo Jota bunlardan ikisi.
Portekiz’in nasıl bir turnuva geçireceği açıkçası teknik direktörleri Fernando Santos’a bağlı. Ronaldo’yu bir kenara koyarsak, bahsi geçen isimlerin milli takım performanslarının kulüp performanslarıyla mukayese kabul etmeyecek kadar sönük olduğunu görüyoruz.
Bunun en güzel örneği Bruno Fernandes. Manchester United’da sorumluluk alan, adeta bir gol makinesi gibi işleyen oyuncu Portekiz formasıyla (başarılı maçlar çıkarsa da) benzer etkiyi sağlayamıyor. Benzer tespitler Wolves forması giyen Rúben Neves ve City’li Silva için de yapılabilir. Eğer Santos bu sorunu çözemezse, Portekiz’in Buddenbrooklar ile Guermantesler arasından sıyrılması zor gibi görünüyor.
Acıların, özlemin, hüznün, melankolinin müziği Fado ile bağlayalım Portekiz bahsini, çağdaş Fado’nun muazzam seslerinden Mariza’nın Barco Negro’su (Siyah Tekne) şarkısı gelsin…
Portekiz’i artık “Ronaldo ve 10 arkadaşı” olarak görmemek lâzım. Carvalho, Fernandes ve Bernardo Silva üçlüsü bu turnuvanın en güçlü orta sahalarından biri.
Takım ruhlu yıldızlar topluluğu
Kupanın favorisinin Fransa olduğunu düşünen çok. Zaten kadroya bir göz atınca öyle düşünmemek zor:
Avrupa’nın halihazırdaki en iyi kalecilerinden Hugo Lloris (Spurs), Benjamin Pavard (Bayern Münih), Presnel Kimpembe (PSG), Raphaël Varane (Real Madrid) ve Lucas Hernandez (Bayern Münih) gibi kıtanın en üst düzey liglerinde mücadele eden oyunculardan kurulu çok sağlam bir savunma, rakibini mücadele etmekten soğutacak dinamizm ve oyun zekâsı barındıran Paul Pogba-N’golo Kante (Manchester United-Chelsea) ortaklığı, Antoine Griezmann (Barcelona), Kylian Mbappé (PSG), Karim Benzema (Real Madrid), Anthony Martial’den (Manchester United) oluşan, mahşerin dört atlısını andıran ileri uç.
İşin ilginç yanı, bu kadar yetenekli, yıldız ismin, inanılmaz bir takım ruhu içinde, bireysellikten çok uzak mücadele edebilmeleri.
1998 Fransa’sı seyri müthiş zevk veren bir takımdı. Onlar da takım oyunu oynuyorlardı tabii ki, ama belki farklı bir dönem olduğu için, belki de futbolcuların özellikleri nedeniyle, o takımdaki birçok oyuncu bireysel becerileriyle de sık sık ön plana çıkıyordu. Fabian Barthez’in delilikleri, Laurent Blanc’ın bir kütüphaneciyi andıran sakinlikle yaptığı müdahaleler, Youri Djorkaeff’in mükemmel pasları, Zinedine Zidane’ın sahada yaptığı ve birçoğumuzun o cüssede bir oyuncunun nasıl yapabildiğini idrak edemediğimiz hareketleri ve hatta ne işe yaradığı bir türlü anlaşılamayan Stephan G’uivarch’ın sahada mahkûm kaldığı, içinden bir türlü çıkamadığı o fazlalık hali.
Bu isimlerin her biri nevi şahsına münhasır, tekil, müstesna varlık olarak bulunuyordu sahada. Ve takım halinde varlarken bile, o tekillikleri hâlâ ön planda oluyordu. Bu yüzden ’98 Fransa’sı Derrida’nın çalıştırdığı bir takım gibiydi.
Bugünkü Fransa farklı. Zidane’ı bir kenara koyarsak, belki de ’98’dekinden çok daha yetenekli oyunculardan kurulu bir kadrosu var Fransa’nın. Ama Mbappé gibi bir sanatçı bile tekilliğiyle değil, takım oyunu ve Deschamps’ın stratejisindeki rolüyle çıkıyor ön plana. En güzel, göze en hoş gelen performanslarında bile bir işlevsellik var. Her şeyin önceden planlandığı, çok katı bir iş bölümünün yapıldığı ve takımın başarısı uğruna gerektiğinde her türlü tekillikten sıyrılıp, imece usulü çalışıldığı bir Fransa bu. Bu yüzden de Durkheim’in çalıştırdığı bir takım havası veriyor.
Bir düşünür olarak Derrida’nın Durkheim’dan çok daha fazla heyecan verdiğine şüphe yok, zira onun düşünce sistemine önü açıklık, öngörülemezlik ve hatta çözümsüzlük (tekrar G’uivarch’ı ve bir santrfor olarak forvet sorununa hiçbir çözüm getirememesine rağmen her maç sahada yer aldığını anımsayalım) hâkim. Ancak bazen, kimileri sordukları sorulara net, kesin, kati cevaplar istiyor. İşte bu noktada da sahneye futbolun Durkheim’ları (Deschamps, Carlos Alberto Parreira, bir dönem Mourinho) çıkıyor.
Löw çağının sonu
Grubun dördüncü takımı Almanya da çok yakında nasıl bir teknik direktör (ve nasıl bir felsefe) istediğine karar verecek. 2006’dan beri süren Löw çağının sonuna geldik. Değişim zamanının kapıyı çaldığı bir gerçek, zira Almanya 2018’den beri, güçlü bir kadrosu olmasına rağmen pek de tatminkâr bir futbol sergilemiyor.
Tabii ki Löw’ün Alman futboluna katkısı sadece sahada kazanılan başarılarla (2014 Dünya Kupası ve 2017 FIFA Konfederasyon Kupası zaferleri, ve 2008 Avrupa Şampiyonası ikinciliği) sınırlı değildi. Raphael Honigstein’ın Dördüncü Yıldız kitabında da belirttiği üzere, Löw ve ekibi Almanya’yı daha önce tahayyül edilemeyecek derecede sempatik bir takım haline getirdi. Bunun nasıl büyük bir değişim olduğunu 70 ve 80 kuşakları çok iyi anlayacaklardır. Bir dönem, herhangi bir turnuvada Almanya’yı tutmak utanç duyulacak bir şeymiş muamelesi görürdü. 1990’daki o makine gibi çalışan takımı bile gönül rahatlığıyla destekleyemediğimi, açılabildiğim aile ve arkadaşlarımın bu tercihimi hiç tasvip etmediklerini hatırlıyorum.
’98’dekinden çok daha yetenekli oyunculardan kurulu bir kadrosu var Fransa’nın. Ama Mbappé gibi bir sanatçı bile tekilliğiyle değil, takım oyunu ve Deschamps’ın stratejisindeki rolüyle çıkıyor ön plana.
21. yüzyıl Almanya’sı için durum farklı. Hem oynadıkları futbol hem oyuncuların sıcak tavırları hem de milli takımın ciddi bir kozmopolitleşme sürecinden geçmesi Almanya’yı birçoklarının gönül rahatlığıyla desteklediği bir takım haline getirdi.
Aslında çok güçlü bir kadrosu var Almanya’nın. Timo Werner (Chelsea), Serge Gnabry (Bayern Münih), Leroy Sané (Bayern Münih), ve finalde attığı golle Şampiyonlar Ligi’ni Chelsea’ye getiren, Alleskönner (her şeyi becerebilen) Kai Havertz Avrupa’nın en dinamik ileri uç oyuncularından bazıları. (Her ne kadar Werner bazen son vuruşlarda sıkıntı yaşasa da.)
Orta sahada Toni Kroos (Real Madrid), İlkay Gündoğan (Manchester City), Leon Goretzka (Bayern Münih), Şampiyonlar Ligi ikinci tur maçında Beşiktaş karşısına çıkacak Bayern kadrosunda olduğunu görünce, Star TV yorumcusunun “Kimmich de kimmiş?” diyerek aklınca dalga geçtiği, aradan geçen süre zarfında Avrupa’nın en önemli orta saha oyuncularından birine dönüşerek iki ülke arasındaki futbola yaklaşım farkını bir kez daha gözümüze sokan Joshua Kimmich (Bayern Münih) ve şimdiden geleceğin yıldızı olarak görülen, İngiltere’de büyümesine rağmen Almanya’nın kendisi için daha doğru seçim olduğuna inanan Jamal Musiala (Bayern Münih) da yine günümüz futbolunun en önde gelen isimlerinden.
Ancak, son zamanlarda savunmada biraz sıkıntı yaşıyor Löw’ün ekibi. Bunu da kısa vadede, yani Löw’ün yerine biri geçene dek, kaleci performansıyla aşmaya çalışacaklar gibi görünüyor. Bu aslında onlar için çok da abes bir yaklaşım değil, zira dünyanın dört bir yanından milli takımlar bir tane güvenilir kaleci bulmakta zorlanırken Almanya’nın şu andaki kadrosunda Manuel Neuer (Bayern Münih), Kevin Trapp (Eintracht Frankfurt) ve Bernd Leno (Arsenal) bulunuyor.
Bu kalecilerin içinde en özeli tabii ki Neuer. Hem çok yetenekli hem de biraz “kaçık” (aslında her kalecide var biraz o özellik) olması onu bu kadar özel yapıyor. Maçın 65. dakikasında takımı 4-0 öndeyken ataklarını orta saha çizgisinden takip eden kaç kaleci sayabiliriz? Birçoklarınca kariyerinin düşüşe geçtiği iddia edilirken inanılmaz bir geri dönüşe imza atıp yine zirveye çıkması da Neuer’i futbol dünyasının kahramanlarından biri yapıyor.
Unutmamak lâzım ki, Almanya kaleci konusunda neredeyse hiç sıkıntı çekmedi. Bunun nedeni futbol aklıyla ve tarihiyle açıklanabilir tabii ki. Ama belki, az bile olsa, kalecinin yalnızlığı, tekilliği, trajik bir kahramanla komik bir anti-kahraman arasında gidip gelmesi de etkili Almanların kaleciliği böyle şevkle kucaklamalarında ve böyle iyi kaleciler olmalarında. Ne de olsa yalnızlığın, tekilliğin ve trajik kahramanlığın, kahkahanın ve deliliğin düşünürü Friedrich Nietzsche’nin torunlarından bahsediyoruz.
Tahmin: Fransa, İtalya ile birlikte kupanın favorisi. Almanya’nın en az yarı final göreceği kesin gibi. Portekiz ancak çeyrek finale kadar yürüyebilir. Macaristan ise Orban’ı üzecek diye ümit edebiliriz.