Yirmi sene önce tahayyülü bile zordu. Bugün dünyanın en zengin on kişisinden beşi yeni teknoloji şirketlerinin patronları. Tekelci teknoloji şirketleri giderek devlet gibi davranıyor, yeni çağın sömürgeciliğinin önderleri haline geliyor. Dijital sömürgecilik nedir? Çeşitli coğrafyalarda bu sömürgeciliğe karşı ne gibi stratejiler geliştiriliyor? Sol yeni sömürgeciliğe karşı neler yapabilir? Yeniden I. Barcelona Düşünce Bienali’ne bağlanıyor, “Platform Capitalism” kitabının yazarı Nick Srnicek’i dinliyoruz.
Erken aşamasında olduğum bir rapor çalışmasından, dijital sömürgeciliğe karşı verilecek mücadelenin muhtemel izleklerinden bahsetmek istiyorum. Dijital sömürgeciliğe karşı devletlerin neler yapabileceğini gözler önüne sermek istiyorum. Devlet dışı faillerin muhtemel stratejilerini şimdilik değerlendirme dışı bırakıyorum.
Dijital sömürgeciliğin veçheleri
Dijital sömürgeciliğin tanımı henüz net değil. Genel olarak, yabancı şirketlerin teknolojik altyapı ve veri üzerindeki hâkimiyeti anlamına geliyor. Şu anda dijital sömürgeciliğin itici gücünü veriler için yapılan sürek avı oluşturuyor. Veri, güncel dijital ekonominin en önemli hammaddesi. Dünyada halihazırda yapılan anlaşmalara baktığımızda, gelişmekte olan ülke ekonomilerinin veri kaynaklarının ele geçirildiğini görüyoruz.
Öte yandan, teknoloji şirketleri sadece altyapıları ele geçirmekle kalmayıp bizatihi devletin işlevlerini üstlenmeye başladıkları için dijital sömürgecilik daha can yakıcı bir sorun haline geliyor. Hiç abartıya kaçmadan, Facebook 21. yüzyılın kamusal alanı olarak tarif edilebilir. Google fiiliyatta dünyanın bilgisine ulaşmanın anahtarını elinde tutuyor. Her iki şirket de çevrimiçi dijital kimliklerin ana kaynağı konumunda. Bu konumlarını pekiştirmek için ellerinden geleni artlarına koymuyorlar.
Sömürgeciliğin bir yüzü buysa, diğer yüzü de teknolojik donanımın arz zincirini kontrol altına alması. Örneğin, yeni teknolojilerin önemli hammaddelerinden koltanın büyük çoğunluğu Demokratik Kongo Cumhuriyeti’ndeki madenlerde köle işçiler eliyle çıkarılıyor. Çoğunluğu Afrika’dan elde edilen hammaddeler, Çin ve Doğu Asya’da ucuz emek tarafından yeni teknoloji ürünlerine dönüştürülüyor. Öyleyse, Lenin’in pratik sorusunu soralım: “Ne yapmalı?”
2007-2015 arasında en zengin 500 firmaya uygulanan etkin vergi oranlarına baktığımızda şunu görüyoruz: Teknoloji firmaları diğerlerinden çok daha az vergi veriyor.
Minimalist yaklaşımın açmazı
Sorunun ilk muhtemel cevabını, bugünlerde oldukça popüler iki fikirden mürekkep “minimalist yaklaşım” diye tanımlayabiliriz. Minimalist yaklaşım uyarınca, dijital sömürgecilik yumuşak düzenlemeler ve vergilerle dizginlenebilir. Yumuşak düzenlemelerden kasıt, Google gibi dev firmaların etik meseleleri ciddiyetle ele alıp etik kodlara riayet etmesi. Epey naif bir beklenti olduğunu söylemeye gerek var mı? Vergi düzenlemeleri açısından da benzer bir durum söz konusu.
2007-2015 arasında en zengin 500 firmaya uygulanan etkin vergi oranlarına baktığımızda şunu görüyoruz: Teknoloji firmaları diğerlerinden çok daha az vergi veriyor. Bunda gayri maddi ürünler pazarlamalarının küçümsenemeyecek bir payı var. En büyük teknoloji firmalarının genel merkezlerinin ABD’de konuşlandığı da hesaba katıldığında, diğer ülkelerin yeni teknolojileri vergilendirmelerinin zorluğu daha rahat anlaşılıyor. Bu tablo, Trump’ın zenginler listesinin başındaki Amazon’un sahibi Jeff Bezos’tan yakınmasına neden olsa da, aslında ortada sadece kapitalist kıskançlıktan kaynaklı bir çekememezlik var. Trump zımnen Bezos’un kendisinden çok daha başarılı bir kapitalist olduğunu teslim ediyor.
AB Komisyonu da “ne yapmalı” sorusuna çeşitli vergilendirme stratejileriyle cevap vermeye çalışıyor. Bu stratejilerin en kayda değeri, kâr yerine gelirleri vergilendirmek. Angela Merkel şimdilerde verilerin vergilendirmesinden bahsediyor. Jeremy Corbyn, dev teknoloji firmalarının vergilendirilmesi gerekliliğini dile getiriyor. Küresel Güney’in parçası ülkeler de dijital sektörün vergilendirilmesini talep ediyor. Bunların en meşhuru Uganda’da yürürlüğe giren sosyal medya vergisi. Ülkede kullanıcılar internete girdikleri her gün için cüzi bir vergi ödemekle mükellef. Elbette bu uygulamanın en garip yanı, teknoloji firmaları yerine kullanıcıları vergilendirmesi. Uganda’da bu vergiye karşı yapılan devasa gösteriler korkunç bir şiddetle bastırıldı.
Tüm bunların yanısıra, minimalist yaklaşımla ilgili daha büyük bir sorun mevcut: Jeff Bezos (112 miyar dolar) ve benzerlerinin hızla göğeren kişisel servetleriyle ilgili herhangi bir düzenleme söz konusu edilmiyor. Aslında bu grupta yer alan yeni zenginlere şu mesaj veriliyor: “Ne halt yiyorsanız ona devam edin, ancak arada bize biraz kırıntı verin.” Kısıtlı vergilendirme stratejileri dijital ekonominin iktidar yapısına dokunmaktan imtina ediyor. Sömürgeciliği bertaraf etmek için çok yetersiz bir hamle.
Uganda’da sosyal medya vergisi uyarınca kullanıcılar internete girdikleri her gün için vergi ödemekle mükellef. Uygulamanın en garip yanı, teknoloji firmaları yerine kullanıcıları vergilendirmesi. Bu vergiye karşı yapılan devasa gösteriler korkunç bir şiddetle bastırıldı.
Avrupa’nın stratejisi
Avrupa’nın “ne yapmalı” sorusuna kendince bir cevap hazırlığında olduğunu gözlemlemiyoruz. Küresel Güney de Avrupa’nın cevabını kısmen sahipleniyor. Bu cevabın çerçevesini veri paylaşımı, rekabet politikaları, veri taşınabilirliği, müşterek işletim ve bazı vakalarda kişisel veri pazarları çiziyor büyük ölçüde. Bu görüşe tipik bir örnek olarak tekelci teknoloji firmalarına verilerini rakipleriyle paylaşmaları için çağrıda bulunan Alman Sosyal Demokat Partisi lideri Andrea Nahles’i gösterebiliriz. Bu çağrının arkasındaki mantık şu: Eğer veri yeni algoritmalar geliştirmek için hammadde niteliği taşıyorsa, veri paylaşımı haksız rekabeti önleyecektir. Böylece tekelleşme eğilimlerinin engellenebileceği varsayılıyor.
Benzer düşüncelerin elektronik ödeme şirketi Paytm’in sahibi Hintli milyarder Vijay Shekhar Sharma tarafından dile getirilmesi de şaşırtıcı değil. Başta Facebook olmak üzere, yeni teknoloji tekellerini, 17. yüzyıldan 19. yüzyıla sömürgeciliğin öncülüğünü yapan Doğu Hindistan Şirketi’ne (East India Company) benzeten Sharma, Hindistan hükümetini tekelci şirketlerin ülkede faaliyet göstermesine izin verdiği için eleştiriyor.
Küresel Güney’in yerel teknoloji firmaları ABD ve Çin’in dev şirketlerine karşı seslerini giderek yükseltiyor. Örneğin Hintli yerel firmalar kurdukları Indiatech adlı lobi grubu üzerinden Hindistan hükümetine baskı yapıyor. Dolayısıyla, Avrupa’nın muhtemel stratejisi yavaş yavaş küresel Güney’e de yayılmaya başlıyor.
AB’de, 25 Mayıs 2018’de, Veri Korunmasına Dair Genel Talimatname (GDPR) yürürlüğe girdi. Talimatname serbest rekabet adına veri taşınabilirliğinin ve müşterek işletimin önünü açmayı hedefliyor.
Avrupa’nın öngördüğü uygulamalar arasında belki de en tehlikelisi kişisel veri pazarı. Bu sene yayınlanan Radical Markets: Uprooting Capitalism and Democracy for a Just Society (Radikal Pazarlar: Kapitalizmi Lağvetmek ve Adil bir Toplum için Demokrasi) adlı kitapta savunusu yapılan bu uygulamaya karşı solun acilen karşı argüman geliştirmesi gerekiyor. Bu uygulama hayata geçerse, insanlar kişisel verileri için belli bir ücret alacak. Şimdi gelin kişisel veri pazarıyla ilgili sorunları sıralayalım.
Minimalist yaklaşım yeni zenginlere şu mesajı veriyor: “Ne halt yiyorsanız ona devam edin, ancak arada bize biraz kırıntı verin.” Kısıtlı vergilendirme stratejileri dijital ekonominin iktidar yapısını değiştirmekten imtina ediyor.
Kişisel veri pazarı ve ürkütücü sonuçları
Her şeyden önce, yeni teknolojiler kişisel düzeyde faaliyet göstermiyor. Financial Times’ın paylaştığı bir uygulamaya demografik ve kişisel verilerinizi girip verilerinizin maddi değerini öğrenebiliyorsunuz. Benimki 14 cent çıktı. Bu salondakilerin de üç aşağı beş yukarı bu kadar ettiğini varsaymak pek yanlış olmaz. Kısacası, dijital piyasa kişisel verilerin faaliyet düzeyinde büyük bir değer üretmiyor.
İkincisi, kişisel veri pazarı beraberinde devasa bir bürokrasi yaratmaya teşne. Şahsi verilerimizin hangi mecralarda kullanılıp kullanılmayacağına her gün belli bir süre ayırmak zorunda kalabiliriz. Bu da muazzam bir zaman kaybı anlamına geliyor.
Üçüncüsü, belki de en vahimi, kişisel veri pazarı davranışlarımızı metalaştıracak, böylece mahremiyet bir hak olmaktan çıkıp zenginlerin bir ayrıcalığı haline gelecek. Kişisel veri pazarının tetikleyeceği muhtemel yapıyı öngörmek zor değil. Eğer bu pazardan makûl bir gelir elde etmeyi gerçekten becerebilirseniz, tüm hayatınız en ince ayrıntısına kadar gözetlenecek. Bu da zaten artmakta olan gelir adaletsizliğini katmerlendirecek, zenginler mahremiyetlerini satın alabilirken, bizler kendi hayatlarımızı dikizletip satmakla iştigal edeceğiz.
Avrupa stratejisi ve küresel Güney
Öte yandan, kişisel veri pazarıyla ilgili bu ürkütücü fikri bir yana koyarsak, Avrupa stratejisinin dijital tekellerin iktidarını azaltmak, pazarda yeni alternatifler yaratmak ve kullanıcılara bir nebze özgürlük tanımak açısından işe yarayabileceğini düşünüyorum. Ancak, benzer stratejilerin küresel Güney’de uygulanması epey zor gözüküyor. Çünkü bu uygulamaların hemen tamamı küresel ticaret anlaşmalarını ihlâl edecek. Çok ciddi bir uluslararası çatışma yaşanmadan Avrupa’nın öngördüğü stratejilerin küresel Güney’de hayata geçirilmeleri imkânsız.
Avrupa stratejisinin sınırlarını liberal kapitalist bir tahayyülün çizdiğini de eklemek lâzım. Aslında demeye getirilen şu: “Teknoloji devi firmalar yeteri kadar kapitalist değiller. Rekabete dayalı daha sağlıklı bir kapitalist çerçeve çizersek sorunu çözeriz.”
Kişisel veri pazarı davranışlarımızı metalaştıracak, mahremiyet bir hak olmaktan çıkıp zenginlerin bir ayrıcalığı haline gelecek. Eğer bu pazardan makûl bir gelir elde etmeyi gerçekten becerebilirseniz, tüm hayatınız en ince ayrıntısına kadar gözetlenecek.
Ulusal Veri Fonu
Peki, biz sosyalistler ne yapmalıyız? Yeni teknolojilerle ilgili stratejimizin genel hatları ne olmalı? ABD’nin tekelci, Avrupa’nın rekabetçi kapitalizminden başka bir seçenek mümkün mü?
İlkin, çekincelerim bulunsa da, bizi bir ölçüde ileriye taşıyabilecek Ulusal Veri Fonu’ndan (UVF) bahsetmek istiyorum. Bu fikir doğrultusunda vatandaşların verileri bir araya getirilebilir ve verilere ulaşım demokratik yöntemlerle sağlanabilir. Örneğin, İngiltere’de Ulusal Sağlık Sistemi’nin (NHS) elindeki tıbbi bilgiler Google firmasına çok yüksek bir fiyata satılırken, kanser araştırmaları yapan tıpçılara bedelsiz verilebilir.
Tüm veriler sıkı güvenlik önlemleri altında anonim bir şekilde korunduğu gibi, insanlar kolektif verilerinin nasıl kullanılacağına birlikte karar verebilir. Üzerine, bu verilerden elde edilecek kârdan makûl bir gelir de elde edebilirler. Tüm bunlara ek olarak, bireylere kendi verileri üzerinde denetim hakkı tesis edilebilir. En önemli kişisel verilerinin UVF’ye aktarılıp aktarılmayacağı kişinin onayına bağlı hale getirilebilir.
Bir adım ileri gidelim. Eğer gerçekten endişeleniyorsanız, verilerinizin hangi kurum ya da firmayla paylaşılıp paylaşılmayacağına da karar verebilirsiniz. Kişisel verilerin kullanımına bireyler karar verse de UVF’nin mülkiyeti kolektif olabilir. UVF’nin ilginç ve etkileyici bir sonucu da bizlere teknoloji firmalarını cezalandırma imkânı tanıması. Örneğin Facebook’un verilerimizi kötü niyetlere alet ettiğini öğrendik. Firmayı ânında, kolektif bir şekilde verilerimize ulaşmaktan men edebiliriz.
Ulusal Veri Fonu’nda tüm veriler sıkı güvenlik önlemleri altında anonim bir şekilde korunduğu gibi, insanlar kolektif verilerinin nasıl kullanılacağına birlikte karar verebilir. Bu verilerden elde edilecek kârdan makûl bir gelir de elde edebilirler.
Ulusal Veri Fonu’nun kısıtları
UVF’nin bazı kısıtları ve sorunları bulunduğunu da tespit etmek lâzım. Özellikle de küresel Güney söz konusu olduğunda. Latin Amerika ya da Afrika’yı düşünelim. Eğer belli bir ekonomi hammadde ihracına aşırı bağımlıysa genelde ne yaşanıyor? Birçok vakada gördüğümüz üzere, hammadde ihracı tüm ekonomiye şamil hale geliyor. Bu da tüm sisteme yayılan bir yozlaşma yaratıyor.
Örneğin, belli bir yerelde mücadele verenler yerel yönetime sol bir oluşumu getiriyor. Ancak hammadde ihracı ekonomiyi ele geçirdiği ölçüde, kapitalistler yereldeki arzuları harekete geçirerek, kapitalist paylaşım ilişkileri tesis ederek, yeri geldiğinde yerel toplulukları yerlerinden yurtlarından edip çevre felaketleri yaratarak ekonominin gereklerini yerine getiriyor.
Verinin ekonomik değeri söz konusu olduğunda da benzer bir senaryonun ortaya çıkması muhtemel. Ekonominin genel eğiliminin giderek vatandaşların kişisel verilerini denetlemek ve ihraç etmek haline geldiğini hayal edelim. UVF’nin ülkenin temel gelir kaynaklarından biri haline gelmesiyle sistemin baskıcı yapısı su yüzüne çıkacaktır.
Dolayısıyla, UVF’den kerameti kendinden menkul, ilerici bir seçenek olarak bahsedemeyiz. Bu sistemin yarattığı gelir sömürgeciliğin bir parçası haline gelip yolsuzluk ağlarında kullanabilir. Bazı ülkeler ham veriye dayalı ekonomiye hapsolabilir. Halihazırda Zimbabve’de yaşananlar buna iyi bir örnek. Zimbabve hükümeti vatandaşlarının yüz tanıma verilerini Çinli CloudWalk şirketine satıyor. Aynı firma, kuvvetle muhtemel, yeni teknoloji ürünlerini daha fazla hammadde karşılığında Zimbabve’ye yüksek fiyatlara pazarlayacak.
UVF’nin olumlu sonuçlar verebilmesinin önşartı demokratik yöntemlerle işletilmesi. Bunun anayasadan başlayarak tüm hukuki ve idari yapıya içkin hale getirilmesi gerekiyor. Demokratik kontrol kurulmazsa sömürgeciliğe giden yol ete kemiğe bürünüyor.
Avrupa stratejisinin sınırlarını liberal kapitalist bir tahayyül çiziyor. Aslında demeye getirilen şu: “Teknoloji devleri yeteri kadar kapitalist değil. Rekabete dayalı daha sağlıklı bir kapitalist çerçeve çizersek sorunu çözeriz.”
Kolektif proje ihtiyacı
Her şeyden öte, UVF başarılı bir şekilde tatbik edilse dahi, küresel şirketlerin tekelci yapısı varlığını koruyacak. Peki bu tekeli kırmak için ne yapabiliriz? Çin ve belki de Hindistan hariç, küresel Güney’de herhangi bir ülkenin bu sorunla tek başına başetmesi neredeyse imkânsız. O yüzden de yeni bir kolektif projeye ihtiyacımız var.
Bu projeye Bağımsızlar Hareketi’nin 1970’lerde hazırladığı, Bretton Woods’a alternatif, Yeni Uluslararası İktisadi Düzen (NIEO) planı ilham kaynağı olabilir. Plan dünya ekonomisindeki rolleri küresel güneyin lehine yeniden kurguluyordu. Bu büyük planın içine Yeni Uluslararası Enformasyon Düzeni’ni ekleyebiliriz.
1970’lerdeki taleplerin hepsinin günümüzde de geçerli ve uygulanabilir olması gerçekten çok çarpıcı. Enformasyon akışı, verinin kimin tarafından hangi amaçla üretildiği, ortaya çıkardığı değerin denetimi NIEO’da da ele alınmıştı. Bu meseleler günümüzde de önemini koruyor.
Küresel Güney’in teknoloji tekelini kırmasının, Avrupa’nın vazettiği rekabet kapitalizminden uzak durmasının yegâne ihtimali, 1970’lerdekine benzer, kolektif bir proje ve strateji geliştirmekten geçiyor. Bu da asgaride dijital bağımsızlığın elde edilmesini gerektiriyor.
Dijital bağımsızlık illa da kendi kendine yeterlilik anlamına gelmez. Asgaride tekelci firmalara bağımlı olmamak anlamına gelir. Bu da dijital küresel müştereklere duyulan ihtiyaca işaret ediyor. Özellikle de fikri mülkiyet söz konusu olduğunda, milliyetçiliği ve zamane teknoloji peygamberlerini aşacak bir sistem kurmalıyız. Bu yeni sistem veri ve altyapının kolektif mülkiyetine dayanmalı. Böyle bir plan hayata geçirilebilirse, internetten sadece bir avuç şirket ve devlete değil, herkese fayda sağlayan küresel bir kamu kaynağı diye söz edebiliriz.