14-28 Mayıs seçimlerinde de 2015 hatırlandı, bugünkü sonuçların nedenleri orada arandı. Sizce 2015 nasıl bir eşikti?
Özgür Amed: Ben de oraya gitmemiz gerektiğini, hatta yeterince gitmediğimizi düşünenlerdenim. Son sekiz yılda yaşananları hatırla(ya)mayan bir analiz, son seçimlerin sonucunu okumada eksik kalacağı gibi, ortaya çıkan politik depresyonu anlamakta da güçlük çekecektir. Bu nedenle 2015 için bir “hatırlama rejimi” ve hatta haritası gerekiyor. Buna iki aralık üzerinden bakılabilir. İlki 1990-2000 arası dönem, ikincisi 2000-2015 arası.
1990-2000 arası süreçte Kürt siyaseti için toplumu statüko tarafından kurulan sınırların ötesine taşıma girişiminde ilk kıvılcımlar beliriyor. Karşı çizgiler yaratılarak güç kazanılan, legal siyaset ve kurumsallaşma bağlamında kültür-sanatın ilk pratiklerine denk geldiğimiz bir dönem. Bir çeşit siyasala dahil olma inadının, haklara sahip olma mücadelesinin verildiği yıllar.
Diyarbakır devasa bir metropole dönerken sınıfsal ayrışma da belirginleşti. Şu an birden çok Diyarbakır var. Çok değil, 15 yıl önce bile bu kadar yarılma yoktu. Bugün net çizgiler var. Şehri ikiye bölen Urfa yolu iyi bir sembol. Yolun ötesi ve berisi şehrin iki yakası.
90’ların sonuna doğru “ne olursa olsun tufana karşı direnç” fikri başat. Bu dönemde devletin gelişen toplumsal hareket ölçeğine ve büyümenin durdurulamamasına karşı kontrgerillacılığa geçiş yaptığı görülüyor. Hizbullah ve JİTEM’den medet umuluyor. Kimlik siyasetine, kültüre, eşitlik talebine cevaben katı bir inkâr ve bu inkârın can suyu fiziki şiddeti görüyoruz.
Politikanın savaşın devamı olarak kodlandığı, her şeyiyle güvenlikleştirildiği ve köy yakmalarda görüldüğü üzere, “alabalık teorisi”nin tek çözüm olarak görüldüğü on yıllık bir döneme tanık oluyoruz. Bourdieu’cu deyimle, devletin kontrol eden, ceza veren, disipline eden, kıt kaynakları idare eden sağ eli işlevsel bu süreçte.
Peki, 2000 ile 2015 arası?
Uzun bir aralık. Ama Kürtler açısından şok, direniş ve sınırlarını test etmekle geçen yıllar olarak özetlenebilir. Abdullah Öcalan’ın 1999’da tutuklanmasıyla başlayan şok halinin çok geçmeden kendini bir “geri dönüşe” bıraktığını görüyoruz. Paradigmasal değişimin ilk doneleri 2004 gibi bir dönemde atılıyor.
Tabandan başlayan, yeni bir siyaset algısını kaçınılmaz kılan, özgürlüğün toplumsal yaşam tahayyüllerinde aranması gerektiğini söyleyen, muğlak demokrasi algılarını reddeden ve devlete dayalı siyaseti topluma dayalı siyaset haline getiren radikal demokrasi tezi ortaya atılıyor.
Bu tez demokratik cumhuriyet, yerel demokrasi ve demokratik konfederalizm çehrelerini de içeriyor. Daha sonra, sosyallik üzerinden kimlik inşasının, zihinsellik üzerinden ideolojik ayağın, çevre üzerinden de doğa-insan özgüllüğünün programlaştığına tanık olduk. Yani sosyal, zihinsel ve çevresel düzeyde bir değişim dönüşüm yaşandı.
Bunda sürekli büyüyen ve 102 belediyenin kazanılmasına kadar varan dönemler çok etkili oldu. Yine kadın mücadelesi bu dönemde siyasal farkını bariz bir biçimde ortaya koydu. Fakat 2015’e gelene kadarki döneme dair en önemli eleştiri sınıfsal ayrışımın engellenememesi. Özellikle Diyarbakır, Van, Mardin gibi büyük kentlerde beliren ve alt sınıf dinamiklerine yabancılaşma diyebileceğimiz pratikler yaşandı. Belediyeler üzerinden elde edilen “toplumsal kazançtan” yoksulların pay alamadığı fikri vardı. Bu süreç iyi yönetilemedi.
Bu süreçte devlet açısından durum ne?
Devlet açısından 2000-2015 arası daha büyük krizler, atılımlar ve kararlaşmaların yaşandığı bir dönem oldu. Kürtlerin karşı hegemonik sızıntılarının çokça olduğu ve devletin buna güç getirmede zorlandığını görüyoruz. 90’lardaki katı tarzdan sonuç alma yerine tasfiye ve rıza üretim mekanizmalarının yoğunlaştığı yeni bir gramere dönüldü. Tabii Irak’ta Kürdistan Bölgesel Yönetimi’nin kurulmasının ve bunu takip eden kaygıların ve pozisyon almaların, içeride neoliberal politikaların ülkenin amentüsüne dönüşmesinin bunda etkisi büyük.
Siyaseti hiçleştirme ve yeni toplumsal öznelliklerin yaratılarak belirsiz, düzensiz krizlerin arzulandığına tanık olduk. “Tanıyarak dışlama” bu yaklaşımın bir ürünü ve inkâr retoriğinin de yeni yüzü. “Evet, varlar, ama yoklar” ya da “Bizim var dediğimiz kadar varlar” zihniyeti peyda oldu. Sınıfsal ayrışım meselesi devlet tarafından fark edildi ve orta sınıf yaratımına destek verildi, onun yükselişine imkân tanındı. Siyasetin oradan hayat bulması sağlandı. Bunlar kişisel gözlemlerim, tartışmaya ihtiyaç duyan meseleler.
Orta sınıflaşmanın devlet eliyle de özendirildiğini söylüyorsunuz. Sınıfsal yarılma gündelik yaşam içinde nasıl gösterdi kendisini ve nelerin önünü açtı?
Diyarbakır özelinde ve çözüm süreci ekseninde, dar bir kesit üzerinden gidelim. Çünkü Kürtler ve sınıfsallık meselesi son derece karışık bir başlık.
Kürt Özgürlük Hareketi bir yoksullar hareketidir. Onu var eden, mücadelesini bugünlere getiren de bu sınıf. Halen de büyük oranda öyle. 80’lerle başlayan göçe zorlama politikaları sonucu Kürtler yoğun şekilde kentlere itildi. Bu sadece Kürtlere dönük bir hamle değildi elbette. Türkiye’nin kapitalizmle kurduğu ilişkinin de bir sonucuydu. Bu nedenle Kürtler ve sınıf meselesini tartışırken, sorunun aynı zamanda bir kapitalizm sorunu olduğunu akıldan çıkarmamak gerekiyor.
HDP’nin ilkin 39, ardından 56 ve daha sonra 102 belediyeye çıkmasıyla yeni iş alanları ortaya çıktı. Fakat yoksullar bu kazanımdan pay alamadı. Kendini mücadeleye katan, ama elde edilen yeni imkânlardan faydalanamayan bir toplumsal sınıf gerçeği ve bunun eleştirisi doğdu.
Diyarbakır özelinde devam edersek, 90’larla beraber yerinden yurdundan edilen yoksullar akın akın kent merkezine geliyor. Devletin beklentisi elbette yeni bir Kürtlük bilincinin gelişeceği üzerine değildi. Fakat kendisini yeniden keşfeden, asimilasyona direnen, diline ve haklarına daha fazla sahip çıkan, bastırdığını düşündüğü siyasetin daha büyük geri dönüşüyle karşı karşıya kaldı devlet.
Durum Lacan’ın “usûlüne göre gömülmeyen ölülerin geri dönmesi” tespitine benziyor. Bundan ötürü daha ince mücadele yöntemleri tercih edildi. Kentlerin gerektirdiği altyapısal iktidar yaklaşımlarına, yani daha çok sosyal ilişkileri düzenleyen, kurumsallıkları, gündelik ilişkileri kontrol eden bir yaklaşıma geçilmek zorunda kalındı.
Yıllar içinde şehir büyüyüp devasa bir metropole dönerken sınıfsal ayrışma da belirginleşti. Kürtlerin büyük çoğunluğu yeni denilebilecek bir şehir içinde yol aldı; yeni mekânlar, yeni kültürel formlar, yeni ilişkiler, yeni insanlar… Nihayetinde, mekân düşünceyi belirler. Bu durum somut bir biçimde yaşandı ve yaşanmaya devam ediyor.
Şu an birden çok Diyarbakır var. Çok değil, 15 yıl önce bile bu kadar yarılma yoktu. Bugün net çizgiler var. Şehri ikiye bölen Urfa yolu iyi bir sembol. Yolun ötesi ve berisi şehrin iki yakası. En yoksulların yaşadığı Bağlar gibi bir yerin son sekiz yılda geldiği hal inanılmaz. Diclekent ve 75. Yol tarafında ise yeme-içme alışkanlıklarından gündelik dertlerle hemhal olma şekline dek yeni tezahürler görüyoruz.
“Sınıfsal” manzara çözüm sürecinde nasıldı?
Çözüm süreci dönemi, her şeyin daha fazla ortaya çıktığı ya da görmediğimiz durumların da aleni ortaya serildiği bir nirengi noktası oldu. Büyüyen şehir ve dinamiklerle STK’lar güçlendi. Orta sınıf diyeceğimiz meslekler büyüdü ve aktif siyaset içinde temsili düzeyde görünür oldu. Kültürel habituslar birbirine eklemlenerek entelektüel söz kurma yarışı yaşandı. Artık eylemlerin değil, sözün daha fazla pratik edilip kabul gördüğü bir ortam doğdu.
Tüm bunların dışında, çözüm süreci şunu da gösterdi: Kürtler çeşitli dönüşümler yaşıyor, ama en çok da temas ettiklerini dönüştürüyor; silahların sustuğu, siyasetin görece daha rahat yapıldığı bir yerde yol alıyor, dinamizmleriyle toplumu da sürüklüyorlar. 2013-2015 arasına bakın, Diyarbakır’da kültürel patlama var. Kürtçe kreşler, Kürtçe edebiyat dergileri, Kürtçe tiyatro ve sinema festivalleri, Kurdi-Der’den mezun olan on binler, yedi dalda ve tamamen ücretsiz eğitim veren iki kent konservatuarı, buralara akın eden öğrenciler…
Şehir değişirken, Kürtler yol alırken Türkler de çembere giriyordu. Sol-sosyalist çevreler dirsek temasını artırıyordu. Diyalog ve geleceğe dayalı yeni bir siyasal akıl tartışılıyor ve onay görüyordu. Cumhuriyet gazetesi bu durumu “Rönesans” olarak manşetleştirmişti. Tabii hep pozitif şeyler yoktu. Bir yandan da iddia edilen yaşama zıt şekilde etrafı duvarlarla, tellerle çevrili siteleşmeler, izolasyonlar yaşanıyordu. Soylulaştırma projeleri konuşulmaya başlandı ve Cevatpaşa, Fatihpaşa, Alipaşa, Lalebey hattında sessiz gettolaşmalar yaşandı. Tam da çözüm süreci zamanı, bazı sesler, yeni talepler daha açıktan dile geldi.
“Çökertme Planı”nı İkinci Şark Islahat Planı olarak görebiliriz. 2015’le beraber yürürlük kazanan bu planla iktidarın dört kaynağının eşgüdümlü işlevsel hale geldiğine şahit oluyoruz; askeri, ideolojik, ekonomik ve politik kaynaklar bunlar.
O talepler nelerdi?
Örneğin, 2013 Temmuz’unda, Altan Tan’ın Agos’ta çıkan bir röportajı vardı. Tan orada açıkça Kürt hareketine seslenerek, kendisini formatlaması gerektiğini, yüzünü yoksullardan mühendis, doktor, avukat, öğretmenlere çevirmesi gerektiğini söylüyordu. Yoksa herkes kendi yoluna bakacaktı. Bunlar ışığında, 2015’te de yüzde 15’lere dayanan bir oy oranı çıktı. Devlet barış ortamının kendilerine kesinlikle yaramadığını zaten biliyordu. Çözüm sürecini çözümsüzlüğü derinleştirmek için yaptığını ise biz henüz bilmiyorduk. Sonraki süreçlerde bu tartışmalar eksik olmadı.
Fakat Diyarbakır özelinde, orta sınıf konusunu şu talep ve tartışmalar ekseninde toplamak mümkün: Komünal ekonomiye karşı liberal ekonomi, kolektif yaşam karşısında bireysel güç ve yaşam talebi vardı. Zaten genel tartışmalar ekonomi üzerineydi. Diğer meseleler biraz tali kalıyordu. Şehirdeki Kürt orta sınıf Kürt siyasetine oy veriyordu ve taleplerinin de eski taleplerden ayrıştığını açıkça ifade ediyordu. Bununla birlikte, özellikle Kürt Özgürlük Hareketi’nin dünyayı okuyamadığını, yeni Ortadoğu gerçekliğini göremediğini söylüyorlardı. Bunun altında yatan temel motivasyonun bu hareketin köylere, yoksullara dayalı bir hareket olarak görülmesi olduğunu düşünüyorum.
Bu durum o dönem HDP’nin harcı diyebileceğimiz kavramların –örneğin, sözünü ettiğiniz radikal demokrasi– ve uygulamaların altını oydu mu?
Elbette orta sınıf meselesine yaklaşım, devletin bu meseleye dahil olarak bazı şeylere imkân vermesi, radikal demokrasi meselesine de bir hamleydi. Radikal demokrasi tezinde temel iddia ideolojik ve politik bir dönüşümdü. Bu dönüşümü Kürtlerin ’99’da “Yerel seçimlerde kendini ve kentini yönet” sloganıyla seçimlere girmesinden tutalım, bir toplumsal inşayı, yaşam formunu iddia eden “demokratik ulus” tezinin varlığına kadar geniş bir çerçevede düşünebiliriz.
Fakat örneğin, Diyarbakır’da orta sınıf, yeni bir siyaset tarzını dillendiriyordu artık. Sınıfsal değişimin kabul edilmesi, artık yoksullara değil, yeni orta sınıfa yüzün dönülmesi gerektiğini söylüyorlardı. Ve Kürt siyasal hareketine dönük en önemli tartışma şuydu: “Ya bunu yaparsın, böylece büyürsün, genişlersin ya da yüzünü yoksullara dönmeye devam eder, onlarla siyaseti yürüterek küçülüp yok olursun.”
Bu tartışmaların o dönem yoksul sınıflardaki yankısı nasıldı?
Çözüm sürecinde gerçekten de en az görülen kesim yoksul Kürt sınıfıydı. Bu tartışmalar olurken HDP’nin ilkin 39, ardından 56 ve daha sonra 102 belediyeye çıkmasıyla yerel yönetimler üzerinden yeni iş alanları ve yeni mekânsallıklar ortaya çıktı.
Fakat yoksullar toplumsal olarak gelişen bu kazanımdan pay alamadı. Yani, kendisini mücadeleye katan, ama elde edilen yeni imkânlardan faydalanamayan bir toplumsal sınıf gerçeği ve bunun eleştirisi doğdu. “Mücadelesini veren, mücadeleye sahip çıkan benim” diyenler kendilerini artık söz hakkı olmayan bireyler olarak görmeye başladı.
Orta sınıf bu doğal ve haklı yaşamsal talebi görmezden geldi. Çünkü onlara göre yeni siyasette onların ihtiyacı, öngörüleri, sözleri olmalıydı. Sınıfsal yarılmanın doğduğu ve bizim de üzerinde yeterince durmadığımız yer bu nokta.
Devlet bundan nasıl faydalandı?
Bu çelişkiyi devlet gördü elbette. Bu durum şu imkânların hepsini bir arada veriyordu: Kürt siyasetini sokaktan binalara çekmek, aktif mücadele hattını kırmak, yazılı hukukun “meşruluk” sınırlarına tav olan bir siyasetle yürümeyi başarmak, ılımlılaştırılan her şeyi onaylamak, devasa Kürt sorununu bir dil ve ekonomi sorununa indirgemek… Devletin orta sınıf dediğimiz yapıda gördüğü gelecek buydu ve bunun için de dirsek temasına geçti. Siyaseti orta sınıfa entegre etmeye çalıştı. Bu da ideolojik bir yaklaşımdı. Kürtler nezdinde orta sınıfı tanıma ve ona alan açma süreci yaşandı.
Bütün bu gelişmeler ışığında 2015’e gelirsek…
2015 esas olarak Kürtlere karşı bir milât. Kürtler özelinde tüm sol-sosyalist çevrelerin hedefe alındığı bir eşik. Devlet 2015 itibariyle dönüştü. SADAT Yönetim Kurulu Başkanı Melih Tanrıverdi, Mayıs 2022’de İsmail Saymaz’a verdiği bir röportajda “Çözüm sürecinin bitişinin ardından terörle mücadele konseptinin değiştiğini” söylüyor. Yani, aslında neyin değiştiğinin cevabını kendileri zaten ifade ediyor. Bir konsept değişikliği var.
Olay ve olguların yoğunluğundan ötürü 2015 tarihini “milât” almakta beis yok, ama yeni savaş ya da yeni dönüşüm siyasetinin doğumu 6-8 Ekim 2014 bana kalırsa. Bu tarihte yaşanan protestolardan sonra, devletin 30 Ekim 2014’te Milli Güvenlik Kurulu’nun (MGK) “Çökertme Planı”nı devreye aldığını görüyoruz. “Gizli” ibareli bu planın ilk pratiği kent savaşları oldu. Yani Sur’un, Cizre’nin, Nusaybin’in yıkım sürecine alınması.
Devletin de, toplumun da bir hafızası var. Devlet unutturduğu oranda var olabilen bir hafızayken, toplum ise hatırladığı oranda var olabilen bir hafıza. Devletin kendi hafızasını tüm alanlara yaydığını, yerleştirdiğini, bunun için çabaladığını görüyoruz.
2016’da, Alican Önlü ve Ertuğrul Kürkçü planın içeriğini Meclis’te soru önergesi yapmışlardı. Bu planın 2019’da da ilk olarak Mısır’ın ulusal kanallarından TeN TV’de Dr. Neşet Dihile tarafından belge olarak açıklandığına tanık oluyoruz. “Çökertme Planı”nın her açıdan çok yönlü bir tarama olduğunu, birçok şeyi içerdiğini hatırlayalım.
Alınan kimi kararlar ve bu kararların uygulanmasına dair bir kararlılık var. Adım adım kaç bin insanın cezaevine gireceğine, kaç yerin boşaltılacağına dair net ifadeler görüyoruz raporda. Örneğin, “Yapılacak bastırma operasyonlarında 10 bin ila 15 bin imha, 8 bin civarı yaralı, 5-7 bin arası tutuklama, bombalanmış küçük ve büyük yerleşim alanlarında 150-300 bin civarı insanın yer değiştirmesi planlanmaktadır” ifadeleri yer alıyor. Bunu yaparken de tüm bürokratik mekanizmaların nasıl davranacağına, hangi ruh haliyle yaklaşacağına ilişkin açıklamalara yer veriliyor.
“Gayet mahremdir” ibaresi taşıyan 24 Eylül 1925 tarihli Şark Islahat Planı Kararnamesi’yle benzerlik taşıdığı söylenebilir mi?
Evet. Hatta “Çökertme Planı”nı İkinci Şark Islahat Planı olarak da görebiliriz. 2015’le beraber yürürlük kazanan bu planla, iktidarın dört kaynağının eşgüdümlü işlevsel hale geldiğine şahit oluyoruz; askeri, ideolojik, ekonomik ve politik kaynaklar bunlar. Geçmişe dönüp tekrar hatırlarsak, devletin yoğun olarak kullandığı sağ elinin ilk kez sol eliyle beraber çalıştığını, yani birini tutarken diğerini kullanmak yerine, iki elini birlikte kullandığı görüyoruz. İktidarın daha derin çalıştığı, daha fazla kol ve kanadını devreye soktuğu, altyapısal iktidarın daha ince bir siyasete geçtiğine şahit oluyoruz.
Bu saydıklarımın temel çıktılarını, başta kayyum rejimi olmak üzere, Barış Akademisyenleri’ne yapılanlarda, yeni güvenlik yasalarında, bu yasalar üzerinden işten atılan bir insanın akrabasının dahi markaja alınması gibi örneklerde görebiliriz. Yine ülkedeki ekonomi politikalarının değişmesi, savaş politikalarının yeniden devreye sokulması gibi birçok mesele var.
Ayrıca, bunların yanısıra, devletin gündelik yaşama olan bakışı ve tarzı değişti. Gündelik yaşamı gasp eden bir siyaset önümüze çıktı. Bunu da daha çok Kürt illerinde yaptı. Daha çok yaşamın içine katılma, kafelerde bulunma, mekânlarda oturmayla kendini daha fazla gösterdiği bir yaşam pratiği ortaya kondu. Bu yapıldıkça halk gündelik mekânlardan çekildi. Bunu Diyarbakır’da, Batman’da, Şırnak’ta, birçok yerde görmek mümkün.
Devlet açısından gündelik yaşama bu denli nüfuz etmek nasıl bir ihtiyaçtan doğdu? Diyarbakır gibi yerlerde bunun sonuçları ne oldu?
Devletin gündelik yaşama dahil olma çabasındaki artış, daha doğru ifadeyle, gündelik yaşamı bloke etme girişimi, ideolojik bir gündemi zorlamakla, yani bulunduğu yerdeki iktidar algısıyla ilgili. Böylesi yerlerde gözetim, takip, norm dayatmaları, ekonomik şiddet sıradan hale gelir. Tüm bunları da kolonyal tahayyülün olduğu bir yerde gerçekleştirdiğini düşündüğümüzde pervasızlığın tonunu daha net görürüz.
Diyarbakır’da olan buydu. Militarist renklerin, “güvenliğin” yaşamın içinde herkesin gözüne bu denli girdiği başka bir dönem yoktur. Askeri araçların gün içinde sebepsiz yere şehir içinde turlaması, sürekli siren çalması yeni bir şey. Her yere GBT noktası ve onlarca seyyar karakol konması da öyle. Sadece görevi kafelere gidip oturmak olan birimler türedi. Daha dün bize ait olan imgeler yerini billboard’larda valilik imzalı duyurulara bırakır oldu. Mesela, dengbêj dinleti çağrıları.
Gündelik yaşamın gaspını, kanımca devletin burada daha çok yer alma ihtiyacını “hafıza” ile açıklayabiliriz. Çünkü devletin de, toplumun da bir hafızası var. Devlet unutturduğu oranda var olabilen bir hafızayken, toplum ise hatırladığı oranda var olabilen bir hafıza. Yani iki zıt gerçeklik var. Haliyle burada devletin kendi hafızasını toplumsallığın yaygın olduğu tüm alanlara, yaşam işaretinin olduğu her yere yaydığını, yerleştirdiğini, bunun için çabaladığını görüyoruz.
Örneğin, Sur birçok bağlama oturan bir konu, ama özü itibariyle Sur, devletin kendi hafızasını oraya yerleştirmesidir. Bir “hafıza savaşı” gerçeği var. Kimin hafızası görünür ya da ortada, mesele biraz bu. Sur’un büyük kısmı yıkıldı ve yeni bir yer inşa edildi. Diyarbakır’da büyümüş biri olarak daha önce defalarca gittiğim Sur’daki sokak şu an yok, yıkılmış. Şimdi bilmediğim bir sokak var orada. Nereden yürüyeceğimi dahi bilemiyorum gittiğimde. Bu hafıza savaşı değil de nedir? Cizre’de de birçok sokak, mahalle, yer adı ve sokağın yönünün değiştiğini biliyorum.
Daha önce Diyarbakır’da bildiğiniz bir sokağın artık “orada” olmayışının hissettirdiği, hafızanızda tetiklediği şey ne?
Bu durum bana öncelikle devletin devamlılığını hatırlatıyor. Çünkü ben aynı zamanda 1993-94’te köyü yakıldığı için şehre gelmiş biriyim. 25-30 yılda şehirde kurmaya çalıştığım yaşam yeniden bozuldu, yıkıldı. Devlet şimdi bana “Başka yere git” diyor. Bunu yaparak devletin esas ve devamlılığını dayatıyor ve gösteriyor. İkincisi, benim bir birey ya da toplum olarak yerleşik bir yaşama, yerleşik bir algıya, kendime dönük tahayyülüme izin verilmiyor. Bu da topyekûn bir savaş demek. Klasik anlamda bir savaş değil sadece, inceltilmiş bir savaş yürütüyor devlet benimle.
Şırnak’ta bir anne, 2015’te evlerinden çıkarılırken “İzin vermiyorlar ki bir hikâyemiz olsun” demişti. İşin bamteli bu aslında. Ne yeni bir yaşama, ne yeni bir hikâyeye ne de yeni bir dile izin veriyor devlet. Dönem dönem buna ket vurarak seni insanlığından çıkarmaya çalışıyor. Dehümanize (insan-dışılaştırma) sürecine alıyor seni. Yerin yoksa, kendini yersiz-yurtsuz hissediyorsan, bir dil ve hikâye kuramıyorsan, oraya dair hafızan da yoksa, bu kırım değil de nedir? Toplum-kırım belki tam da budur.
Bir akrabam elli yıldır Sur’da yaşıyordu. Yıkımın ardından Sur’a tekrar gittiğinde yaşadığı yeri bulamadı. Bu onun için büyük bir yıkımdı. Sohbetini yaptığımızda, “Elli yıldır yaşadığım sokağa, eve gittim, ama ne evi ne sokağı bulabildim” diyordu. Bu, aynı zamanda yaratıcı bir yıkımdır; krizle kendini var eden, ama ekonomiyle, doğayla, toplumla savaşan “yaratıcı yıkım”. Şu an olan biten de bu, “yaratıcı yıkım”ın cenderesine alınmış durumda Kürtler.
Gündelik yaşama müdahale anlamında kayyumlar nasıl işlev görüyor?
İlk kayyum, 1978’de Batman Belediyesi’nde seçimleri kazanan Edip Solmaz’a atanmıştı. 28 gün belediye başkanlığı yaptıktan sonra katledilmişti Edip Solmaz. Solmaz katledildikten sonra, Bakanlar Kurulu’nun 7 Aralık 1979 tarihli bir kararnamesiyle Ahmet Antep isimli bir yüzbaşı hem kaymakamlık hem de belediye başkanlığının başına getirildi. İlk kayyum oydu denebilir.
Şırnak’ta bir anne, 2015’te evlerinden çıkarılırken “izin vermiyorlar ki bir hikâyemiz olsun” demişti. Bamteli bu. Ne yeni bir yaşama, ne yeni bir hikâyeye ne de yeni bir dile izin veriyor devlet. Buna ket vurarak seni insanlığından çıkarmaya çalışıyor.
2000’lerden sonra da Diyarbakır ve Mersin belediyelerine kayyum girişimi var. Halkın yoğun tepkisinden ötürü geri adım atılmıştı. Sonrasında daha farklı bir politika ve ihlâl siyaseti olarak, hatta ontolojik bir statünün kaybı olarak meseleye bakıldı. İş yurttaşlıktan atılmaya kadar geldi. Aslında yüz yıllık bir bilincin, hesaplaşmanın güncellenmesi olarak bakılabilir. O anlamda Kürtlüğün tamamıyla Türklüğe dönüşmesini arzulayan ve onların kazanımını darbeleyen bir süreç.
Yaklaşık 10 bin çalışan kayyumlar eliyle işten atılmış durumda bugün. Öyle bir absürtlük ki, Kızıltepe’de “hamsi festivali” düzenleyebiliyor kayyum. Diyarbakır’a Uşak’tan simit getirip yiyor. Belediyenin içindeki bir tuvalete yaptığı yatırım neredeyse şehrin gideri kadar. Bu yüzden bu farklı bir intikam süreci, içkin ve aşkın düzeyde bir dehşet söz konusu.
Peki, gündelik hayata en büyük etkisi ne oldu? “Vatandaş” olmaktan çıkarılan bireyler olduk, daha ne olsun! Kayyum rejimiyle seçme ve seçilme haklarına el konan Kürtler, yurttaşlıktan da çıkarılmış oldular. Yaklaşık dört milyon insanın oyuyla yönetim hakkı kazanan belediyeler ortada yok, seçilmişler cezaevlerinde, haklarında binlerce yıl ceza isteniyor. Bu cezaların sebebi de kendi aday tanıtım toplantılarına gitmiş olmaları. Mardin’de mezarlıktan parsel satılmıştı. Onu da geçtim, Türkiye tarihinin en büyük kent soygunu Mardin’de kayyum eliyle gerçekleşti. Devlet bile savunamaz noktaya geldi ve tutuklandı belediye çalışanları, kayyum da merkeze çekildi. Yolsuzluklarla ilgili, yedisi tutuklu on dört sanık hakkında açılan davanın ilk duruşması görüldüğünde, sanıklar duruşmada “Devlet için yaptık” dediler!
90’larda zorla yerinden etmenin merkezi köylerdi. Birçok Kürt köylerden kent merkezlerine göç etmek zorunda kaldı. Bugünse şehir merkezlerinde yerinden etme var. Peki, köyler, ilçeler için durum ne bugün?
Bence önemli ve üzerine çokça düşünülmesi gereken bir soru bu. Görebildiğim kadarıyla, devlet 2015 sonrasında ilk defa “taşraya” bu kadar yöneldi. Bir anlamda taşrayı politik ve siyasal spektrumda yeniden okudu. Hatta orayı “fethetti” diyebiliriz. Mesela Diyarbakır’ın ilçeleri, köyleri, mezraları, yani metropol dışında kalan yerler ilk defa bu kadar kıskaca alındı.
Durumun serhat bölgesi için farklı olmadığını biliyorum, hemen her yerini gezdim. “Taşra” ilk defa bu kadar gündem dışı ve örgütleme gerçekliğinin dışında kaldı. Devletin dönüşümündeki bir boyut da kent-kır ayrımı. Kentlere kapitalist şiddet ile eşgüdümlü yüklenirken, kırsal bölgelerde daha arkaik kodlar devreye sokuldu. Adeta İnce Memed romanında Abdi Ağa, Mahmut Ağa ve Arif Saim Bey’in temsil ettikleri sosyoloji ve dayattıkları yaşam geri geldi.
Koruculuk bu süre zarfında arttı. Bugün koruculuk 90’lı yılların çok üstünde bir sayıya ulaşmış durumda. Yine aşiretlere dair bir güç ikâmesi yaşandı. Para meselesi, iş konusu devlet gücü üzerinden bunlara aktarıldı. İlçelerde, köylerde koruculuk üzerinden ya da belli gücü olan aileler üzerinden destekler başladı. İşlere alındılar, maddi imkânlar sağlandı. Bunlar kutuplaştırıldı birçok yerde.
Haliyle devletin taşradaki görünürlüğü ve ulaşılabilirliği, gündelik hayat içindeki bilgi ve gözlemi ilk defa bu kadar yoğunlaştı. Sosyal yardım politikası çok daha görünür oldu ve işe de yaradı. “Devlettensin ya da değilsin” ikilemi oralarda çok daha hızlı yayıldı. Çünkü pek seçenek bırakılmıyor küçük yerlerde, böylesi bir baskı çok daha fazla hissediliyor. Yani, taşrayla kurulan ilişkinin boyutu da 2015 sonrası hız kazandı ve başarıya da ulaştı denebilir.
Bütün bunlar karşısında ortaya konan siyaset yetersiz mi kaldı?
Bu süre zarfında bence Kürt siyaseti bir aktarım ve hikâye krizi yaşadı. Yeni bir hikâye yaratılamadı. Devletin bu dönüşümüne bir “süreç” olarak değil, “sonuç” olarak bakıldı. Bu dönüşüme klasik araçlarla, yöntemlerle ve söylemlerle yaklaşıldı. Devlet dönüşürken bizler dönüşmedik.
İktidarın saldırılarına “klasik araç, yöntem ve söylemlerle yaklaşılması”ndan kastınız ne?
Bugünkü siyaset bildiğimiz siyaset değil, ama biz rutininde işleyen bir siyaset varmışçasına meseleye yaklaşıyoruz. Kurduğumuz sözler artık toplumun duymak istediği sözler değil. Son seçim sürecinde halktan yükselen “Beni dinlemiyorsun, bana gelmiyorsun” eleştirisinde saklı olan şeyin altında da bunlar var.
Son seçimleri baz alarak gidelim. Devletin yaklaşımı tamamıyla savaş stratejisiydi, ama muhalefet kalp işaretiyle “İyilik kazanacak” diyordu. Bu, gerçekliği inatla görmemek demek. Kürt mahallesinde yol ve yöntemin, somut meselelerin görünmesi lâzım. Demokrasi ve barış talebi baki, ama sadece buna yaslanılmaz. Örneğin, tecride yaklaşım. “Tecridi kıracağız” deniyor, ama nasıl? Haliyle bunlar tekrara düşüyor. Bir yoğunlaşma yok. Bir hikâye vermek gerekiyor, bunu yapamadığında özel savaş bunun yerini dolduruyor.
Toparlarsam, gördüğüm şu: Bir kriz var. Peki, bu kriz ne? Bir değişim olmuştur, yeni görünümler ve problemler vardır ortada. Siz o yeni durumu çözecek araç ve gereçlerden yoksunsunuzdur, problemin yönünü çevirecek noktada değilsinizdir. Haliyle, sadece durumu eleştirecek bir seyirde ve yerde kalırsınız. Eleştirdiğin şeyin yerine bir şey koyamıyorsan, bunun adı krizdir. Kriz nasıl aşılır? Yaratıcı eylemlerle. Ancak bu tür eylemsellikler çok nadir yaşandı.
Yaklaşık 10 bin çalışan kayyumlar eliyle işten atılmış durumda. Öyle bir absürtlük ki, Kızıltepe’de “hamsi festivali” düzenleyebiliyor kayyum. Diyarbakır’a Uşak’tan simit getirip yiyor. Bu farklı bir intikam süreci.
Seçim sonrası sokak röportajlarında HDP-Yeşil Sol seçmeninde, mealen, “Sen bizim gerçekliğimizi görmezsen sonuç bu olur” gibi vurgulara rastladık…
İşin bir yönü bu, bunu gözardı etmemeliyiz. Ama tamamı değil. Özellikle bahsettiğiniz seçmen kitlesinin bir “dava” inancı var. Karşılıksız bir beklenti ve destek durumu var. Günübirlik değişen bir siyasal hattan bahsedemiyoruz. Bu insanların “Beni dinlemediniz” demesinin bir anlamı var. Çünkü ne istediğini, ne talep ettiğini biliyor. Yaşamın kendisine dönük bir talebi var. Yoksa “Ben halkım, dediğim doğrudur”a indirgememek lâzım. Bunu başka bir düzen partisinin söylemesine şüpheyle yaklaşılabilir, ama Kürdistan’daki yaklaşımla arada bir fark var. O başka bir yerden bakıyor. “Benim sesimi duymalıydın” gibi kolektif bir söylem varsa buna kulak vermek gerekiyor.
“Devlet dönüştü” dediniz. Sizce devletin dönüşümü bugün hangi evrede? Bu değişim nasıl sürüyor?
“Devlet dönüştü” derken, bu dönüşümü devletin yeni bir devlet aklına sahip olmasına bağlıyorum. Devlet aklı klasik anlamda devletin davranışlarındaki düstur ve onun hareket etme yasasıdır. O anlamda eğer devletin hareket tarzı değiştiyse aklı da değişmiştir. “Devlet aklı” derken ayrıca bir akıllar toplamından bahsediyoruz. Onların bir aradalığı ile imgeler inşa edilir, değerler yaratılır ve ona göre bir politika yaratılır.
Devletin Makyavel’den bugüne üç temel yasası var: Virtù, fortuna ve necessità. Virtù, erdeme, yeteneğe, kapasiteye ve niteliğe atıf yapar. Fortuna tarihe, yani onun şans yönüne atıf yapar. Necessità ise devletin mecburiyetine işaret eder. En önemli yasa da budur.
Devletin 2015 sonrası Kürtlere karşı girdiği çok yönlü konseptin en bariz yönü yaslandığı bu “zorunluluk yasası”, bu yasadaki değişim ve dönüşümdür. Bir örnek verirsek, Bêrû isimli tiyatro oyunu 2020’de birçok ilde yasaklandı. Yasaklandığı yerlerden biri Urfa’ydı. Urfa Barosu buna itiraz etti: “Oyunu neden yasaklıyorsunuz, Dario Fo’nun meşhur bir oyunu, neredeyse kırk yıldır oynanan evrensel bir oyun” dedi. Yargıdan gelen cevap şuydu: “Devletin devamlılığı ve esası için bu oyunu yasakladık.”
Örnekler çoğaltılabilir. Mesela, cezaevlerindeki infaz yakmalar yeni rejimin kodları açısından derslerle dolu. Otuz yılını bitirip tekrar tutuklananlar oldu. “Pişman mısın?” diye sorulan ve “değilim” dediği için infazı yakılanlar artık sıradan haber değerinde. Geçenlerde sekiz anne cezaevlerindeki çocuklarına para yolladıkları için gözaltına alındı. Sadece “Tecrit var” dediği için gazeteci Merdan Yanardağ gözaltına alındı ve tutuklandı.
Devletin dönüşümündeki bir boyut da kent-kır ayrımı. Kentlere kapitalist şiddet ile yüklenirken, kırsal bölgelerde daha arkaik kodlarını devreye soktu. Adeta “İnce Memed”de Abdi Ağa, Mahmut Ağa ve Arif Saim Bey’in temsil ettikleri geri geldi. Koruculuk 90’lı yılların çok üstünde bir sayıya ulaşmış durumda.
Seçim sonuçlarını da işin içine katarsak, bugünkü tablo bize ne söylüyor?
Şu âna kadar sözünü ettiklerim görünür olan durumlar. Yaşananlar ışığında tespitlerse bir başka boyut. Madde madde gitmeye çalışacağım. Birincisi, 2015’ten bugüne yaşadığımız şey bir zaman değil, süre. Çünkü zaman ölçülebilir olandır, ayrımları ve kesintileri vardır. Fakat süre öyle değil. Bergson’a göre, süre yaşadığımız içsel deneyimin bir parçasıdır. Bireyin duygusal, zihinsel ve algısal deneyimlerini kapsayan aralıktır.
O anlamda bu kıyamet evresini zamandan çok bir süre olarak tanımlamanın doğru olduğunu düşünüyorum. Bu sürenin bizde yarattığı içsel deneyimlere bakarsak belki ne olduğunu daha iyi kavrayabiliriz. Bizde bir zaman çökmesi yaşandı. “Sekiz yıl geçti” diye bakmamak gerektiğini düşünüyorum bu yüzden.
İkincisi, cumhuriyetin ikinci yüzyılına katı bir inkârla girildi. Zaten bir amaç da buydu. Kürtlük ve Kürt sorununun olmadığı, sadece temsili düzeyde yer aldığı bir siyaset ya da yeni bir yapılanma arzusu var. Yeni Meclis’e baktığımızda, Kürtsüz bir siyasetin ve denklemin kurulabilir olduğu görülüyor. Kürt sorunu gri bir alana çekildi bugün. Bu sekiz yıl içinde geçmişi aşan bir inkâr için zemin yaratıldı. O anlamda bizim kavramlarımızın Sinan Oğan’da tecelli ediyor olması da önemli. Bir gasp var. Sinan Oğan “üçüncü yol” diyor örneğin.
Üçüncüsü, istisnalar olmakla beraber, 2015’e kadar Kürtlere yaklaşım daha çok “fiziksel”. Yani Kürtler bir şey yapar, devlet buna cevap verirdi. İlk hamleler genelde Kürtlerden geldi, devlet buna göre konumlanıp ya o hamleleri aştı ya da hamlelerin gerisinde kaldı.
2015’ten sonraysa devlet, “Ben bunların pes etmeme, teslim olmama halini kabul ediyorum. İdeolojik gücünü kıramıyorum. Bir şeye inanıyorlar ve arkasında duruyorlar. 56 belediye aldı, üstüne gittim, 102 belediyeye çıktılar. 36 vekildi şimdi 80’e çıktı. Barajı aşamıyordu, şimdi yüzde 15’lere geldi. O zaman yöntemi değiştireyim” dedi.
Cumhuriyetin ikinci yüzyılına katı bir inkârla girildi. Kürtlük ve Kürt sorununun olmadığı, sadece temsili düzeyde yer aldığı bir siyaset arzusu var. Yeni Meclis’e baktığımızda, Kürtsüz bir siyasetin ve denklemin kurulabilir olduğu görülüyor.
Bu yöntem de Kürtlere karşı “biyolojik” bir yaklaşımı içeriyor. Devletin artık Kürtler ve onların mücadelesine yaklaşım perspektifi yaptıkları şeyler için değil, oldukları şey için onlara yaklaşmak. Sadece Kürt olduğu için insanlar işten atıldı, insanlara silah sıkıldı. Cezaevlerinde Kürt politik tutsakların başlarına gelenlere bakın, sadece hak ihlâllerindeki keyfiyetin aldığı şekle bakın. Bu önemli bir evre bana kalırsa. Devlet net bir ayrıma gidiyor. İdeolojik süreçlere karşı biyolojik saldırı kalkan oldu.
Dördüncüsü, istem ve eylem ayrımı. Yahudi soykırımı üzerine çalışan yönetmen Claude Lanzmann, “Öldürmeyi istemekle öldürme eylemi arasında uçurum var” diyor. Buradaki öldürmeden kasıt direkt fiziki öldürme değil, onu siyasal, toplumsal, manevi olarak öldürme, yani yaşarken de öldürmek. Onu aşsız, işsiz bırakarak insanlıktan çıkarmak. İstem ile eylem arasına önemli bir fark koyuyor.
Bize uyarlarsak bunu, şimdiye kadarki süreç bir eylemdi, artık bir istem var. Örneğin, kayyum atama bir eylem değil, istem. Herkesin “terörist” ilan edilmesi, işten atılması, aç bırakılması, ülkesinden sürülmesi, cezaevlerine atılması… Tüm bunlar eylemden öte bir istem. “Irkçılığın bilinçdışı yanı, yıkıcılığı ya da adaletsizliği değil, ırkçı için keyif üretmesidir” diyor Todd McGowan. Burada bahsettiği şey ırkçı fantezidir. İstem meselesinin bir yönü de bu ırkçı fantazyadır.
Beşincisi, devletin kendi açısından dolaylı ya da dolaysız şekilde uyguladığı “ilahi şiddet”. Şiddet-hukuk döngüsü tamamen değişti. Bir şey olmaktan kaynaklı olarak karşıdakine uygulanan “ilahi” bir şiddet var. Tamamen yok etmek üzerine, sınırların tamamen ihlâl edildiği, her şeyin çıplaklaştırıldığı bir şiddet döngüsü var.
Altıncısı, şiddet bağlamına ek olarak, devletin ölümle kurduğu yeni ilişkisellik. Ölüm hali flulaştı. Fail hem belirsiz hem şeffaf hale geldi. İlk defa ölüye bu kadar derinlikli bir savaş açıldı. Devletin ulus devlet olma sürecindeki en yoğun süreç 1923-1938 arasıdır. Ağrı-Zilan katliamları, Dersim katliamı anlatılarında sıkça derelerin nasıl kana bulandığını, insanların nasıl toplu şekilde katledildiğini okuyoruz. Fakat bu yıllarda ölüm ile “uğraşma” hali yok. Yaptığı farklı şey lider pozisyonunda olanların mezarını kaybettirmek, Şêx Saîd, Seyit Rıza örneklerinde olduğu gibi.
Kürt siyaseti bir aktarım ve hikâye krizi yaşadı. Yeni bir hikâye yaratılamadı. Devletin dönüşümüne bir “süreç” olarak değil, “sonuç” olarak bakıldı. Bu dönüşüme klasik araçlarla, yöntemlerle ve söylemlerle yaklaşıldı. Devlet dönüşürken bizler dönüşmedik.
Devletin ölüme bakışında 2015 sonrası süreç ise çok daha farklı. Çünkü ölünün kendisine dönük bir savaş var. Öldürüyor, ama asıl mesele o zaman başlıyor. Gidip mezarı kazıp, ölüyü oradan çıkarıp başka yere taşıma başladı. Ölüyle, ölümle, ölüm sürecinin tümüyle bir didişme hali var. Bunu bir “lider” olana değil, sıradan gördüğü her bireye yaptı. Sistematik olarak gömmeye izin verilmedi. “Öldükten sonra da size rahat yok” demeye getiriyor.
Ailelerin çocuklarını yıkamasına dahi izin verilmeyen onlarca örnek yaşandı son sekiz yılda. Her şeye, her ölüm ritüeline müdahale oldu. Ölümlü bedenin kendisiyle uğraşmak tam olarak neye denk gelir, nasıl bir politikadır? “Nekro-siyaset” demek kurtarıyor mu, emin değilim. Gerçekten insanı lâl eden bir durum. Bunlar ağır toplumsal travmalara yol açtı. Bir toplumun yas tutamaması devletin toplumla kurduğu ilişkide farklı bir sosyolojiye işaret ediyor.
Yedincisi de Kürtler şahsında ilkel, hamaset ve hınç dolu bir milliyetçi çizginin HDP ve fikriyatının yerine tesisi arzulandı. Dar bir alana sıkışan, sadece kendini önceleyen, halklarla birlikte kolektif bir mücadele vermeyen bir çizgi arayışı var. Bu “demokratik ulus” kavramına da bir savaş halini gösteriyor. Tersten bakıldığında, Naif Bezwan’ın “Yeni İttihatçılık” dediği çerçeveyle içeriden uyumlu bir toplumsal regresyon hali.
Son olarak, kırk yıllık bir intikam kurgusu olarak kayyum rejimi. Kayyum olayının, özü itibarıyla, belediyelerle bir ilgisi yok. Kürtlerin değerlerine, kimliğine, kazanımlarına ideolojik bir saldırı esas olarak. Ergani’de bir köy yolundaki durakta yapılan emzirme odasını ilk iş olarak kapatan akıl ile gelir gelmez Batman’da mezarlıkları tahrip eden aklın gösterdiği üzere, beşikten mezara bir düşman hukuku var.
Son sekiz yıla bakarak, devletin bahsettiğiniz uygulama ve stratejileri onun açısından işe yarıyor mu sizce?
Kavram olarak devletin kendisine bakınca belki yaptığı şeyin amaç ve araca ne kadar hizmet ettiğini de kavramak mümkün. Devlet dediğimiz şey özü itibarıyla kurumsal ve zihni bir akıştır. Bir soyutlamadır, bir enerjidir, bir kapasitedir.
Savaşlar devletleri, devletler savaşları yapıyor, tarihsel olarak böyle olduğu biliniyor. Devleti böyle tanımladığımızda sorunun yanıtı ortaya çıkıyor. Devlet savaşa ihtiyaç duyuyor. Çünkü zorunluluk yasası gereği, işlevselliği uyarınca bunu yapmak zorunda. Bir sonuca vardı mı? Biçim olarak varıyor. Fakat biçim olarak varsa da öz olarak bu saatten sonra varamayacağını düşünüyorum.
“Biçim” ve “öz” ayrımını nasıl kuruyorsunuz?
Özden kastım, devletin yaratmaya çalıştığı ölüm, iş, yaşam korkusu. En uç hali de denedi, ama başaramadı, diz çöktüremedi. Kürtler ve onlara destek veren sağduyulu herkesi izole etmeye çalıştılar, büyük tehditlerle yaptırımlara gittiler. İnsanlar bu meselenin çok bariz bir şekilde haksızlık, adaletsizlik sorunu olduğuna, bunun çözülmesi gerektiğine iknalar. Devlet bu konuda milyonları ikna edemiyor. İkna edemediği için de bunu şiddet ve zor aygıtlarıyla yapmaya çalışıyor ve bu ters tepiyor. “Türkiye’nin ikinci yüzyılı” şafağında bu yöntemler bir yere kadar. Gene de yoğun ve yıkıcı bir savaş devam ediyor.
Bunca badireden, haksızlık, hukuksuzluktan sonra, halen insanların bir şekilde irade ortaya koyması öz olarak bu meselenin nerede sonuçlanacağını gösteriyor. Biçim olarak, yani seçimde örneğin, devlet hile hurdayla bir sonuca varıyor. Biçimsel halle bizde yaratmaya çalıştığı halet-i ruhiye yenilgi. Ama seçim sonuçları yenilgi değil, bir başarısızlık.
Savaş halinin devlet açısından önemli merkezlerinden biri Rojava. 2015’ten bugüne Rojava bu tabloda nerede duruyor?
Rojava 2015’ten bu yana dünyanın gündeminde. Türkiye’nin dış politikasındaki son on yıl, eksen kaymalarının en yoğun yaşandığı, dış politikanın diplomatik akıldan ayrıldığı, hukuku es geçen, günübirlik demeçlere indirgenen ve tahterevalli misali yükseliş ve düşüşlere sahne olduğu yıllar. Bunun etkilerini en fazla Rojava’da görüyoruz.
Neo-Osmanlıcı bir ideolojik bagaja eklemlenen hamaset tüm bünyeyi kaplayarak bağnazlığın, siyaset yerine siyaset dışılığın kutsanmasına yol açtı. Kürt siyaseti Rojava’da savaş ve inşayı bir arada deneyimledi. İnşa içinde diplomasi de ilk defa bu kadar yoğun kullanıldı. Devlet nihai olarak Rojava’da da bir Kürdistan Bölgesel Yönetimi ilişkisi, yani kendine bağımlı bir siyaset hayal ediyor.
Rojava ise Suriye içinde birlikte yaşamda, ama kendini yönetmekte ısrar ediyor. “Bunca kurum, kurumsallık ve bedelden sonra geri dönmem” diyor. Rojava’daki Kürt varlığı, Sarmaşık filmindeki Kürt imgesinin bir heyulaya dönüşmesine benzer şekilde, sarmaşık misali devletin güvenlik ve rıza doktrinini çevreliyor. Önümüzdeki yıllarda da burası özne olmaya devam edecek. Rojava hem kendini kuracak hem de oranın üzerinden kendine dönük başka bir kuruluş derdinde olan Türkiye siyasetini dönüştürmeye devam edecek.
Son söz?
Özellikle seçim sonrası ortaya çıkan tabloyu olumlu görüyorum. Çünkü yeni bir okuma gerçekliğini önümüze getiriyor. Bir kaos aralığı olur, o aralıkta ya kara deliğe düşersin ya da güçlenerek çıkarsın. Bu sürecin kendisi samimi bir şekilde kendini görmeyi, içe bakmayı sana hatırlatıyor ve dayatıyorsa, sen de bundan kaçmıyorsan, mutlaka bir sıçrama olacaktır.