KADINA YÖNELİK ŞİDDETLE MÜCADELE VE FEMİNİZMİN YOL HARİTASI –I

Söyleşi: Tuba Çameli
23 Kasım 2020
SATIRBAŞLARI

25 Kasım Kadına Yönelik Şiddetle Uluslararası Mücadele ve Dayanışma Günü pandemi ortamının namüsait şartlarına rağmen dünyanın dört bir yanında etkinliklere, eylemlere sahne oluyor. 25 Kasım aynı zamanda bir muhasebe vesilesi: Kadın hareketi ne durumda, feminizmin yol haritası ne olmalı? 17 ülkede kadına yönelik şiddeti araştıran ve Sınır Tanımayan Şiddet kitabında bir araya getiren Eşitlik İçin Kadın Platformu (EŞİK) üyesi Yakın Ertürk’ü dinliyoruz.
Las Tesis (Santiago, Kasım 2019)

15 Ekim’de EŞİK Platformu’nun düzenlediği çevrimiçi foruma İstanbul Sözleşmesi’ni imzalayan, ama onaylamayan Bulgaristan ve Macaristan’dan, çekince ile onaylayan Hırvatistan’dan, Türkiye gibi sözleşmeden çekilmeyi tartışan Polonya’dan da katılımlar oldu. Başlıklardan biri iktidarların “aile elden gidiyor” gerekçesiyle İstanbul Sözleşmesi’ni hedef almasıydı. Farklı ülkeler, farklı iktidarlar konu kadının insan hakları olduğunda nasıl ortaklaşabiliyor?

Yakın Ertürk: Farklı ülke iktidarlarının kadının insan hakları konusundaki ortak duruşlarına “medeniyetler ittifakı” diyebiliriz… 1995’te, Pekin’deki Dördüncü DünyaKadın Konferansı’nda da, Vatikan ve İslâmcı gruplar toplumsal cinsiyet kavramı ve kadının üreme haklarına karşı ortak bir cephe oluşturmuşlardı. BM Genel Kurulu 2000’deki Pekin + 5 özel oturumuna gelindiğinde, BM koridorlarında cüppeli, sarıklı adamlar terör estirdi. Buna rağmen, Pekin + 5’i iyi kötü bir mutabakat metniyle bitirebildik, zira müzakere sıralarında cinsiyet eşitliğini onaylayan yeterince hükümet temsilcisi vardı. Fakat takip eden yıllarda, Pekin sürecini değerlendirmek için her beş yılda bir düzenlenen özel oturumlarda gerici ittifak genişleyerek, kadın haklarını ileriye götürecek yeni standart oluşumunun önünü tıkadı. Bu nedenle, özel oturumların sonunda hükümetler mevcut belgeleri onaylamakla yetindiler. Neoliberal gereksinim ve yükselen muhafazakârlık kadın doğurganlığını, anneliği ve aile kurumunun korunmasını tekrar siyasi bir proje haline getirdi. Muhafazakârlaşmanın somut göstergesi İnsan Hakları Konseyi bünyesinde 2014’ten bu yana “aileyi koruma” kararı ve her yıl bu kararın kabul ediliyor olması. Bugün, insan hakları savunucuları yeni bir metin üzerinde müzakere sürecine yanaşmıyor, çünkü gerici gruplar artık sadece koridorlarda değil hükümetler arası kurullarda, devlet koltuklarında. Özetle bugün gerici ataerkil erk, “medeniyet ittifakı” ulusal ve uluslararası düzeyde tüm gücüyle kadın haklarına karşı savaş açmış durumda.

“Medeniyetler ittifakı”nı oluşturan ülkelerin ortak özellikleri neler?

Uzun yıllar BM Kadına Yönelik Şiddet Özel Raportörlüğü, Kadının İlerlemesi Bölümü (DAW) Başkanlığı yapan Prof. Dr. Yakın Ertürk Avrupa İşkenceyi İzleme Komitesi (CPT) üyesi, İltica ve Göç Araştırma Merkezi (IGAM) kurucularından.

Son 30 yıldır haklar alanındaki kazanımlarımızın yükselen sağ popülizm ve neoliberal ekonominin kuşatması altında olması küresel bir olgu. Demokratik kurumların erozyona uğraması, devletlerin insan haklarına olan taahhütlerinin zayıflaması, militarizmin baskınlaşması, anti-göçmen politikalarının, ırkçılığın, İslâmafobinin yayılması ve kadınlara, LGBTQ kişilere karşı saldırganlığın artması günümüz siyasi tablosunun yaygın özellikleri. Sağ popülist parti ve güç odaklarının öncelikli hedefleri, “toplumsal cinsiyet” ve “cinsler arası eşitlik” gibi ilkeler ve bunlara normatif çerçeve sunan evrensel insan hakları sözleşmeleri. İstanbul Sözleşmesi’ne yapılan saldırılar çok taraflı –multilateral– sisteme karşı da bir saldırı.

Türkiye örneğinde, 1970’li yıllardan beri yükselişte olan İslâmcı sağ hareket cumhuriyeti ve değerlerini –örneğin, laiklik, medeni kanun– hedef almıştı. Bugün, ilerici çevreleri sindirme operasyonu, devlet kurumlarının da desteğini arkasına alan daha geniş ve örgütlü sağ koalisyon tarafından tüm kurumlara –akademi, medya, hukuk– nüfuz edilerek yürütülüyor, bu bağlamda feminist hareket son halkayı oluşturuyor. Kadın haklarına saldırıyı birkaç kendini bilmez lümpenin işi olarak göremeyiz, sorun cumhuriyet değerlerinin, hukuk devletinin ve uluslararası hukuk yükümlülüklerinin tasfiyesi girişiminin bir parçası. “Kutsal aile”nin korunması, dolayısıyla da, kadının bedeni ve emeği üzerindeki denetim, ataerkil sağ popülist projenin can damarı.

İyi haber şu ki, kazanımlara karşı tehdit, kürtaj yasakları, artan cinsel taciz ve şiddet karşısında feminizmin, etkisini yitirdiği batı toplumlarında dahi, tekrar canlanma ve küresel bir kitle hareketine dönüşme potansiyeli güçleniyor. Yani, diyalektik işbaşında!

“Medeniyet ittifakının” sıkı sıkıya sarıldığı “aile” kadına şiddetin kaynağı. Kadınları en yakınlarındaki erkekler öldürüyor. Ataerkinin yeniden üretildiği aile ile şiddet arasındaki ilişki nasıl okunmalı?

Ataerkinin köklerine bakarsak, artı değerle birlikte kurumsallaştığını ve kadının, erkek soyunun ve mülkiyetinin taşıyıcısı haline geldiğini görüyoruz. Ataerkinin üreme ve üretim süreçlerinin denetiminde baskın ve şiddet içerikli bir model olarak evrensel unsurlar taşıdığını kabul etmek yanlış olmaz.

Aile insan türünün devamını sağlayan üretim ve üreme faaliyetlerinin nasıl örgütleneceği, kimin denetiminde olacağı konuları gerek kadın-erkek, gerekse sınıf ilişkilerinin özünü oluşturur. Dolayısıyla, ailenin denetimi hem devlet açısından hem de eril güç açısından önem taşır. İlk telaffuz edilişi 16. yüzyıla dayanan “ev / yuva erkeğin kalesidir” (home is a man’s castle) sözü, bu anlayışı yansıtan anlam yüklü bir deyim. Kadınlar açısından ise baskının bir kaynağı olarak görülen aile kurumu, eşitsizliğe karşı bir mücadele alanı olmuştur. Eduardo Galeano’nun da dediği gibi “Aile geleneği terör kültürünü devam ettirir; itaatsizliği cezalandırmak ve özgürlüğü ehlileştirmek için kadını aşağılar, çocuklara yalan söylemeyi öğretir ve korku belasını yayar. İnsan hakları evde başlamalı.

İyi haber şu ki, kazanımlara karşı tehdit, kürtaj yasakları, artan taciz ve şiddet karşısında feminizmin, tekrar canlanma ve küresel bir kitle hareketine dönüşme potansiyeli güçleniyor. Diyalektik işbaşında!

Öte yandan, uzunca bir süre üreme ilişkilerini üretim ilişkilerinden kopuk görme eğilimi, geleneksel yapıların çözülmesiyle ataerkil ilişkilerin de yok olacağı düşünüldü. Hatta, kadın emeğinin sömürülmesi açısından, kapitalizm ve ataerkillik arasında derin bir gerilim olduğu ve kapitalizmin yayılmasıyla, geleneksel sosyal formasyonlarla birlikte ataerkil düzenin de yıkılacağı, tasfiye olacağı öngörüldü. Bu olmadı, modern ve geleneksel karşıtlığının bir mit olduğu ortaya çıktı. Ataerki toplumsal cinsiyet eşitliğinde en yüksek standartlara sahip ülkelerde dahi devam ediyor, kadın doğurganlığı ve ücretsiz emeğiyle “özel alana” tekrar geri çekilmek isteniyor.

Unutulmamalı, ekonomik sömürü ile cinsel sömürü birbiriyle ilişkili maddi temel üzerinde inşa edilmiştir. Üretim ve yeniden üretimin toplumsal kurgulanışı çelişkili unsurları barındıran ve tarihsel çeşitlilik gösteren dinamik bir süreç. Her ne kadar, sosyo-ekonomik dönüşümler ve kadınların bireysel ve kolektif direnişlerinin etkisiyle geleneksel ataerkil sistemde önemli kırılmalar –hatta dönüşümler– yaşanmışsa da, cinsiyet merkezli işbölümüne dayalı yapılanmalar süreklilik kazandı ve toplumların ataerkil karakteri şekil değiştirerek de olsa kendisini yeniden üretti.

Pandemiyle yaşanan kapanış ve kısıtlamalar ailenin cinsiyet merkezli işbölümüne dayalı yapısını nasıl etkiledi?

Özellikle orta sınıf kariyer sahibi kadınlar bakım yükümlülüklerinden, cinsiyet eşitliği sağlandığı için değil, dışarıdan hizmet temin edebildikleri için “kurtulmuşlardı”. Pandemi nedeniyle kapatılan pek çok formel ve enformel sektörün ve ağların sağladığı ertelenemez nitelikteki hizmet ve destek (çocuk bakımı ve eğitimi, temizlik, yemek hazırlamak, hasta bakımı vb.) aile kurumuna yöneldi. Bu dönemde yapılan araştırmalar, evden çalışan erkeklerin de bakım işlerini artan oranda paylaştıklarını gösteriyor. Ancak, bu yapısal anlamda cinsiyete dayalı işbölümünün değişmediği gerçeğini değiştirmiyor, kadınlar bakım işlerinin asıl sorumlusu olmaya devam ediyor.

Gündelik yaşamın belkemiğini oluşturan formel ve enformel mekanizmalar çöktüğünde ya da sosyal hizmetlerin kamusal yükünü hafifletme ihtiyacını karşılamada kadınların maliyetsiz ve gönüllü işgücü, gerek devlet baba gerekse evdeki baba için vazgeçilmesi zor bir “nimet”. Bu nedenle, “kutsal aile”nin devamlılığı, piyasanın ucuz ve güvencesiz iş gücü talebini ve evdeki ücretsiz bakım hizmetlerini karşılamada kadın emeği garanti altına alınır. Pandemi bizi bu gerçekle bir kez daha karşı karşıya getirdi ve şimdiye kadarki kazanımlarımızın ne denli kırılgan olduğunu gösterdi.



Pandemi kadına şiddeti de artırdı. Günde en az üç kadın şiddete maruz kalıyor, kayboluyor, tecavüze uğruyor, bıçaklanıyor. Siz bu süreçte “şiddet paradoksu” kavramını ortaya attınız. Şiddet paradoksu nedir, ataerkil restorasyonla nasıl bir ilişkisi var?

Kadına şiddetle mücadele siyasa konusu haline gelip önlemler alınmaya başlayınca, şiddet vakalarında artış gözlemlenir, “şiddet paradoksu” kavramı bu artışa dikkat çeker ve olası sebepleri konusunda bazı ipuçları verir. Bu artışı iki açıdan anlamak mümkün.

Birincisi, devlet şiddetle mücadelede daha fazla önlem aldıkça –yasaları değiştirme, korumayı arttırma, sivil toplum kuruluşlarına hizmet sunumları için destek sağlama, raporlama ve kayıt sistemini geliştirme gibi– şiddet düzeylerinde yükseliş görülür, çünkü en baştaki bildirim tabanı çok düşüktür. Bu mutlak bir artış olmayıp şiddetin tanımlanıp kayda geçmesiyle ilgilidir. Bu durum kadınlara karşı şiddete gösterilen hoşgörünün sorgulanması ve kadınların korunma ve tazminat hakları olduğunu kavramaları bakımından bir başarı göstergesi sayılır. Türkiye’de kadına yönelik şiddet olgusu karşısında reddiyeci tavır takınan ve İstanbul Sözleşmesi’ne karşı bayrak açanlar tezlerini güçlendirmek için İsveç, Norveç gibi ülkelerdeki şiddet düzeylerini örnek gösteriyor. Oysa, bu ülkeler kalıcı yasa, kurum ve önlemleri alan ülkeler. Kadınları susturan ve muhalif seslere, taleplere karşı kamusal alanı gittikçe daraltan bizim gibi ülkelerde, mevcut şiddet verilerinin, şiddetle başarılı mücadele sürdürmüş olan ülkelere kıyasla daha düşük olması doğal. Türkiye’de hâlâ sistematik ve periyodik olarak tekrarlanan şiddet istatistikleri bulunmuyor. Var olan veriler gerçeğin çok altında. “Kol kırılır, yen içinde kalır” ilkesi şiddet vakalarını perdelemeye devam eden güçlü bir ideoloji. Özellikle yüksek eğitimli, üst sosyal sınıflardan kadınların suskunluğunu kırmak oldukça zor.

Galeano’nun da dediği gibi, “Aile geleneği terör kültürünü devam ettirir; itaatsizliği cezalandırmak ve özgürlüğü ehlileştirmek için kadını aşağılar, çocuklara yalan söylemeyi öğretir ve korku belasını yayar. İnsan hakları evde başlamalı.

“Şiddet paradoksu”nun ikinci boyutu ise mutlak anlamdaki bir artışa işaret ediyor. Kadınların eşitlik bilinci geliştirmeleri ve kendilerine biçilen toplumsal konuma ve onu sürdürebilir kılan baskıya rıza göstermeyip karşı gelmeleri ataerkil erkekliği temelden sarsmaya başlar, istikrarsızlaştırır. Kadının miras hakkı ve ekonomik bağımsızlığı, kendi bedenlerine sahip çıkmaları ve devletin sunduğu koruyucu önlemler –sığınma evi gibi– ataerkil gücü en derinden tehdit eden gelişmeler. Bu bağlamda, Medeni Kanun reformunda “hane reisi” kavramının çıkartılması, mülkiyet rejiminde kadının ücretsiz emeğinin görünür kılınması, ceza kanununda ise cinsel suçların kadının beden bütünlüğüne yönelik suçlar olarak yeniden düzenlenmesi ataerkil cinsiyet rejiminine yönelen bir meydan okuma. Bu gelişmelere karşı şimdi ataerkiyi restore edebilmek için devlet politikalarında muhafazakâr, baskıcı bir kayma yaşanıyor ve buna paralel eril şiddet tırmanışa geçmiş durumda. Türkiye’de İstanbul Sözleşmesi bağlamında yaşanan mizojinist söylem ve eylemleri, kadın hareketinin özgürlük mücadelesi sonucu elde ettiği normatif ve kurumsal kazanımların tetiklediği bir karşı atak olarak görmeliyiz.

Türkiye’de cumhuriyet reformlarının kadınlara sunduğu medeni haklar karşısında ataerki farklı direniş stratejileri geliştirdi ve kadınların bu haklarından yararlanmalarını engellemeye çalıştı. Nüfusu Müslüman çoğunluğa sahip ülkeler içinde tek eşit miras hukukuna sahip olan Türkiye’de kadınlar yıllarca miras haklarından feragat etmeleri için baskıya maruz kaldı ya da mülkün ailede kalması için akraba evliliklerlerine zorlandı. Ancak, son 30-40 yılda, kadınların gittikçe genişleyen eşitlik bilinci artık miras hakkının gaspına olanak vermiyor ve ataerkide büyük bir gedik açıldı. İstanbul Sözleşmesi, nüfus planlaması, kürtaj gibi alanlardaki düzenlemeler kadınlar için hayati önem taşıyor ve eşitlik bilincinin artmasıyla kadınlar kitlesel olarak bu haklarına sahip çıkacaklar. Kadın haklarına örgütlü karşı çıkışın temelinde bunun yarattığı korku var.

Küresel olarak, kadının üreme hakları –özellikle kürtaj–, yani kadının kendi bedeni üzerindeki hakimiyeti, kadın haklarına yönelik saldırıların başında geliyor. Geçtiğimiz haftalarda, BM’de, kürtaj karşıtı bir bildirge ABD yönetiminin başını çektiği 32 devlet tarafından imzalandı. Klasik anlamda “ulusal bağımsızlık” vurgusu da yapan bu bildirgenin imzacıları ya otoriter rejimler ya da istikrarsız- işlevsizleşmiş diye nitelendirilen devletlerden oluşuyor. ABD başkanlık seçimlerinin arifesinde imzalanan bu metin üreme hakları üzerindeki yasakların ABD dış politikasında daha merkezi bir yer işgal edeceğinin de habercisi.

8 Mart 2019; Taksim, Gece Yürüyüşü

Jack Holland’ın Mizojini: Dünyanın En Eski Önyargısı –Kadından Nefretin Evrensel Tarihi adlı kitabında dediği gibi, “İnsanlar, tekerleği bulmadan çok önce mizojiniyi buldular ve bu çok eski buluş hâlâ pek çok kadını tutsak ediyor.” Kadın nefreti, düşmanlığı şiddetin kök nedenlerinden biri diyebilir miyiz?

Cinsiyetçi ayrımcılığının ve ideolojinin merkezinde yer alan mizojini alay, pornografi, aşağılama, şiddet gibi farklı araçlarla kadını itibarsızlaştırarak ve terörize ederek erkek egemenliğini sürdürmeyi amaçlar. Mizojini bütün kadınlara yönelik bir nefret durumu olmayabilir; daha çok erkeğin üstün konumunu tehdit eden, eşitlik bilinci geliştirmiş kadınlara yönelik bir tepkidir. İyi kadın-kötü kadın ayrımı yaparak ikincilerin cezalandırılmasını öngörür. Ataerkil cinsiyet rejiminde erkek istediğini yapma ayrıcalığına sahip. İyi kadına düşen görev bu ayrıcalıkları desteklemek ve korumak. Ancak, burada bir ikilem de söz konusu: Mizojininin hedefi özgür kadın olsa da, itaat eden kadın da “yoldan çıkma” riskine karşı şiddet tehdidi altında tutulur. Mizojiniyi, her alana –aile, hukuk, eğitim, vs.– sızmış olan pasif cinsiyet ayrımcılığından farklı olarak, yobazları galeyana getiren, cadı avını fişekleyen kolektif bir güç odağı olarak görüyorum. Bu güç, uygun siyasi ortamda mobilize olur ve harekete geçer. Bunun panzehri, tüm sınırlılıklarına rağmen, laik ve demokratik hukuk devletidir.

Türkiye’de bugün az 1 milyon çocuğun cemaat ve tarikatların cenderesinde olduğu iddia ediliyor, IŞİD’ın esir ettiği kadınlar ve kız çocukları başkentte satılıyor. Bu tür yapıların güçlenmesi ile kadına yönelen şiddet arasındaki ilişkiyi nasıl yorumluyorsunuz?

Dini kurumlar ya da gruplar içinde kadın ve çocuklara karşı cinsel taciz olgusu yeni olmamakla birlikte, son yıllarda El Kaide militanlarının “seks cihadı” adı altında kadınları istismarı, IŞİD’in Ezidi kadınlara yönelik işkence ve tecavüzleri, Boko Haram’ın binlerce kadını kaçırarak seks kölesi yapması gibi haberler, konunun din-siyaset-seks eksenindeki çarpıklıklarıyla çok konuşuldu ve radikal grupların sapkınlıkları olarak yorumlandı.

Kadına şiddetle mücadele siyasa konusu haline gelip önlemler alınmaya başlayınca, şiddet vakalarında artış gözlemlenir, “şiddet paradoksu” kavramı bu artışa dikkat çeker ve olası sebepleri konusunda ipuçları verir.

Diğer taraftan, yine son yıllarda daha anaakım dini örgütlenmelerde açığa çıkan bazı skandal vakalar konuyu başka boyutlarıyla gündeme taşıdı. Bu açıdan küresel olarak Katolik kilisesinde koro çocuklarına ya da rahibelere yapılan rahip tacizi sıklıkla medyanın odağında oldu. Ancak, cinsel taciz Katolik kilisesiyle sınırlı değil, diğer Hristiyan mezhepleri, Müslüman ve diğer dini gruplar da taciz skandallarıyla gündeme geliyor. Bu durum dini kurum ve gruplarda cinsel tacizin yaygınlığı, dini örgütlerin ya da spesifik teolojilerin cinsel taciz açısından rolünün sorgulanmasına ve araştırılmasına neden oldu. Dini yapılarda çocukları sindirerek boyun eğmelerini sağlamak için failler güven, inanç ve otoriteye başvuruyor ve kapalı yapılar içinde gerçekleşen tacizin gücü “gizliliklerinde” yatıyor. Dolayısıyla, otoriter, dini motiflerin siyasallaştığı ve denetimin keyfi olduğu toplumlar bu yapılar için bulunmaz nimet. Öte yandan, cinsellik üzerindeki tabular da pedofiliyi körükleyen bir faktör. Saydığım özelliklerin hepsi Türkiye’deki tarikatlar ve cemaatler için geçerli, bunlar kutsallık kisvesine bürünerek kapalı kapılar arkasında, gözlerden ve denetimden uzak istismara elverişli bir alanda faaliyet gösteriyor. Son yıllarda ortaya çıkan pek çok cinsel istismarın faillerinin –mensup oldukları cemaatler devlet desteğine sahip olduğu için– cezasız kaldıkları, hatta meşruiyete sahip oldukları çokça yazılıp çizildi. Cinsel taciz iddiaları karşısında çoğu kez hesap vermek bir tarafa, dokunulmazlık ve itibar kazandılar. Arkalarında devletin gücünü hisseden cemaat ve tarikat liderleri projelerini topluma dayatır duruma geldiler. Örneğin, İstanbul Sözleşmesi’ne savaş açan tarikatların başını İsmailağa tarikatının çektiğini medyadan öğreniyoruz. 

“FETÖ” deneyiminden sonra bu tür yapılanmalar siyasi açısından paradoksal bir nitelik de taşıyor. Siyasi bir rant kapısı olmalarının önüne geçilmediği sürece, bunlar gerek iktidar gerekse muhalefet partileri açısından ister istemez bir manipülasyon alanı olmaya devam edecek. Kimi çevrelere göre, cemaat ve tarikatların kapatılmalı, kimilerine göre de bu yapılar yasallaşarak denetime tabi tutulmalı. Bu sorun Türkiye’nin demokratikleşme ve laik hukuk sistemi inşa etme sürecinden bağımsız düşünülemez, dolayısıyla yakın bir gelecekte ortadan kalkmasını düşünmek gerçekçi görünmüyor. Kısa vadede yapmamız gereken gizlilik ve kutsallık içinde varlıklarını sürdüren cemaat ve tarikatların karanlık yüzünü deşifre etmek ve onlara karşı meydanı boş bırakmayacak stratejiler geliştirmek.

İşi insan hakları ve eşitlik olan bir kurumun, TİHEK’in, başkanı çocuk evliliğini savunuyor, Medeni Kanun’a savaş açıyor. Türkiye’deki kadın düşmanlığı kimleri, hangi çevreleri birbirine bağlıyor?  

Türkiye’de ataerki ve erkeklik farklılaştı ve çok daha karmaşık bir yapıya büründü, dolayısıyla kadın düşmanlığının kimleri, hangi çevreleri birbirine bağladığı konusunda genelleme yapmak çok kolay değil. Günümüz siyasi konjonktüründe, kadın düşmanlığının iktidara yaranma arzusu içinde olan muhafazakâr ve bazı liberal kesim erkeklerini pek rahatsız etmediği kesin. Öte yandan, yapılan bazı araştırmalardan, bunların içinde küçük bir azınlığının gerçek anlamda mizojinist bir cephe oluşturduğu anlaşılıyor. Ancak, ataerkinin erkek üzerindeki tahakkümü suni bir erkeklik imtiyazıyla perdelendiği için kadın mücadelesi çoğu erkek için tehdit edici olarak algılanabilir. Feminizmin kamu otoritesiyle çatışma noktasında olduğu bir ortamda bu çoğunluğun suskun ve pasif bir duruş sergilemesini yadırgamamak gerekir.

Parti siyaseti açısından bakıldığında, çelişkili bir durum ortaya çıkıyor. Örneğin, Türkiye’nin tek kadın başbakanı sağ bir partiden çıkmışken, ideolojik formasyonları gereği kadın haklarına yakın olması gereken sosyal demokrat partiler modernist bir erkek egemen siyaset izlemişlerdir –söylemde eşitlikçi, ancak eylemde hakların sınırlarını elinde tutan bir anlayışla. Onların da, pasif çoğunluğun bir parçası olarak, dolaylı olarak kadın düşmanlığının yanında yer aldığı düşünülebilir.

Erkeklerin cinsiyet eşitliği mücadelesinde yer almaları için her şeyden önce ataerkil düzenin onlara sunduğu kadın ve gençler üzerinde tahakküm kurma imtiyazından vazgeçmeleri gerekir. Erkeklerin kadın hakları mücadelesinde “yanınızdayız” söylemlerinin yerine, kendi ezilmişliklerine odaklanarak, kendi özgürlükleri için mücadelede yer almalarının daha tutarlı ve dönüştürücü olacağı kanısındayım. Aksi takdirde, bu erkeklerin kurtarıcı tuzağına düşmeleri ve cinsiyet hiyerarşisinin yeniden üretilmesine katkı yapmaları kaçınılmaz. Yani, erkekler, mevcut erkekliklerinden kurtulmadıkları sürece, liberal ya da muhafazakâr fark etmeksizin, kadın düşmanlarıyla aynı kulvarda yer alabilirler.

Ataerkiyi restore edebilmek için devlet politikalarında muhafazakâr, baskıcı bir kayma yaşanıyor ve buna paralel eril şiddet tırmanışa geçmiş durumda. İstanbul Sözleşmesi bağlamında yaşanan mizojinist söylem ve eylemler kadın hareketinin elde ettiği normatif ve kurumsal kazanımların tetiklediği bir karşı atak.

15 Ekim’deki uluslararası çevrimiçi toplantıda küresel bir dayanışma ve eylemlilik çağrısı yapıldı. Feminist Enternasyonal gündeme geldi. Siz de geçenlerde bir söyleşide “Küresel kadın hareketi, şimdiye kadar liberal bir çizgide savaş verdi. Yani erkek egemen sisteme kadını entegre etme, anaakımlaştırma üzerinden gitti” dediniz. “Anaakımlaştırma”yı açar mısınız?

1970’li yıllarda, özellikle kadın ve kalkınma paradigması çerçevesinde kullanılmaya başlanan toplumsal cinsiyet kavramı (gender), 1995’teki Dördüncü Dünya Kadın Konferansı’ndan sonra adeta sihirli bir değnek gibi dilimize, siyasa oluşumuna yerleşti, gündelik hayatta da popülerleşti. Bazı feminist çevreler, “artık gender var, ataerki kavramına ihtiyaç yok” diyerek kadın-erkek eşitsizliğinin ilişkisel ve yapısal boyutundan sapma yanılgısına düştüler. Zaman içinde bu yanılgıdan büyük ölçüde dönüldüyse de, anlam yüklü bir kavram haline gelen “gender” resmi belgelerde yerini korudu. CEDAW (UN Convention on the Elimination of All Forms of Discriminitaion against Women/ BM Kadınlara Karşı Her Türlü Ayrımcılığın Önlenmesi Sözleşmesi) 35 no’lu Genel Tavsiye kararı dışında hiçbir sözleşme ve karar metninde ataerki sözcüğü yer almaz.

BM Ekonomik ve Sosyal Konsey’i, 1997’de toplumsal cinsiyeti anaakımlaştırma (gender mainstreaming) kararıyla, politika/programların kadın ve erkekler açısından doğabilecek eşitsizliklerin değerlendirmesi yönünde kurumlar görevlendirdi. Böylece, “anaakımlaştırma” kadın ve erkeklerin eşit yarar sağlamaları ve ayrımcılığın önlenmesi için ulusal ve uluslararası düzeyde kullanılan bir strateji haline geldi.

Anaakımlaştırma, feminizmin eşitlik projesinin kurumsallaşması olarak genel kabul görse de, 20 yılı aşkın bir uygulamadan sonra, bunun cinsiyet eşitliği hedefleri açısından gerçek bir zafer olup olmadığı sorgulanmaya başlandı. Bu bağlamda, gerek kadınlık ve erkekliğin bir toplumsal inşa süreci olduğunu ifade eden toplumsal cinsiyet kavramının kullanım biçimleri, gerekse anaakımın niteliği tartışmaların odağı haline geldi. Görüldü ki, zaman içinde, “gender” bir süreç ve fiil olmaktan ziyade özneleştirilip “kadın” sözcüğü yerine ya da kadın-erkek arasındaki farklılık olarak kullanılıyor. Birinci kullanım kavramsal olarak yanlış, ikincisi ise, cinslerarası eşitsiz ilişkiyi ve cinslerin heterojen konumlarını maskelediği için siyasi bakımdan sorunlu. Anaakımın ise, esas itibarıyla, bir “babaakım” olduğu –yani doğası gereği eril olduğu– gerçeğinden hareketle, toplumsal cinsiyetin anaakımlaştırılmasıyla kadınların eril norm ile uyumlu hale getirilmesinin hedeflendiği idrak edildi. Çelişkili anlamlarla yüklü olan “gender” kavramının, eril normatif çerçeveye entegre edilme yaklaşımlarının da kadınlar için yeni tuzaklar içerebileceği ihtimali güçlenmiş oldu.

Paris’te 100. kadın cinayetini kınamak için gösteri yapan kadınlar (1 Eylül 2019)

Anaakımlaştırma stratejisinin kadın hareketine olumlu katkısı olmadı mı?

Tutarlı ve bilinçli kullanıldığı durumlarda bazı olumlu etkileri oldu. Öncelikle, kadınlar için mevcut sistemde yeni alanlar açtı. Cinsiyet hassas diliyle kadınları görünür kıldı. Güçlü bir mobilizasyon ve örgütlenme aracı olduğu da söylebilir. Ancak, anaakımlaştırmanın iki tarafı keskin bir bıçak olduğu unutulmamalı. Kadın haklarına görünürlük kazandırırken konuyu apolitik, bürokratik ve teknik bir meseleye dönüştürme riskine sahip. Anaakımlaştırma araç olmaktan ziyade bir amaca dönüştü ve feminizmin özgürleştirici içeriğini boşalttı, 1993 Viyana Deklarasyonu’yla gelen kavramsal dinamizm yerini bürokratik-statükocu yaklaşıma bırakmış oldu. Statükocu etkisini göstermesi açısından en çarpıcı örnek BM Güvenlik Konseyi’nin kadın, barış ve güvenlik kararlarıdır. Kadınların barış hareketine ivme kazandırmış olan Güvenlik Konseyi kararları, militarizm ve silahsızlanma konularında suskundur. BM’nin en militarist kuruluşu olan Güvenlik Konseyi bünyesinde kabul edilmiş olan bu kararlar, kadınların barış sürecine katılımlarını, sayısal temsil gibi mekanik ve liberal bir düzleme indirger. Bir başka deyişle, çatışmanın temelinde yer alan militarizm gibi faktörler sorgulanmadığı için, barışa giden yol karar verme pozisyonlarında ve güvenlik kurumlarında daha çok kadının yer alması olarak anlaşılıyor. Silahsızlanma ve militarist harcamaların kısıtlanması gibi barış hareketinin temel hedefleri ise yeterince dikkate alınmaz.

Pek çok cinsel istismarın faillerinin –mensup oldukları cemaatler devlet desteğine sahip olduğu için– cezasız kaldıkları çokça yazılıp çizildi. Hesap vermek bir tarafa, dokunulmazlık ve itibar kazandılar. Arkalarında devletin gücünü hisseden cemaat ve tarikat liderleri projelerini topluma dayatır duruma geldi.

Sıraladığınız çelişki ve sınırlılıklar nedeniyle “anaakımlaştırmadan” vazgeçilmeli mi?

Anaakımlaştırma sayesinde kadınlar pek çok liberal hakka kavuştu, bu süreci sonuna kadar kullanmalıyız. Unutmayalım ki, küresel olarak kadınların kamu alanında yüzde 50 oranında temsil edildikleri ülkelerde dahi, güç ve paranın –kadınların yönetim kadrolarından dışlandığı– özel sektöre kaymasıyla, cinsiyet ayrımcılığı ve eşitsizliği gizli bir biçimde devam edebiliyor, anaakımlaştırma babaakıma yenik düşüyor. Dolayısıyla, anaakımlaştırmayla yerimizi genişletirken, diğer taraftan da, enerjimizi erkek pratiğine göre biçimlenmiş olan anaakımı dönüştürmeye kanalize etme zorundayız. Yeni bir feminist vizyon ve stratejik işbirliğiyle oyunun kurallarını –yani eril normu– dönüştürmek için paralel bir strateji uygulayabiliriz. Artık liberal projenin sonuna gelindiği konusunda yaygın bir yılgınlık ve mutabakat var, ataerki ötesi bir cinsiyet rejimi tahayyül etmek ve tasarlamak arayışı ve arzusu güçlü bir motivasyon haline geldi. İstanbul Sözleşmesi kriziyle bu arayış somut olarak kendini hissettirdi ve EŞİK’in inisiyatifiyle 15 Ekim’de düzenlenen uluslararası toplantı bu yönde önemli bir adım oldu. Yeni dayanışma modeli nasıl bir biçim alır, adına “feminist enternasyonal” mi denir, başka bir şey mi, bilmiyorum? Ancak, bildiğim şey bunun ulus-ötesi bir örgütlenme olma zorunluluğu. Yeni bir feminist vizyon/örgütlenme modeli “multilateralist”, çok-taraflı, çok-merkezi bir yerde durmak zorunda. Çok-taraflılığın, multilateralizmin bu açıdan önemli ve esas itibarıyla bir anaakım bir olgu olduğunu belirtmeliyim.

Polonyalı kadınların kürtaj yasasını protesto eylemlerinden (Ekim 2020)

Yeni bir feminist vizyon ve örgütlenme modeli olarak “multilateralizm” nasıl bir ihtiyaca cevap veriyor?

Ulus-ötesi küresel kadın hareketi, bugüne kadar elde ettiği kazanımları çok uluslu sistemi –kurumlarıyla, kararlarıyla, normlarıyla– etkili bir biçimde kullanarak, onları kadınların yaşam pratiklerini yansıtacak şekilde yeniden tanımlayarak elde etti.

Son yirmi yıldır zayıflatılmakta olan çok-taraflı siyaset, Covid-19 sürecinde sistemin etkili bir tepki verememesi, BM ve bölgesel hükümetler arası kurumlara olan güvensizliği arttırdı. Tüm çelişki ve zaaflarına rağmen çok-taraflı sistemin korunması ve etkili hale getirilmesi insan hakları mücadelesi açısından çok önemli. Hâlâ devletler topluluğunda yaşıyoruz ve çok-taraflılığın alternatifi olan geleneksel ikili diplomasi, Soğuk Savaş dönemindeki kutuplaşma ve vatandaş üzerinde tekele sahip devlet modelinine benzer yapılanmalara geri dönmek anlamına gelir. İstanbul Sözleşmesi karşıtları “toplumsal cinsiyet” ve “cinsiyet eşitliği” kavramlarına karşı gelirken, esasında uluslararası hukuk ve evrensel insan haklarına karşı geliyor. İronik bir şekilde, sağ popülist hükümetler kadın hakları karşıtlığında birleşirken, ırkçılık gibi nedenlerle bir birlerini dışlıyor. Küresel barış için bir engel olan ekonomik, sosyal ve siyasi eşitsizliklerle mücadelede tek şansımız çok-taraflı siyasetin ve diyaloğun kanallarını açık tutmak.

Öte yandan, pandemiyle birlikte uluslararası topluluk olarak ne kadar birbirimize bağımlı olduğumuz ortaya çıktı. Sınır kapatma, “biz bize yeteriz” gibi sağ siyaseti meşrulaştıran yaklaşımların yerine, Covid-19, iklim ve doğa tahribatı, kitlesel imha silahları, göçmen-mülteci akınları, ırkçılık ve cinsiyet eşitliği karşıtlığı gibi pek çok küresel sorununla baş etmede uluslararası işbirliği ve çok-taraflı karar süreci kritik öneme sahip. Erozyona uğrayan çok-taraflı sistemi, güçlendirerek yeni meydan okumalar karşısında etkili kılmak feminist vizyon için de kritik bir sorunsal. Ulus-ötesi örgütlenme modelimiz, hükümetler arası ilişkilerin –yani multilateralizmin– de niteliğini etkileyecek. İçinde bulunduğumuz küresel kriz, senelerdir bir türlü “reform” yapılamayan ve gittikçe etkisiz hale gelen BM sistemini ve çok-taraflı siyaseti feminist norm ve hedeflerce yeniden inşa etmek için bir fırsattır.

^