EXPRESS MÜZİK DOLABI’NDA 2018

31 Aralık 2018
SATIRBAŞLARI

Express dergisinin Müzik Dolabı sayfaları bu yıl da dünya müziğinin nabzını tutmaya devam etti. Elbette kendi zevki, kulağı, muhaberatı ölçüsünde. Tabii bu sayfalardan kimler geldi kimler geçti, ama bazıları albüm yazılarına dökülebildi. Bu yazılardan ve albümlerden sırasız ilk 10’umuz aşağıda. 2019’da da radarlarımız açık, muhabbetimiz bol olsun.
 

DİRENİŞ TÜRKÜLERİ

Marc Ribot – Songs of Resistance 1942-2018

Protest şarkılardan oluşan bir albüm çıkarmak Marc Ribot’nun aklında yıllardır varmış meğerse: “Wall Street’i İşgal Et eylemleri sırasında, polisin gelip bizi dağıtacağına dair bir söylenti çıkmıştı. Sabahın erken saatleriydi ve insanlar şarkı söylemeye ihtiyaç duyuyorlardı. Tom Petty’nin ‘I Won’t Back Down’ını mırıldanmaya başladılar, ama sözler duruma pek de uymuyordu. Bu beni biraz kızdırmıştı. Tarihimiz tam da orada söyleyecek şarkılarla doluydu, ama kimsenin onlardan haberi yoktu.” O günün ardından Ribot’nun tüm o şarkıların peşine düştüğü bir dönem başlamış. Donald Trump’ın başkan seçilmesi ise elimizdeki plağın yapılmasını bir zaruret haline getirmiş: “Trump ve onun mensubu olduğu hareket alarmı çaldırdı. Yaşamımın büyük bölümünü yurtdışındaki turnelerde geçirirken bir enternasyonalist haline gelmiştim. Onun bize özgü bir fenomen olmadığının farkındayım ve eğer olan bitenle hesaplaşmazsak, onlar bizimle hesaplaşmaya başlayacak.”

Dünya politik şarkıları dev bir külliyat oluşturuyor elbette. Belli ki bu yüzden, Ribot İtalya, Meksika ve Birleşik Devletler gibi üç coğrafya ve daha kısa bir zaman dilimiyle sınırlamış kendini… Ama en renkli dostlarını bir araya getirip seçimlerini çeşnileriyle tatlandırmayı, bu arada daha önemlisi, eskilerin izinden giden yepyeni şarkılar yazarak bizzat tarihe katkıda bulunmayı da ihmal etmemiş.

Songs of Resistance’ın başlama vuruşunu “We Are Soldiers in the Army” adlı gospel, rock ve bir caz saksofonuyla hemhâl olarak yapıyor. Fay Victor’lu bu açılışın ardından, Tom Waits hüzünlü bir “Bella Ciao” yorumuyla bizi karşılıyor. Üçüncü şarkıysa, Steve Earl’ün sesinden albümün ilk orijinal yapıtı, klasik bir country olarak başlayıp baş döndürücü bir rock marşına dönen “Srinivas”. Şarkı, 2017 Şubat’ında Kansas’ta, Müslüman oldukları zannedildiği için öldürülen iki Hintli arkadaş, Srinivas Kuchibhotla ile Alok Madasani hakkında: “Bir manyak tetiği çekti / Donald Trump silahı doldurdu…” Sam Amidon ve Fay Victor işbirliğiyle dinlediğimiz “How to Walk in Freedom”dan sonra gelen parçaysa Meksika’dan “Rata de dos Patas”. Ya da bizim dilimizle: İki Bacaklı Fare. “Pis fare / Sürüngen / Yüz karası / Aşağılık ucube / İnsan değilsin sen / Cehennem zebanisi / Allahın cezası haşarat.” Tüm bu hakaretler İspanyolca ediliyor, ama muhatabı Trump, Ohene Cornelius’un İngilizce rap’iyle önceden bilgilendiriliyor. Takipçisiyse İtalya’dan bir diğer partizan şarkısı “Fischia II Vento”nun (Rüzgar Uğuldar) çevreci ve bosna nova bir yorumu oluyor: “The Militant Ecologist”. Onu, Pete Seeger’ın anti-Vietnam şarkısı “Waist Deep in the Big Muddy”nin muadili –cayır cayır elektro gitarlarıyla yakan– “The Big Fool” izliyor. Joan Baez’den de dinlediğimiz ünlü “Ain’t Gonna Let Nobody Turn Me Round”un kızkardeşi “Ain’t Gonna Let Them Turn Us Round”dan sonraysa sıra funky “John Brown”a geliyor: “John Bown için deli derlerdi.” (Hatırlayalım, Bob Dylan’ın da adına şarkı yaptığı Brown, Amerikan İç Savaşı’ndan önce köleliğin kaldırılması için isyanlar başlatmış beyaz bir papazdı.) Albüm, Syd Straw’lu çok sıkı bir folk şarkısı olan “Knock That Statue Down” ve ABD’deki siyah hareketinin simge isimlerinden Bertha Gober’in yazdığı “We’ll Never Turn Back” ile (yardımcı pilotlar Justin Vivian Bond ve Domeniva Fossati) sona eriyor.

Bu şahane şarkılar eylemlerde dillere düşer mi, bilinmez ama, Marc Ribot başta, tüm müzisyenlerin evladiyelik bir işe imza attıkları kesin. Ayrıca albümün tüm geliri, Trump politikalarına karşı yerel örgütlenmelere öncülük eden Indivisible Project organizasyonuna aktırılacakmış. İLKER AKSOY

 

AVANGARD GÖBEK HAVALARI

Xylouris WhiteMother

Xylouris White, George Xylouris ile Jim White’ın grubu, Mother ise daimi prodüktörleri Guy Picciotto ile kaydettikleri üçüncü albümün adı… Picciotto’yu efsanevi hardcore ekibi Fugazi’den, Avustralyalı Jim White’ı ise grubu Dirty Three ile Nick Cave, PJ Harvey, Will Oldham ya da Cat Power gibi isimlerin arkasında yaptığı davul mesailerinden hatırlamak kolay. Oysa bu üç ismin bize en yakını George Xylouris… Zira kendisi, hemen biraz aşağımızdan, Girit’ten olmanın yanısıra, Yunanistan’ın en önemli müzisyenleri arasında…

Kuşaklar boyu müzisyen olan bir aile Xylouris’ler. George’un amcası Nikos Xylouris, Girit müziğinin gelmiş geçmiş en büyük temsilcilerinden biri kabul edilirken, Yunanistan’daki cunta döneminde muhalefetin simgelerindendi. “Yorgo”nun babası Psarantonis’in de kardeşinden aşağı kalan bir şöhreti yok. Zaten Xylouris ve White’ın tanışmaları, Melbourne’de Nick Cave’in küratörlüğünü yaptığı bir festivalde, onun arkasında çalmalarına dek gidiyor.

Şimdi, albüme geri dönecek olursak: 2014 tarihli Goats’u ya da ondan iki sene sonra çıkan Black Peak’i dinlemişliğiniz yoksa, şu kadar tariften sonra, bu trionun nasıl bir iş çıkaracağı muamma olabilirdi… Ama hiç değil… Şarkı isimlerinin İngilizce olduğuna bakmayın. Anogialı Kadın ve Ninni gibi iki anonim eseri yeniden yorumlayıp Girit ve Yunan müziğinin en güzel örneklerini bestelemiş ve en güzeli Yunanca söylemişler: George Xylouris’in lavtasını, lirini, mandolinini elektro gitar sertliğinde kullandığı, Jim White’ın davuluyla binbir ses yarattığı, yoğun, atmosferik, caza kaçan, dinledikçe aklımıza Nekropsi’yi düşüren bu “rock”, bir yandan alabildiğine avangard, bir yandan da bize göbek attıracak kadar tanıdık. İLKER AKSOY

 

MOTOWN HAYALETİ

The Go! Team – Semicircle

2004’te Thunder, Lightning, Strike ile yüksek temposu, birden fazla davulu, üst üste binmiş birbirine benzemez vokalleri, hiphop ritmleri, punk gitarları, sayısız efektiyle adeta katman katman üzerimize saldıran, ama melodileri ve bu karışımdan beklenmeyecek armonisiyle bir yandan da kucaklayan Brighton merkezli The Go! Team beşinci uzunçalarıyla geri döndü. Üç yıl önceki albüm The Scene Between, grubun beyni olarak bildiğimiz Ian Parton’ın (neredeyse) solosu idi ve grubu özel kılan iki önemli çekirdek üye, vokalist Ninja ve gitarist Sam Dook’un geri dönüşü de bir diğer güzel haber oldu. Grubun müziği yaratış şekli grup içi deneylere dayanmıyor, daha ziyade Parton’ın aylar süren sample araştırmaları, bulunan sample’lar üzerine yaptığı denemeleri ve her bir enstrüman için yaptığı ön hazırlıklarla, işi icra bölümüne kadar tek başına getirmesinden dolayı küçük detaylar haricinde değişmeyen sound’u yine yerli yerinde. Bu albüme özel ekstralar ise trombonlar, trompetler, bando ruhu ve çocuk korosu. Kaydın deforme edilmiş davullarının gürültüsü aşılıp müziğin özüne indiğimizde, o koro için  seyahat ettiği Detroit’te selamlaştığı Motown’ın hayaleti görünür vaziyette. Tabii bu buluşmanın önünde, davullar dışında, kaynağı dört-beş farklı müzik türünde doğan nehirlerin aynı anda aynı noktada birleştiği bir de ses denizi var. Spotify’da yayınladıkları Go! Team Favourites listesinde bulunan Fugazi, Curtis Mayfield, Yo La Tengo, Brian Eno gibi isimlerden ilham kaynaklarını ve paletlerindeki renklerin bolluğunu anlamak mümkün ama… Grubun müziğini oluşturan sayısız parçayı birleştirirken çoklukla senkronu kasıtlı olarak kaçırmasından ve performansı tahmin edilebilir bir kilise korosu yerine çocukların enerjisine başvurmasından anlaşılan  kusursuzluğa uzak durma çabasına rağmen bu birleşimden nasıl oluyor da bir karmaşa değil, zenginlik doğuyor? Cevabı tek bilen Parton olsa gerek, 14 yıldır onun açtığı bu  kulvara giren görülmedi. Semicircle, kimselere benzememekle övgüye layık bulunan The Go! Team’in değişmiyor olmakla eleştirilmek pahasına bu özelliğini korumaya devam kararında ısrar ettiği, kalite olarak çok değerli ilk albümüne en yakın olduğu kaydı. UTKU TOY

 

İMTİYAZLARI SORGULAMAK

Tune-YardsI Can Feel You Creep into My Private Life

2006’dan beri Tune-Yards projesini yürüten Merrill Garbus, yeni albümü öncesinde altı ay boyunca mevcut toplumsal adaletsizlik içinde beyaz tenli biri olarak yaşamanın ayrıcalıklarına odaklanan bir meditasyon atölyesine katılmış. Hafife almak mümkün, ancak bu deneyim Garbus’un kafasını şu sıralar nelere yorduğuna dair fikir verici. Garbus, bir önceki kaydı Nikki Nack’in çocuksu ve oyunbaz ses füzyonuyla epey övgü alsa da, “Rocking Chair” parçasında yaptığı siyahi vokal taklidi ile kültürel temellük cephesinde bazı kaşları kaldırmıştı. I Can Feel You Creep into My Private Life ise Garbus’un zaaflarıyla yüzleştiği, toplum içinde işgal ettiği yere dair bildiklerini sorguladığı bir kayıt. Müzisyen cevaplardan ziyade sorularla geliyor, ayrımcılığın beyazların üstün olduğu bir toplumda beyaz bir kadını nasıl etkilediği, kendini masum addedip olan biteni izlemenin bir nevi işbirlikçilik olup olmadığı sualleri üzerine kafa yoruyor. Bütün bunları imtiyazlı olduğunun bilinciyle didaktik olmaktan kaçınıp öz şüphe noktasından yaptığı için ikna edici bir ton tutturmayı da başarıyor. Garbus bir gecede aydınlanmış değil, geçmişte “My Country” örneğinde olduğu gibi vatanperver bir Amerikan şarkısını ters çevirip memleketinin baskıcı tarihine dair kelamlar etmişti. Yeni uzunçaların farkı “ABC 123” ve “Coast to Coast” örneklerinde olduğu gibi ırk, sınıf ve toplumsal cinsiyet konumlarından kaynaklanan ayrıcalıkları, devletlerin hayatlarımız üzerindeki röntgenci müdahalelerini, iklim değişikliği gibi yakıcı meseleleri her an sözlerine yansıtma çabası. Garbus, “Look at Your Hands”de şiddetin tohumlarını gündelik ilişkilerde arıyor, eylemlerimizin başkalarının hayatları üzerindeki örtülü etkilerine dikkat çekiyor. “Colonizer”, “Beyaz kadın sesimi Afrikalı erkeklerle yaptığım seyahatlerin öykülerini anlatmak için kullanıyorum” sözlerini barındırıyor, müzisyen iğneyi de çuvaldızı da kendine batırıyor, “sesinde kanın kokusunu hissediyor”. Albüm boyunca en çok duyduğumuz kelime “özgürlük” belki de. İç hesaplaşma olmadan özgürlük de olmuyor ve albüm kapanışında ikamet eden “Free” “Bana özgür olduğumu söyleme / Ben zaten özgürüm” diyor. İşitsel olaraksa Tune-Yards müziğindeki alışıldık folk, rock, funk, caz, R&B ve Afrobeat etkilerinin daha da berrak ve dans edilebilir bir karışımı var önümüzde. Eski ortak, bas gitarist Nate Brenner’ın grubun resmi üyesi olmasıyla boşluklar dolmuş, Garbus’un radyo ve DJ’lik deneyimlerinin yansıması ile sadece kafayı değil, bedeni de hareket ettiren bir iş ortaya çıkmış. Böylesine kutuplaşmış, gerçekle yalanın, doğruyla yanlışın mütemadiyen çarpıtıldığı bir dünyada atlamak olmaz. YİĞİT ATILGAN

 

HİPHOP SİSTEMİNDE DELİK

Kali Uchis – Isolation

Gerçek bir dip hareketi olarak yükselişe başlayan muhalif siyah müziğinin tamamen metaya dönüştüğü, gerçeğinin yerini paketlenmiş bir temsiline bıraktığı günleri yaşıyoruz. Sadece müzik değil, sinemayla da desteklenen, özün paramparça edildiği topyekûn bir istilaya benziyor bu. Baskıya karşı gerçekleştirilen başkaldırıyı anlatan ve izleyicisini nostaljik olmaktan öteye gitmeyen bir başarmışlık hissiyle kutsayan Straight Outta Compton, yapımcısını 180 milyon dolar daha zenginleştirdi. Black Panther’dan bir blockbuster çıkması başlı başına bir hikâyeyken, bir de Kendrick Lamar’ın (bir pop müzisyenine verilen ilk) Pulitzer müzik ödülünü alması, en azından şüphe uyandırıcı. Aynı radyo pop yıldızlarının dayatılması gibi tamamen yukarıdan aşağıya gerçekleşen tahakkümün daha az maddi getirisi olan alternatif piyasayı da kontrol eder hale gelmesi, endüstrinin paketleme tesisi dışından gelecek gerçek birine rastlamayı imkânsız hale getirebilir.

Bir yanda umutsuzluk varsa, diğer yanda umut var. Kolombiya kökenli Amerikalı Karly-Marina Loaiza, bildiğimiz adıyla Kali Uchis, sistemde her zaman bir delik açılabileceğine dair o umudun bir temsilcisi. Lise yıllarında ev kurallarına uymadığı için babasından gördüğü reste restle yanıt verip evden ayrıldığı, gündüz okuluna giderken geceleri AVM otoparklarında arabasında uyuduğu günlerde ihtiyacı olan parayı, evden ayrılırken bagajına doldurduğu kendi tasarımı kıyafetleri, okulun bilgisayar laboratuarında yaptığı videoları satarak kazanmış. Eve geri dönüşü sonrası odasında yaptığı müziği de aynı niyetle (karnını doyurmak) internet üzerinden dağıtınca zincirleme reaksiyon başlıyor. Bu mixtape’e Tyler, The Creator’ın gösterdiği ilgi ve destekle 2015’te Por Vida EP’si çıkıyor, o vasıtayla Damon Albarn’ın dikkatini çekerek Gorillaz albümlerinin uzun ve saygın konuk listesine 2017’de girmeyi tamamen kendi sesi, saf yeteneği, görsel vizyonu ve müzikal yaratıcılığıyla başarıyor.

Nisanda gelen ilk albüm Isolation, o vizyonun ve fabrikasyon olmayan, tamamen Uchis’in kesip biçtiği imajın listelerin zirvesine oynayıp oynayamacağını gösterecek. Çünkü önümüzde dünya çapında ilgi görebilecek yakalayıcı bir dans pop albümü var. Bossa nova, reggaeton, funk, soul ve r&b ile detaylandırılmış, bu detayların yakın dönemin değerli prodüksiyon ekipleri Dap Kings, Sounwave, BadBadNotGood ve önemli müzik akılları Thundercat, Damon Albarn, Kevin Parker (Tame Impala), Dave Sitek (TV on the Radio) gibi isimlerin yardımıyla işlendiği, zenginliğiyle parlayan bir pop albümü. Uchis’in yönetmenlik deneyimleriyle kazandığı, elindeki malzemeyi tek bir çatı altında, ortak bir vizyon etrafında birleştirebilme yeteneğinin sonucu olarak “single’lar toplaması” olmaktan kendini kurtarabilen Isolation, garsonluk yaparken aldığı çıplaklık içeren bir müzik videosunda oynama teklifine verdiği “Kanye olabilecekken neden Kim olayım?” cevabı, en dar kamusal alan olarak iki kişilik ilişki üzerinden sorduğu “Sana gücü verirsem, zorba olacak mısın?” sorusu, çalışma saatleri ve şartlarına isyanı belgeleyen “Dişleriniz boynumda” sözleriyle, derinlikli olmasa da zorlama olmayan, içten gelen, doğal bir politik duruşa sahip. Hayallerine ulaşabilmek için çalışmak, vazgeçmemek, güçlü kalabilmek üzerine yazdığı naif, ama kendi hikâyesinin gerçekliğiyle anlam kazanan şarkılarıyla Uchis aşağıdan yukarıya bir devrim gerçekleştiriyor değil elbette, ama kişisel bir başarı hikâyesinin kalıplarını aşan, daha geniş bir alanı dolduruyor. UTKU TOY

 

KIZKARDEŞLERİN DİSKOSU

Tracey Thorn – Record

Tracey Thorn deyince, her ne kadar ‘80’lerin başında kurulmuş olsa da özellikle 1994’ün Amplified Heart albümüyle, “Missing”iyle, Thorn’un Massive Attack’e sunduğu vokallerle birlikte trip hop’un altın çağı, bugünden bakınca “eski iyi zamanlar” geliyor akla. Beşinci solo albümü Record, hem şarkıların içeriği ve sırasıyla, hem de duru, sakin, klas disco sound’uyla hikâyenin en başından bugüne getiriyor dinleyeni. Kraliçe gibi geçen bir çocukluktan gitara heveslenen bir yeniyetmeye, bir yandan bebek büyütürken dans pistlerinden ödün vermeyen bir yetişkin kadına dönüşmesinin izini süren şarkılar bunlar. Bir yandan beş sene önce yayınladığı hatıratı Bedsit Disco Queen’in şarkı formunda temize çekilmiş hali, bir yandan da New Statesman’deki yazıları gibi kızkardeşlik dayanışmasını yücelten, patriyarkayla sürekli hesaplaşan, doğum kontrol haplarından sosyal medyaya türlü konulara girip çıkan baladlar, dans beat’leri, kişisel ve feminizan marşlar… Her halükârda, teypte dönüp durdukça, insanın ruh haletini yükselten şarkılar… MERVE EROL

 

“QUEER SPRINGSTEEN”

Ezra Furman – Transangelic Exodus

“2001 ya da 2002’ydi. Punk rock’a bayılan bir ergendim. Ve pek çok ergen gibi küçük dünyamı çevreleyen sınırların zayıflığının farkında olsam da, onları nasıl kırıp geçeceğimle ilgili fikrim yoktu… Günlerden birinde hoşlandığım kız ehliyet aldı ve beni mahallede dolaştırmaya çıkardı. Müzik dinleyip bela aramaktan başka yapacak işimizin olmadığı o bildik gecelerden biriydi. Arabada alçak sesle bir şarkı çalıyordu. Sözleri ansızın ilgimi çekmişti: ‘Kız o güzelim müzikle dans etmeye başladı / Bilirsin, hayatı rock’n’roll tarafından kurtarılmıştı.”

Ezra Furman’a teybin sesini açtırıp hayatını değiştiren şarkı Velvet Underground’dan “Rock & Roll”du… O kadar çok sevmişti ki duyduğu şeyi, Loaded’ı defalarca döndürmekle kalmadı, o gün bugündür o arabadan da inmedi. Gaza bastı, gidebildiği kadar gitti, aradan yıllar geçti: Violent Femmes’ların, Decemberists’lerin, Bright Eyes’ların, Clap Your Hands Say Yeah’lerin yanına konuşlanıp pop’a çalan o mükemmel müziğini ve biseksüel eğilimlerini keşfetti. Son albümü Transangelic Exodus’un kapağında bir otomobilin içinde olması rastlantı değil anlayacağınız… Gerçi o kız çoktan gitmiş, yerine kanatlı yepyeni aşkı gelmiş. Masal bu ya, meğerse insanlar ameliyatla kendilerini meleğe çevirebilirlermiş, ama bu iş, toplum tarafından hastalıklı ve kanunsuz sayılırmış. Furman, meleğe dönüşen erkek arkadaşıyla kanundan kaçışlarını anlatıyor bu macera dolu konsept albümde. Bazen umutsuz, “Tanrıya inanırım, ama bundan kurtulabileceğimizi hiç zannetmiyorum”, çokça neşeli: “Sadece tek kural var, diğerlerini tanımam / Aşkın kanunlarına tabiyim ben / Daha hızlı sür hadi.” Ama her daim takmış takıştırmış, sürmüş sürüştürmüş, çok renkli bir kaçış bu: Çünkü, ne de olsa özgürlüğe doğru! İLKER AKSOY

 

KARANLIK KIRLARDA AMAZONLAR

Neko Case – Hell-On

Sylvia Robinson, Eliane Radigue, Delia Derbyshire gibi müzik tarihinde hikâyeleri anlatılmayan öncü kadın prodüktörlerin sayılarının hiç de az olmadığını gören ve misyonunu bu isimleri görünür, bilinir hale getirmek olarak belirleyen kolektif WomanProducer, 2016’nın ekim ayında Brooklyn’de bir panel düzenlemişti. Panelin konuşmacıları arasında Cibo Matto’dan Miho Hatori ve Zola Jesus’ın yanında Neko Case de bulunuyordu. Geçtiğimiz ay yayınlanan yeni albümünün temelleri de muhtemelen o gün atıldı. Bugüne kadar her albümünde prodüksiyona ortak olmasına rağmen ilk kez bu albümünde bu titr isminin yanında yerini aldı, hem de yeni bir sıralamayla: Prodüktör, şarkı yazarı, müzisyen. Yirmi yılı aşan solo kariyerinde ilk kez beş yıl boyunca sessiz kalan Case’in, bu süre zarfında parçası olduğu projelerin etkisini hissettiren Hell-On’un katılımcısı da bol. Mark Lanegan ve Eric Bachmann’ın misafir vokalleri, uzun süredir birlikte çalıştığı New Pornographers’ın çoklu vokalinin albümün içine nasıl sızdığının göstergesi. Bu etkinin bir diğer kaynağı da 2016’da k.d. Lang ve Laura Veirs ile birlikte yayınladığı, bir başyapıt olmasa da gönüllerimizde yer etmiş case/lang/veirs uzunçaları. Diğer tarafta ise her şey yerli yerinde. Müzisyenin ilk günden beri etrafında gezindiği, insanın doğa karşısındaki konumu ve kendi doğasının kırılganlığı gibi beşeri meseleler ve yaşam öyküsüyle harmanlanmış içgörülerinin karşılıklı yansımalarıyla ortaya çıkardığı kimi zaman hassas, kimi zaman provokatif, ama samimiyetinden şüphe duyulmayacak hikâyeler. Bu hikâyelerin başında da “Curse of the I-5 Corridor” geliyor. Kendini yargılar gibi görünse de, başkalarının belirlediği şartlarda yapılan kişisel hatalarla kavgayı bırakıp iç barışa yöneldiği şarkının tonları, albümün genel havasına dair de bir ipucu. Country-noir, Case’in müziğini tanımlamak için en sık (ve yerinde) kullanılan tabir, solo albümlerinin tamamının atmosferini açıklamanın da en kolay yolu. Albümün tamamına sirayet eden diğer bir tema ise, matriarkal veya en azından eşitlikçi toplumsal yapıya duyulan özlem. Case’in albüm tanıtımları için verdiği her röportajda bahsini açıp işaret ettiği, tarihçi Adrienne Mayor’ın The Amazons: Lives and Legends of Warrior Women Across the Ancient World (Amazonlar: Antik Dünyada Savaşçı Kadınların Hayatları ve Efsaneleri) kitabında, yapılan DNA testleriyle ortaya koyulan, Ukrayna, Türkiye, Çin, Moğolistan ve hatta Afrika’yı kapsayan geniş coğrafyada, savaşlarda hayatını kaybeden atlı savaşçıların yüzde otuzunun kadın olduğu bilgisinin açtığı kapı. Kitaplarda yazılmayanları Halls of Sarah ve Winnie vesilesiyle tarihe not düşüyor. Neko Case’in müziğini kolaymış gibi gösteren sadelik, folk’un zamansız anlatımı üzerinden vücut buluyor, bu albümü diğerlerinden daha iyi olmasa da farklı kılan ise mekânsızlık. Bir seyyahın değil, bir evsizin mekânsızlığı. UTKU TOY

 

SİNEMATİK KAOS

Julia Holter Aviary

“Albüm lal hissettiğim bir dönemin seslerini keşif çabası. Delirmiş ve gürültücü bir dünyada yaşıyoruz, çok fazla şey oluyor ve kelimeler kifayetsiz.” Los Angeles sakini besteci Julia Holter’ın beşinci stüdyo albümü ismini Beyrutlu yazar Etel Adnan’ın bir öyküsünde geçen bir cümleden almış: “Kendimi çığlık çığlığa kuşlarla dolu bir kuşhanede buldum.” Kuşlar çok eskilerden beri belleğin simgesi, hatıralar tıpkı kuşlar gibi bazen göz alıcı, bazen gevezelikleriyle boğucu. Ebeveynleri tarihçi olan Holter bugün ile geleceğin geçmiş tarafından yoğrulduğunu çoktan öğrenmiş olsa gerek. İlk kayıtları Tragedy ve Ekstasis’te klasik edebi eserlere sıkça göndermede bulunan müzisyen, yaptığı işi, geçmişe ait farklı yerler ve zamanlardan topladığı edebi ve işitsel metinleri müziği aracılığıyla kaydetme süreci olarak tanımlamakta. Cinnet ve kargaşanın baskınlaştığı günümüzde tuttuğu müzikal zabıtlarla olan bitene bir anlam vermeye çalışıyor Holter ve müzik onun ellerinde bir empati vasıtasına, gittikçe parçalara ayrılan bir dünyada tekrar yekvücut hissedebilme yöntemine dönüşüyor. 90 dakikaya yayılan 15 şarkıdan müteşekkil Aviary hiç kolay bir dinleme değil. Açılışındaki öforik “Turn The Light On” misafirperver davransa da, geleneksel yapıları reddeden ve içgüdülerini takip eden kimliğiyle dinleyiciye kolay çözümler sunmuyor. “Whether” ve “Les Jeux To You” gibi marşlaşabilecek şarkılar da mevcut, ancak Holter dokunduğu her şeyi kaotik hale getirmeye meyilli. Avant-pop’a kaydığı Loud City Song ve örtüyü daha da kaldırdığı Have You In My Wilderness albümlerinin aksine, dinleyicinin hep bir adım önünde gidip bilinç akışı deneyleriyle kaybolmuşluk hissi yaratan Aviary, tekil şarkıların muvakkat ödülleriyle değil, sabırla tecrübe edilecek bütünsel bir kavrayışla algılanması gereken bir kayıt. Ziller yankılanır, yaylılar şahlanır, davullar zangırdar ve synth’ler köpürürken hasıl olan ses külçesinin içinde yolumuzu ancak iki nefesliyle eserlere melodi hissi üfleyebilen Holter’ın vokali sayesinde bulabiliyoruz. “Colligere” ve “Worlds I Heard”ün neoklasik denemeleri “Everyday Is An Emergency” ve “Chiatius”un bilinçli kakofonisine karışırken yaratıcının merak ve şaşkınlık güdüleri dinleyiciye de yansıyor. Holter yine oyunbaz, sadece oyun anlayışı herkesten farklı. “I Shall Love 2”nun kapanış zirvesi geldiğinde müthiş bir film sahnesi izliyor gibi hissediyoruz; Aviary uzunluğuyla, hülyalı haliyle, dramasıyla ve gerilimiyle “sinematik” sıfatına çok yakışıyor. Holter aslında pek değişmedi, çapraşık sesleri hazmedilir hale getirmekte hep mahirdi, sadece artık ihtiraslarını hayata geçirebilmek için çok daha özgür. Tıpkı kuşlar gibi. YİĞİT ATILGAN

 

AJİTASYON, SABOTAJ, ÖZYIKIM

Death Grips – Year Of The Snitch

Davulcu Zach Hill, kayıt mühendisi Andy Morin ve mikrofon üstadı MC Ride, altı sene kadar önce Sacramento’da bir araya gelip The Money Store albümünü yayınladıkları andan itibaren agresif, protest ve kaotik tavırlarıyla ünleri yayıldı. Gürültü müziği ve hiphop’tan doneler toplayıp punk tavrıyla bir araya getiren oluşum, aynı sene No Love Deep Web ismiyle modern hayatın paranoyasını yansıtan karanlık bir albümle ellerini çabuk tuttu. Death Grips, albümlerini bir torrent sitesinden yayınlayıp plak şirketleriyle papaz olmalarından tutun, tüm ekipmanlarının parçalanmasına varan konserlere kadar vukuatlı bir grup. Bu konser mevzuu önemli, zira Hill’in ellerde kelepçeyle çalmayı da kapsayan ekstrem icra teknikleri, MC Ride’ın amennasız vokal performansı ve Morin’in vahşi synth katkılarıyla grubun şöhretinin yayılmasının önemli bir unsuru. Björk ile paslaşmalardan şeytanın aklına gelmeyecek pazarlama stratejilerine gündem yaratmayı iyi bilen üçlü, 2013’te Government Plates isimli daha elektronik tınılı bir kayıt sonrası 2014’te de The Powers That B ile ses verdi. Tam bu esnada, kendilerinden bekleneceği gibi bir sosyal medya notuyla zirvedeyken varlıklarına son verdiklerini duyurdular. Ve yine kendilerinden bekleneceği gibi, bir sene sonra aniden hiçbir şey olmamış gibi Bottomless Pit ile geri döndüler. Bu senenin mahsulü Year Of The Snitch böylesine aykırı bir diskografinin en zorlayıcı albümü niteliğinde. Açılıştaki “Death Grips Are Online”ın ilk saniyesinden itibaren köpekleri salıveriyorlar, shoegaze gitarları ile 90’lar referanslı rave ritm örgüleri kakofonik bir ahenk sunuyor. Bombardıman albüm boyunca kesilmiyor, elleri yüze kapatıp parmakların arasından bir korku filmi izler gibi dinliyoruz albümü. Detone synth’ler ve sirk orglarının çatısını çattığı çamur gibi bir prodüksiyonun içinden saldırıya odaklı bir estetik sızıyor, bir yenilik olarak turntable’ın eski Death Grips albümlerinden seçtiği alıntılar kayda özgönderimsel bir kimlik katıyor. “Black Paint” ve “Shitshow” gibi parçalardaki hardcore/grindcore gitarları bu hesaplı kaosun ortasında sığındığımız referans noktalarını da tuzla buz ediyor. Kayıtta işaret edilebilecek bir zayıf karın şarkı sözlerinin bir yere bağlanmaması. MC Ride’ın kasvetli ruh haletini mimleyen bölük pörçük sözlerden bir izlek üretmek zor, ama Death Grips her zaman politik olmaktan ziyade ajite bir gruptu. Kendini bu kadar sabote etmeye çalışan bir grubun bu kadar albüme ulaşmış olması tuhaf. Belki kendilerini feshettikten sonra geri dönmemeli, müzik tarihine nihilist bir çentik atıp tükenmeliydiler. Lâkin şikâyetimiz yok, Death Grips müziği hâlâ lezzetli, ana akımın han kapılarını zorlayan bir koçbaşı. YİĞİT ATILGAN

  

^