I. BİYOSFER
İyi durumda bir biyosfer olmadan gezegendeki hayat devam edemez. Mesele bu kadar basit. İktisatçılar maddi tüketim ile büyümeyi ayrıştırabileceğimizi söyleyecektir. Deli saçması. Tarihsel veriler açısından seçenekler gayet net. Çöküşü yönetmezseniz, ona boyun eğmek ve yok olmak zorundasınız. Tek ümidimiz süreci yönetmenin bir yolunu bulmak. Elli yıl öncesine göre daha iyi bir konumdayız, çünkü çok daha fazla bilgiye sahibiz. Süreç acısız gerçekleşmeyecek, ama acıyı bir nebze dindirebiliriz.
Mutluluk ve GSYH
Şu basit gerçeği unutmayalım: Mutluluğu nasıl tanımlarsanız tanımlayın, GSYH’nin hayattan duyduğunuz tatmini, saadeti artırmayacağı aşikâr. Japonya’ya bakın. Japonlar gani gani zengin olmalarına rağmen gezegen üzerindeki en mutsuz insanlar. Öte yandan, Filipinliler hep en mutlu on halk arasında yer alıyor. Çok daha fakir olsalar da, tayfunlara maruz kalsalar da Japonlardan fersah fersah daha mutlular.
Bir seviyeden sonra, GSYH artışının yaşam süresi, beslenme ve eğitim açısından etkisi sıfırlanıyor. Dolayısıyla, önümüzdeki temel mesele biyosferi yönetmek, çünkü elimizde tek bir biyosfer var. Ve biyosfere iyi bakmaktan başka bir seçeneğimiz yok.
Özen, tutarlılık, adanmışlık
Ancak, biyosferi kurtarmak için sihirli bir çözüm yok. Kompleks sistemlerde tek bir icraat belirleyici olamaz. Paris Antlaşması’nın gereklerini harfiyen yerine getirsek bile sıcaklık artmaya devam edecek. Diyelim, dev gibi arazi araçları satmaktan ya da deli gibi uçağa binmekten vazgeçtik, devasa konutlar inşa etmeyi, gıda ziyan etmeyi, Peru’dan çok fazla enerji tüketen uçaklarla yabanmersini getirmeyi bıraktık. Bunların hiçbiri tek başına sorunu çözmeyecek.
Biyosferimiz kırılgan, ama dirençli de. Birçok insan biyosferin kendisini toparlayabileceğini idrak etmiyor. Gene de geri dönülmez bir eşik var. Enerji ve madde tüketimini yarı yarıya azaltabiliriz. Bu da bizi 1960’lar seviyesine geri çeker. Bunu gerçekleştirirsek kayda değer hiçbir kayıp yaşamayız. 1960’larda hayat hiç de korkunç değildi.
Tek bir sorunu bertaraf ederseniz, bunun biyosfer üzerindeki etkisi yüzde 6-7 civarında kalır. Her yıl yüzde 3-6 oranında etki yaratabileceğimiz birçok küçük anahtar çözüm var. Bu türden, geniş yelpazede birçok çözümü bir arada uygulamak yüksek özen, tutarlılık ve uzun döneme yayılan bir adanmışlık gerektiriyor.
Evet, biyosferimiz kırılgan, ama dirençli de. Birçok insan biyosferin kendisini toparlayabileceğini idrak etmiyor. Gene de geri dönülmez bir eşik var. Enerji ve materyal tüketimini yarı yarıya azaltabiliriz. Bu da bizi 1960’lar seviyesine geri çeker. Bunu gerçekleştirirsek kayda değer hiçbir kayıp yaşamayız.
1960’larda ve 1970’lerde hayat hiç de korkunç değildi. Kopenhag’da yaşayanlar üç günlük tatil için Singapur’a uçmasa ne kaybeder?
II. BÜYÜME
Küresel GSYH 100 trilyon doları aştı. Enerji tüketimi 18 terravata yaklaştı. Her yıl aşağı yukarı 60 milyar tondan fazla materyal, 300 milyar kilo et tüketiyoruz. ABD’liler, Hollandalılar, Danimarkalılar her yıl ortalama kendi vücut ağırlıklarından daha fazla et tüketiyor. Çin bir yıl içinde tüm İngiltere’nin 20. yüzyılda yaptığından daha fazla inşaat yaptı. On yıl önce, Roma, Londra veya Paris’te nadiren Çinli bir turist görürdünüz. Pandemi öncesinde, 2022’de 120 milyon Çinli turistin Avrupa’yı ziyaret etmesi bekleniyordu.
Yakın zamanda yazdığım Büyüme: Mikro-organizmalardan Mega-kentlere[1] adlı kitap her şeyin, mesela bakterilerin nasıl büyüdüğüyle ilgili. Bakteriler haddinden fazla büyürse insanlığın yarısını öldürecek virüsler ortaya çıkabilir. Ağaçların, bebeklerin, evcil hayvanların, enerji sistemlerinin, ekonomilerin, imparatorlukların, medeniyetlerin, kısaca her şeyin nasıl büyüdüğünü inceledim. Sonlu bir gezegene sahibiz. Her çeşit büyüme ilk başta ilginç gözükür, ama nihayetinde hepsi lojistik ya da başka türden bir eğride gerçekleşir.
Şeyleri olduğu gibi ifade etmekte fayda var: Ekonomi diye bir şey yok, sadece enerji dönüşümü var. Para enerji akışlarının çok kifayetsiz, acınası, çarpık bir ifadesi. Evrendeki her şey bir enerjiden diğerine dönüşümden ibaret. İklim değişikliğinin önünü kesecek mucizevi bir enerji teknolojisi bulmadığımız takdirde, yaşam standartlarımızı bilinçli şekilde düşürmekten başka bir seçeneğimiz yok.
BM’nin ilk iklim zirvesi 1992’de yapıldı. 1990’da birincil enerji kaynaklarının yüzde 91’i fosil yakıtlardan oluşuyordu. 2018’e gelindiğinde oran yüzde 89’a indi. Yani fosil yakıtların payını yüzde 2 azaltmak yaklaşık otuz yılımızı aldı. Fosil yakıta dayalı bir medeniyetiz.
Büyümeye son vermeliyiz
İnsan varoluşunun temellerine, tarımsal ürünlere, teknoloji vasıtasıyla tasarruf ettiğimiz enerjiye baktığımızda, son yıllarda biyosfer adına en iyimser tahminle yüzde 2-3’lük bir iyileştirme sağlayabiliyoruz. Yüzde 30-40’lık bir düzelme söz konusu değil. Yüzde 3 seviyesini tutturmak da giderek zorlaşıyor, çünkü birçok alanda termodinamik ve doğrudan pnömatik sınırlara dayandık.
Ekonomide maddesizleşmeyi, enerji yoğunluğunu azaltmayı da bir noktaya kadar devam ettirebiliriz. Bir evi daha hafif malzemelerle inşa edebilirsiniz, ama hâlâ çelik, kereste ve kiremit kullanmak zorundasınız. Maddesizleşme zamanımızın başka bir çakma mabedi haline geldi. Teknolojik açından neredeyse sınıra dayandık. İktisatçı arkadaşlarımız pek farkında gözükmüyor, ama büyümeye son vermeliyiz.
III. ENERJİ DÖNÜŞÜMÜ
Bazıları yakın gelecekte, mesela 2030’da fosil yakıtlardan büyük oranda kurtulacağımızı sanıyor. Enerji dönüşümünden yeni bir buluş gibi bahsediliyor. Oysa yeni bir şey değil. Son iki yüzyıldır durmaksızın enerji dönüştürüyoruz. Odun ile başladık, ardından kömüre, benzine, doğalgaza, hidroelektriğe geçtik. 13. yüzyılda dahi dönüşüm mevcuttu. O zaman hemen herkes odun kullanırdı. Ama paranız varsa odun kömürünü tercih ederdiniz. Çünkü evde yaktığınızda duman çıkarmaz.
Hep daha kolay, verimli enerji kaynaklarına yöneldik. Şu anda başat enerji kaynaklarımız aşağı yukarı eşit oranda kullandığımız kömür, benzin ve doğalgaz. Kömür ve benzini bir oranda ikame eden doğalgaza geçiş kömürden petrole geçişten çok daha uzun bir sürede gerçekleşti. Gazı taşımak kolay değil. Sıvı halde taşımak için eksi 130 dereceye kadar soğutmanız gerekiyor.
Öte yandan, şu anda ilginç bir tarihsel noktada bulunuyoruz. Gerçekleştirmemiz gereken enerji dönüşümü ihtiyaçtan, iktisadi sebeplerden, kıtlıktan kaynaklanmıyor. Kömür, doğalgaz ve petrol ucuz. Dönüşüm teknik bir gereklilikten de kaynaklanmıyor. İçten yanmalı motorlarımız, buharlı jeneratörlerimiz, gaz türbinlerimiz ziyadesiyle etkin çalışıyor. Dönüşümün tek nedeni var: Küresel ısınma ensemize yapıştı ve olabildiğince hızlı bir karbonsuzlaşma lâzım. Bu anlamda benzersiz bir dönüşümün eşiğindeyiz.
Fosil yakıt medeniyeti
Birçok kişinin anlamakta zorlandığı bir nokta da tarihte ilk defa enerji yoğunluğunu azaltacak olmamız. Bunu yaparken üreteceğimiz enerji çok daha fazla yer kaplayacak. Fosil yakıt tesisleri Yunanistan’ın yüzölçümü kadar bir alan kaplar. Rüzgâr ve güneş enerjisinde ise alan çok geniş.
Öte yandan, uzaklaşmaya çalıştığımız sistemi ikame etmek de hiç kolay değil. BM’nin ilk iklim zirvesi 1992’de yapıldı. 1990’da birincil enerji kaynaklarının yüzde 91’i fosil yakıtlardan oluşuyordu. 2018’e gelindiğinde oran yüzde 89’a indi. Yani fosil yakıtların payını yüzde 2 azaltmak yaklaşık otuz yılımızı aldı. Esasında fosil yakıta dayalı bir medeniyetiz.
Elektrik açısından durum biraz daha farklı. 1950’de elektriğin yüzde 63,7’sini fosil yakıtlardan, yüzde 36,3’ünü su gücünden sağlıyorduk. 2016’ya gelindiğinde üretimin çeşitlenmiş olduğunu görüyoruz. Elektriğin yüzde 68,1’i fosil yakıt, yüzde 16,2’si su, yüzde 10,5’i nükleer, yüzde 3,9’u rüzgâr, yüzde 1,3’ü ise güneş kaynaklı. 1950’ye kıyasla elektrik üretimi için dünya ölçeğinde daha fazla fosil yakıt kullanmışız. Bunun nedeni Çin etkisi. Çin, son yirmi yılda, her yıl her biri bir gigavattan fazla enerji üreten devasa kömür santralleri kurdu. 2005-2015 arasında elektrik üretim kapasitelerini her yıl Almanya, İngiltere ya da Fransa’nın kapasitesi kadar artırdılar. Üstelik bu ülkelerin söz konusu kapasiteyi kurması bir yüzyıl almıştı.
Rüzgâr ve güneş enerjisinin payı en fazla yüzde 7. Dolayısıyla, fosil yakıtları ikame etmek için önümüzde uzun bir yol var. 1992’den, BM’deki ilk zirveden bu yana, yine büyük ölçüde Çin etkisiyle, tüketim çok arttı. Kömürde yüzde 70, petrolde neredeyse yüzde 50, doğalgazda ise yüzde 80’in üzerinde artış gerçekleşti.
Diyelim, yıllık 7 milyar ton kömürü yarı yarıya azaltmak istiyorsunuz. Bu türden dönüşümlerin ölçeği devasa boyutlarda. Birincisi, ha deyince yapamıyorsunuz. İkincisi, devasa iktisadi sonuçları ıstırap verecek. Üçüncüsü, batının ve Hindistan’ın ya da Çin’in yapabilecekleri birbirinden farklı.
Sacayağı: Amonyak, çimento, demir
Dahası, medeniyetimizin sacayağı diye adlandırdığım suni gübre için gerekli amonyak üretiminde yüzde 60, çimentoda yüzde 330, demirde yüzde 190 artış oldu. Otomobil sayısı neredeyse iki katına çıkarken, uçakla yolculuk yüzde 245, petrol kaynaklı CO2 salınımı yüzde 57 arttı. Kısacası, uzun zamandır bırakın karbonsuzlaşmayı, dümeni dolu dizgin karbona büktük. Ölçek de akıl almaz boyutlara ulaştı. Her yıl 10 milyar ton karbon yakıyoruz. Yılda 37 milyar ton CO2 atmosfere karışıyor. Birincil enerji cinsinden 18 teravatlık bir enerji tüketimi söz konusu.
Odundan kömüre geçtiğimiz zaman sadece bir milyar ton odunun ikame edilmesi gerekiyordu. Şimdi 10 milyar ton karbon ikame etmemiz gerekiyor. Dolayısıyla, 2050’de sıfır karbon hedefi gerçekçi değil.
Dönüşümde ölçek meselesi çok önemli. Şu an ürettiğimiz 37 milyar karbondioksitin yüzde 10’unu, yuvarlak hesap 4 milyar tonunu azalttığımızı düşünelim. Bu miktar tamı tamına yıllık ham petrol üretimimize tekabül ediyor. Toprağın altından milyarlarca ton petrol çıkarıp, işleyip kullanabildiğimiz bir teknoloji yaratmak yüz yılımızı aldı. Şimdi 4 milyar tonluk karbondioksiti bir daha dokunmamak üzere toprakta bırakacak yeni bir teknoloji geliştirmemiz gerekiyor. Bu türden bir iş 10-15 yılda kotarılamaz. Yani, ölçek açısından karbon tutma ve saklama ölü doğmuş bir projedir.
Diyelim, yıllık 7 milyar ton kömürü yarı yarıya azaltmak istiyorsunuz. Bu türden dönüşümlerin ölçeği devasa boyutlarda. Birincisi, ha deyince yapamıyorsunuz. İkincisi, devasa iktisadi sonuçları ıstırap verecek. Üçüncüsü, batının ve Hindistan’ın ya da Çin’in yapabilecekleri birbirinden farklı. Hindistan 2047 itibarıyla ülkenin birincil enerji kaynağının kömür olacağını beyan etti.
IV. ENERJİ DÖNÜŞÜMÜ –ALMANYA ÖRNEĞİ (ENERGIEWENDE)
Energiewende birçok açıdan cüretkâr ve müthiş bir hamle. Ama epey ideolojik de. Kısaca özetlemek gerekirse: Hiç uyumayan bir ekonomiyi hangi akla hizmet elektrikle ayakta tutmak hayal ediliyor? Güneş kapasite faktörünün (kurulu gücün enerjiye dönüşme oranı) yüzde 11 olduğu Almanya gibi bir ülkede nasıl olur da güneş enerjisine bel bağlanır?
Bu yöntemle mega kentler, hastaneler, üç vardiya çalışılan Volkswagen fabrikaları, hızlı trenler nasıl idame edilebilir? Rüzgâr görece daha verimli. Eğer rüzgâr türbinleri Kuzey Denizi kıyılarına yerleştirilirse, yüzde 22 enerji faktörü elde edilebilir. Kuzey Denizi’nin açıklarına taşınırsa belki oran yüzde 30’a çıkar. Teksas’ta bu oran yüzde 35’e ulaşır. Ama hâlâ yüzde 65 kayıptır.
Alman mühendisliği buysa…
Energiewende hikâyesinin özeti kısaca bu. Yirmi sene önce başladıklarında, Almanya’nın nükleer, hidrolik, linyit, taşkömürü ve biraz doğalgazdan üretilen 90 gigavat kurulu gücü vardı. Şu anda da fosil yakıt kaynaklı 90 gigavat kurulu güce sahipler. İlaveten, artık 120 gigavat güneş ve rüzgâr enerjisi kurulu güçleri de var. Yani, Almanya’nın elektrik tüketimi on yıldır sabit seyrederken elektrik üretim kapasitesi iki kattan fazla arttı. Sonuç ne? Almanya Avrupa’daki en yüksek elektrik fiyatına sahip.
Cümle âlem 2 dereceye takıntılı hale geldi. Bir bilim insanı olarak dehşete düşüyorum. Niye 1,85 ya da 2,15 değil? İki derece çok afaki bir tespit. Evren bu şekilde işlemiyor. Belki de biyosferin belli kısımları için 1,5 derece bile çok fazla. Elimizde bunun aksini iddia edebilecek bilgi mevcut değil.
Elektrik fiyatları o kadar arttı ki, Alman sanayisinin kaymak tabakasının bu meblağı ödemesi imkânsız hale geldi. Bu yüzden Volkswagen, Siemens gibi firmalar yüksek fiyattan muaf tutuldu. Aksi takdirde piyasada rekabet edemeyeceklerdi. Ancak sıradan tüketici yüksek fiyatı ödemekle yükümlü. Bu durum toplumsal açıdan adaletsiz, mühendislik açısından akıl kârı değil. Dillere destan Alman mühendisliği buysa, kalsın, almayalım.
V. HABER-BOSCH AMONYAK SENTEZİ
Sürekli olarak üretimin elektrikle gerçekleştirilmesinden bahsediliyor. En önemli ürünlerimizden birini, 2016’da hakkında bir kitap[2] yazdığım çeliği ele alalım. Artık kimse çeliği pek önemsemiyor. Modası geçmiş, gereksiz bir ürün gözüyle bakılıyor. Ancak, çeliksiz hiçbir şey üretilemiyor. Etrafınızda gördüğünüz her şeyde çeliğin payı var. Mesela şu sehpanın kalıbı çelikle çıkarıldı, çelik bir testere ile kesildi, çelik vasıtasıyla perdahlandı.
Peki, çeliği nasıl üretiyoruz? Dünya ölçeğinde yaklaşık 1,6 milyar ton çelik var. Bunun yaklaşık 600 milyonu geri dönüşüm yoluyla elde ediliyor. Ancak daha çok Avrupa ve ABD’nin çeliği geri dönüştürülüyor. Çünkü bu coğrafyalarda bolca eski çelik var. Çin ya da Hindistan’da ise eski çelik mevcut değil. Dolayısıyla, sıfırdan üretmek gerekiyor. Peki, nasıl üretiliyor? Önce, madenlerden demir cevheri çıkarılıyor. Ardından bir milyar ton taşkömürü çıkarılıp kokkömürüne dönüştürülüyor ve demir izabe fırınlarında eritiliyor.
Dört milyar kişiye elveda mı?
Dahası, insanları besleme mecburiyeti var. Yirmi yıl kadar önce Haber-Bosch amonyak sentezi üzerine bir kitap[3] yazdım. Eğer büyük kısmı tarım arazilerinde azotlu gübre olarak kullanılan yıllık 180 milyon ton amonyak üretimi gerçekleşmezse, şu anki insanlık nüfusunun yarısı hayatta kalamaz. Çünkü tüm insan, hayvan ve bitki artıkları geri dönüştürülse bile biyo-kütle içinde yeteri kadar nitrojen yok. Çok düşük bir oranda mevcut. Belki oranı artırabilirsiniz. Ama bir de tüm bu geri dönüşüm işini yapacak insan gücünü düşünün.
Tüm bunlar bir araya geldiğinde, en fazla üç-üç buçuk milyar insanı besleyecek nitrojen elde edilebilir. Dört milyar kişiye elveda demeniz gerekir. Haber-Bosch sentezi için doğalgaza, ham petrole ya da kömür sıvılaştırmasına, yani fosil yakıta ihtiyacınız var.
Kısacası, modern medeniyetin temel ürünleri olan çelik, amonyak ve plastik üretmek için bir alternatifimiz yok. Hiçbiri elektrikle üretilemez. Bu yüzden uzun süre daha temelde fosil yakıta dayalı bir medeniyet olmaya devam etmek zorundayız. Bu üç temel ürüne çimentoyu da eklemeliyiz. Sonuçta birçok şey betondan yapılıyor. Çin beton vasıtasıyla modern bir ülke haline geldi. Üç yılda bir, altyapısında ABD’nin 20. yüzyılda tükettiği kadar çimento ve çelik kullanıyor.
Evet, ekonominin dijitalleşmesi eğilimi var. Ama dijitalleşmenin etkisi abartılıyor. Medeniyetimizin dayandığı çelik, çimento, plastik, bakır ya da amonyak gibi temel ürünlerin dijitalleşmesi mümkün değil.
VI. KÜRESEL ISINMA
“Küresel ısınmaya inanıyorum” dendiğinde gülüyorum. Ortadan inanılacak bir şey yok. Bu, “yağmura inanıyorum” demeye benziyor. Küresel ısınmanın temel ilkesi, yani bazı gazların güneşten yayılan radyasyonu tuttuğu bilgisi Joseph Fourier tarafından daha 1820’lerde biliniyordu. İlk dâhi kimyagerlerden biri olan Svante Arrhenius şu günlerde 200 bin satır bilgisayar kodu ve devasa makinelerle vardığımız sonucun neredeyse tamı tamına aynısını 1895’de hesapladı. CO2 oranını ikiye katlayınca, sıcaklığın birkaç derece artacağını tespit etti. Yani, küresel ısınma bir yüzyıldan daha uzun bir süre önce yapılan hesaplarla tespit edildi ve kuramsal açıdan 200 yıldan uzun bir süredir biliniyor.
İşin özü daha çok gelecekte ne olacağına dair nüanslarda yatıyor. Artışı 2 derecede mi durdurmalıyız? Cümle âlem iki dereceye takıntılı hale geldi. Bir bilim insanı olarak dehşete düşüyorum. Niye 1,85 ya da 2,15 değil? 2 derece çok afaki bir tespit. Evren bu şekilde işlemiyor. Belki de biyosferin belli kısımları için 1,5 derece bile çok fazla. Elimizde bunun aksini iddia edebilecek bilgi mevcut değil.
Hukuki bir bağlayıcılığı olmayan Paris Antlaşması’nın tüm vaatleri yerine getirilse bile küresel ısınma 2 derecenin altında tutulamayacak. Küresel ölçekte bir eylem planımız yok, çünkü bu günümüz ekonomik modelini temelden sarsmak anlamına gelecek.
Küresel işbirliği
Ekonomi derhal ve büyük ölçüde merkezileştirilmeden intibak süreci gerçekleşemez. Kenarda köşede yapacağımız değişiklikler yetersiz kalacak. Küresel ölçekte büyük bir etki yaratmak için büyük bir değişikliğe girişmemiz lâzım. Değişiklik sadece zengin ülkelerde değil, Çin ve Hindistan’da da yapılmalı. Birçok çözüm mevcut. Onarım için gerekli teknik donanıma sahibiz ve yeni çözümler de üretebiliriz. Ama tüm bu çözümleri zamanında ve gerektiği ölçekte uygulamalıyız.
Asıl sorunumuz ölçek. Bu, Letonya ya da Kamerun’da da kemer sıkmamız gerektiği anlamına gelmiyor. Ancak, en çok gaz salımı yapan Rusya, Hindistan, ABD, Avrupa, Çin, Brezilya ve petrol ülkelerinin de dahil olduğu 20-25 ülkenin işbirliği yapması şart.
Evet, 2015’te bu ülkelerin çoğu Paris Antlaşması’na imza attı. Peki, antlaşma özünde ne diyor? İnsanlar genelde sadece tarafların “ciddiyetle söz verdiği” ilk sayfayı okuyor. Oysa, hukuki bir bağlayıcılığı bulunmayan antlaşmanın tüm vaatleri yerine getirilse bile küresel ısınma 2 derecenin altında tutulamayacak. Zaten muhtemelen verdikleri sözleri yerine getirmeyecekler. Ne yazık ki, küresel ölçekte uyumlu bir eylem planımız yok, çünkü bu günümüz ekonomik modelini temelden sarsmak anlamına gelecek. Gerçekçi olursak, yükselen deniz seviyesine, yoğun fırtınalara, sonu gelmez orman yangınlarıyla baş etmeye hazırlıklı olmalıyız.
Küresel ısınmayla ilgili ilk makalemi 1972’de yazdım. Yirmi yıl sonra bir daha asla doğrudan küresel ısınma hakkında yazmamaya karar verdim. Çünkü mesele siyasi bir futbol maçına dönüştü. Bazen sorunu tek bir örneğe indirmek işleri fazlaca basitleştiriyor. 1985’te en büyük sorun küresel ısınma değil, asit yağmurlarıydı. Asit yağmurları ortadan kalkmadı, bilakis devam ediyor. Şimdi ise hararetle küresel ısınma, elektrik, robotlaşma meseleleri tartışılıyor.
Aşırı gübre kullanımı nedeniyle okyanus kıyılarında ölü bölgeler yaratıyoruz. Çünkü denize boşalan gübreden beslenen algler çoğalıyor, ölen algler deniz tabanını kaplıyor ve oksijeni bitiriyor. Her yıl milyonlarca ton plastiği denize boşaltıyoruz. Günbegün derinleşen yirmi çevresel sorun daha sayabilirim. Hepimiz küresel ısınma meselesiyle meşgul olduğumuz için bu vahim sorunlara hak ettikleri önemi vermiyoruz.
Toprak aşınması ve ormansızlaşma
Oysa uzun vadede en büyük sorunumuz tüm gezegen sathında yaşanan toprak bozunması. Çünkü her geçen gün toprağa daha fazla mahsul ekiliyor. Eski mahsulün artıkları zemini kaplıyor. Bu yüzden yağmur damlaları toprağa nüfuz edemiyor. Ardından mısır ekiliyor. Tüm bitki örtüsü yeniden toprağı kaplıyor. Mısır, et üretiminde hayvanları beslemek için gereken başlıca ürün. Bitki örtüsünün toprağı kaplaması gereken iki ay geçmeden, yağan yağmur toprağı aşındırıyor. Küresel toprak bozunması sorunu her geçen gün derinleşiyor. Bir kere toprağı kaybettiğimizde geri gelmesi birkaç milyon yıl sürecek.
İlaveten, devasa bir ormansızlaşma sorunumuz var. Ormanlar Kuzeydoğu Amerika’da, Japonya’da geri geldi. Çin son yirmi yılda büyük bir yeniden ormanlaşma hamlesine girişti. Ama bunlar bildiğimiz kadim ormanlar değil. Bunlar mono-kültürel, sadece çamdan ya da iki çeşit ağaçtan oluşan fakirleşmiş ormanlar.
Aşırı gübre kullanımı nedeniyle okyanus kıyılarında ölü bölgeler yaratıyoruz. Çünkü denize boşalan gübreden beslenen algler çoğalıyor, ölen algler deniz tabanını kaplıyor ve oksijeni bitiriyor. Her yıl milyonlarca ton plastiği denize boşaltıyoruz. O plastikler küçük parçalara ayrışıyor. Günbegün derinleşen yirmi çevresel sorun daha sayabilirim. Hepimiz küresel ısınma meselesiyle fazlasıyla meşgul olduğumuz için bu vahim sorunlara hak ettikleri önemi vermiyoruz.
VII. OTOMOBİL
Herkes elektrikli otomobillerden bahsediyor. Oysa “elektrikli otomobil” diye bir şey yok. Kaportasının altında elektrik motoru bulunan arabalar var. Dünyada sadece Kanada’nın Manitoba, British Columbia, Quebec eyaletlerinde ve Norveç’te tamamıyla hidroelektrik enerjisiyle çalışan, karbon salımı yapmayan otomobiller var. Tabii otomobillerin imalatı sırasında ortaya çıkan karbon salınımını saymıyorum.
Ama örneğin, Çin’in Shaanxi bölgesindeki elektrikli bir otomobil aslen kömürle gider, Fransa’dakiler ise nükleer enerjiyle. Yani özünde elektrikli otomobil diye bir şey yok. Dünyanın elektriğinin büyük kısmı, yaklaşık yüzde 90’ı fosil yakıtlardan elde edilmeye devam ettiği sürece sıfır karbon arabalardan bahsetmek imkânsız.
Otomatik pilotta giden tonlarca otomobilin ortaya saçıldığını düşünmek bile istemem. General Motors’un CEO’su böylece trafik sorunun tamamen ortadan kalkacağını söylüyor. Oysa ortada sıfır trafik ya da sıfır karbon emisyonu konusunda heyecanlanmayı sağlayacak veriler yok. Tam tersine, ufukta daha çok trafik ve salım var.
Manitoba gibi kışın havanın eksi 30 derece olduğu yerlerde evleri güneş ya da elektrik enerjisiyle ısıtmak çok zor. Yaklaşık bir milyar kişi buna benzer coğrafyalarda yaşıyor. Buna kıyasla, otomobilleri elektrikli hale getirmek göreceli olarak daha kolay. “Göreceli” kelimesinin altını çizeyim. Otomobillerin çok daha hafif olması şart. Otuz yıl önce Avrupa’da arabalar ortalama 700 kilo geliyordu. Şimdi ağırlıkları bunun tam iki katı. ABD’de ise rakam 1,8 tona ulaştı.
Teksas mantığı
Peki, 1980’lerde arazi araçları piyasa girmeseydi ne olurdu? Kimsenin bu yönde bir talebi yoktu. Milyarlarca ton karbon tasarruf edilebilirdi. Ama arazi araçları Batı dünyasında hâkim otomobil haline geldi. Öte yandan, teknolojik açıdan hiçbir yeni tarafları yok. Aynı tekerlekler, aynı motor mantığı. Tek farkları çok daha ağır ve iri olmaları. Bu tam da Teksas mantığı. Biftek denince, Fransızlar 200 gramlık filet mignon yer. Teksas’taki lokantalar önünüze bir kiloluk biftek koyar. Aradaki tek fark ebat.
Ortalama bir Amerikan arabası yapmak için yaklaşık iki ton çelik, plastik ve cam kullanılır. Amerikalıların en çok tercih ettiği araba olan Ford-F pikap serisi otuz yıldır giderek ağırlaşıyor. 75 beş kiloluk bir canlıyı taşımak için iki tonluk bir makine yapmanın hiçbir mantıklı tarafı yok. Ford ve GM yakın zamanda artık normal otomobil yerine sadece arazi aracı üreteceklerini açıkladı. Bu, insanlığa karşı bir suç. Üstelik toplu taşımanın aksine otomobiller ömürlerinin yüzde 95’ini garajda yatarak geçiriyor.
VIII. NÜFUS
İnsan nüfusunun hiperbolik bir eğriyle, hızla arttığı bir dönem vardı. 1800’lerden itibaren nüfus artış oranı sürekli yükseliyordu. İnsanlık tarihinin büyük kısmında yıllık nüfus artışı yüzde 0,01 seviyesindeydi. 1880’lerle birlikte artış oranı hızlandı, 1960’larda yüzde 2,1 seviyesine ulaştı. 2047’de hiperbolik bir nüfus patlaması yaşanacağına dair makaleler yazıldı. Oysa gezegen üzerindeki her türlü büyümenin bir sınırı var. O makalelerin yazıldığı yıllarda nüfus artış oranı tedricen düşmeye başladı. Şimdilerde Afrika dışında, hemen her yerde bebeklerin azlığından şikâyet ediliyor.
Bu yüzden kısmen “umut” var, çünkü yavaş yavaş sayımız azalıyor. Temelde tüm Batı ülkeleri toplumsal yeniden üremenin optimum seviyesi olan yüzde 2,1’in altına düşmeye başladı. Uzak gelecekteki demografik yapımız epey çorak görünüyor. İsveç, Finlandiya, Norveç gibi bazı ülkeler, 1,8, 1,9 oranıyla gerekli seviyeye yakın. Ama çoğunluk şimdilerde 1,6-1,7 civarında, bir dizi ülkede ise 1,3-1,4 seviyesine kadar indi. Son otuz yılda şahit olduğumuz üzere, bir kere 1,3-1,4 seviyesine inince, artık toparlama şansı yok. Göç almadan nüfusunu yenileyebilecek bir Batı ülkesi yok.
Şu anki Afrika nüfusunun yaşam koşullarını Vietnam ya da Tayland seviyesine çıkarmak çetin iş. Nijerya’nın Çin seviyesine ulaşması kişi başı yirmi katlık bir artışa tekabül ediyor. Tüketimi Kopenhag’da azaltabilirsiniz, ama Nijerya’da asla. Peki, Çin ABD tüketim seviyesini yakalarsa gezegen hayatta kalabilir mi? Hayır.
Tek çocuk politikası nedeniyle Çin’in nüfus artışı da gerekli ikame seviyesinin altında. Hindistan’da bile nüfus artışı durma eşiğine doğru ilerliyor. Sadece iki nesil içinde Rusya nüfusu 150 milyondan 100 milyona, Japonya nüfusu 125 milyondan 85 milyona inecek. Romanya gibi birçok Avrupa ülkesinde nüfus sert şekilde düşüyor.
Nüfusun azalması iyi bir şey olabilirdi. Ancak, düşük nüfus artışından kaynaklar üzerindeki baskının azalacağı sonucu çıkmıyor. Tam tersine, refah basamaklarını tırmandıkça daha küçük aileler daha çok tüketiyor. Daha az daha çoğa dönüşüyor. 1970’lere kadar, sayımızın çok fazla artacağına dair endişelere kapılıyorduk. Bazıları tonlarca insanın gezegenin kaynaklarını yiyip bitireceği konusunda uyarılarda bulunuyordu. Ama nihayetinde mesele insan sayısı değil, insanların tüketim seviyesi.
Sorun aslında dünyanın zengin kısmı. Ama “zengin kısım” tanımı da nasıl sayıldığına göre değişiyor. Batıda bir milyar, eğer zengin Çinlileri, Hindistanlıları ve Ortadoğuluları da sayarsak, muhtemelen bir buçuk milyar varlıklı insan var. Dolayısıyla, programın dümeninde yoksul ülkeler olmalı. Buna şüphe yok. Hep söylüyorum, bizim sorunumuz neslimiz tükenirken dahi deli gibi tüketmemiz. Diğerlerinin sorunu ise çoğalırken bizim gibi tüketmek istemeleri.
IX. TÜKETİM
Gezegen nüfusunun sadece iki milyar olduğunu, ama herkesin ortalama bir Amerikalı kadar tükettiğini hayal edelim. Tanrı korusun! İnsanlar tüketim seviyeleri arasındaki uçurumun farkında değil. Japonya, herhangi bir ölçüte göre, varlıklı bir ülke, su götürmez bir refaha sahip. Japonlar herkesten daha uzun yaşıyor. Yılda kişi başı 150 gigajul enerji tüketiyorlar. Amerikalılarda miktar 250’nin biraz üzerinde. Çin’de 95, Hindistan’da 25, Sahra-altı Afrika’da ise 10.
Bir milyarlık Sahra-altı Afrika nüfusu ABD seviyesine çıkarsa gezegen kaynakları tamamıyla tükenir. Esas nüfus artışı, bir milyar kişinin doğacağı Afrika’dan gelecek. Şu anki Afrika nüfusunun yaşam koşullarını Vietnam ya da Tayland’dakine benzer bir seviyeye çıkarmak çetin iş. Nijerya’nın Çin seviyesine ulaşması kişi başı yirmi katlık bir artışa tekabül ediyor. Yani tüketimi Kopenhag’da azaltabilirsiniz, ama Nijerya’da asla.
Peki Çin ABD tüketim seviyesini yakalarsa gezegen hayatta kalabilir mi? Cevap, kuvvetle muhtemel, hayır. Çin yine de bir süredir o seviyeye ulaşmaya çabalıyor. Sadece iki nesil önce, kişi başı 35 gigajul enerji harcıyordu. Şimdi 100 gigajul sınırına dayandı. 130-140 civarındaki Avrupa düzeyini yakalamayı amaçlıyor. Soru, Çin dışındaki ülkelerin bunu yapıp yapamayacağı. Pek mümkün gözükmüyor. Hindistan ve Sahra-altı Afrika ülkeleri çok daha yavaş ilerliyor.
Her coğrafyada yapacaklarımız farklı olacak. Nijerya’da daha fazla gıdaya ve büyümeye ihtiyacımız var. Filipinler’de var olandan biraz daha fazlasına. Kanada ve İsveç’te ise daha azına. Bazı yerlerde iktisatçıların “küçülme” dediği durumu, diğerlerinde ise büyümeyi teşvik etmeliyiz.
Bu aşamada küresel ölçekte düşünmek önemli. Farklı kitleleri hedefleyen, her biri için ayrı tasarlanmış birçok yaklaşım geliştirilmeliyiz. Örneğin, Danimarka’nın Nijerya ile hiçbir ortak noktası yok. Nijerya üç yıl boyunca çocuk felci aşısından yoksun kaldı. Bu sorun 1960’larda çözülmeliydi. Bazı şeyler çok hızlı, diğerleri ise çok yavaş ilerliyor. Mesele biraz da yaptıklarımızla yapabileceklerimiz arasındaki tezat.
Her coğrafyada yapacaklarımız farklı olacak. Nijerya’da daha fazla gıdaya ve büyümeye ihtiyacımız var. Filipinler’de var olandan biraz daha fazlasına. Kanada ve İsveç’te ise daha azına. Bazı yerlerde iktisatçıların “küçülme” dediği durumu, diğerlerinde ise büyümeyi teşvik etmeliyiz.
Sistemdeki muazzam çarpıklığı ele almalı, tüketimimizi radikal şekilde yüzde 30-50 oranında düşürmeliyiz. Ancak insanlar buna pek hevesli değil. Çünkü her şeye sahip olmak istiyorlar. Lüks ciplere binip kışın ortasında ahududu yemek istiyorlar. Asıl sorun bu. En sevdiğim örneklerdendir: Bir Amerikan evinin ortalama büyüklüğü 1950’de yaklaşık 90 metrekareydi. Şimdi, ortalama hane nüfusu azalmasına rağmen, 230 metrekare. Evlerinde insanların hiç girmediği odalar var. İnşaat ve gerekli malzemeyi elde etmek için dönüştürülen enerjiyi düşünün. Isıtma ve soğutmadan bahsetmiyorum bile. Ne büyük bir israf!
Dünya genelinde anlamlı bir yaşam standardı düşüşüne neden olmayacak küresel bir sistem tasarlanabilir. Böylece su, çelik, enerji dahil birçok alanda, şu anki tüketimimiz yüzde 30-50 seviyesinde azaltılabilir. Üstelik teknik açıdan herhangi bir icada da gerek yok. Ama bu yönde yol almaya pek hevesli değiliz.
KAYNAKÇA
https://nymag.com/intelligencer/2019/09/vaclav-smil-on-the-need-to-abandon-growth.html
https://www.theguardian.com/books/2019/sep/21/vaclav-smil-interview-growth-must-end-economists
https://www.noemamag.com/want-not-waste-not/
https://www.sciencemag.org/news/2018/03/meet-vaclav-smil-man-who-has-quietly-shaped-how-world-thinks-about-energy
https://www.youtube.com/watch?v=-sac18hUuI4&t=1s
https://www.youtube.com/watch?v=szikg74kgnM
https://www.youtube.com/watch?v=gkj_91IJVBk
[1] Vaclav Smil, Growth: From Microorganisms To Megacities, MIT Press, 2019
[2] Vaclav Smil, Still The Iron Age –Iron and Steel in the Modern World, Butterworth-Heinemann, 2016
[3] Vaclav Smil, Enriching The Earth: Fritz Haber, Carl Bosch and the Transformation of World Food Production, MIT Press, 2004