Edebiyatın her türünde ürün vermiş bir yazar, duayen gazeteci, çalışkan yayıncı, matbaacı, eğitimci, bürokrat; macera dolu bir hayat. Yapıtında imparatorluğun çözülüşü kadar cumhuriyetin doğuşunu da hissettiren Ahmet Mithat Efendi yaman çelişkilerin adamıydı. Hem Doğu hem Batı, hem modern hem muhafazakâr olmaya çalıştı. Dolayısıyla hâlâ güncel…
Yeni Türk Edebiyatı’nın kurucu isimlerinden Ahmet Mithat Efendi, 1844 yılında İstanbul’un Tophane semtinde doğmuş. Kafkasya kökenli yoksul bir ailenin çocuğu. Anası çamaşır diker, babası da pazarlarda bunları satarmış. Küçük yaşta Mısır Çarşısı’nda bir aktarın yanında çırak olarak çalışmaya başlamış. Komşu dükkân sahibinin yardımıyla okuma yazmayı öğrenmiş. Bununla yetinmeyerek Galatalı bir Frenk’ten Fransızca dersleri almış. Babasının ölümüyle ailenin İstanbul’da yaşama imkânı kalmayınca üvey ağabeyi onları Vidin’e getirtmiş. Burada ilk kez okula gitmiş.
Ağabeyi 1861’te Niş’e vali olarak atanan Mithat Paşa’nın yanında görev alınca aile bu şehre göç etmiş. Burada Rüştiye’ye giren ve kısa sürede mezun olan Ahmet Mithat, 1864’te Tuna valiliğine atanan Mithat Paşa tarafından vilayet merkezi Rusçuk’a çağrılıp vilayet mektubi kaleminde görevlendirilmiş. Çalışkanlığıyla paşanın gözüne giren Ahmet Mithat müsaade alarak aynı yıl kurulan Tuna gazetesinin yazıişlerinde de çalışmaya başlamış.
1866’da mühendis tercümanı olarak Sofya’ya gitmiş ve burada evlenmiş. Ancak, kısa bir süre sonra Rusçuk’a geri çağrılmış. Ahmet Hamdi Tanpınar, “dönüşte ölçüsüz bir sefahat hayatına atılan genç Midhat bu yüzden ağabeysiyle bozuşarak onun evini terk etti” diyor. (1867) Bu arada kalemdeki vazifesinden de ayrılıp hayatını tapu defterlerini kopya ederek kazanmaya çalışmış.
Bir süre sonra, Tuna gazetesinin baş muharrir ve Ziraat Müdürlüğü’ne kâtip olan yazar, 1869’da Mithat Paşa’nın Bağdat Valiliği’ne atanması üzerine onun yanında Bağdat’a gitmiş. Fakat daha evvel, kendisine İstanbul’dan Bağdat’ta çıkarılacak Vilayet gazetesini kurmak için lâzım gelen matbaa ekipmanını satın alma vazifesi verilmiş. Ahmet Mithat’ın bir özelliği de matbaa mürettipliğini ve makinistliğini bilen biri oluşu.
Bağdat-İstanbul-Rodos: Fırtınalı yıllar
Bağdat’ta Vilayet matbaasının ve Zevra (Bağdat şehri) gazetesinin müdürlüğünü yapan Ahmet Mithat burada ilginç kişilerle karşılaşmış. Bunların ikisinden çok etkilenmiş. Biri daha sonra müze müdürü olacak olan ressam Osman Hamdi Bey, diğeri ise gazetesine İngilizce, Arapça ve Farsça çevirmeni olarak alacağı İranlı Muhammed Can Muattar. İlki Ahmet Mithat’a okuması lâzım gelen kitapları Avrupa’dan ısmarlar, ikincisi ise ona Şark bilimlerini ve eleştirel düşünceyi öğretir.
İlk kitabı Hâce-i Evvel’i (İlk Öğretmen) gene bu şehirde yazar. 1869’da yayımlanan eserini Kıssadan Hisse izler. Telif ve tercüme kısa öykü ve masallardan oluşan bir kitaptır. 1870’te ağabeyinin ölümü üzerine, ailenin bütün yükü Ahmet Mithat’ın üstüne kalır. Bağdat’taki görevinden istifa edip İstanbul’a döner. Ceride-i Askeriye’ye baş muharrir olur ve Basiret gazetesinde yazmaya başlar.
Bu arada, bir de evine matbaa kurup yazdığı kitapları kendisi basmaya başlar. Ailecek Hâce-i Evvel’i, Kıssadan Hisse’yi ve Lekaif-i Rivayat (Güzel Hikâyetler) serisinin ilk kitaplarını basarlar ve bunların geliriyle geçinirler. Daha sonra, bu matbaa genişleyecek, önce Camlı Han’a, oradan da Babıâli’ye taşınacaktır. 1872’de İbret gazetesini yönetmeye başlar ve Namık Kemal’le tanışır. Türkçe-Fransızca çıkan Takvim-i Ticaret gazetesinin basımını ve Türkçe bölümünün yazıişlerini üstlenir. Galata’da bir matbaa satın alıp Beyoğlu’na yerleşir.
Bu dönemde, ilki çıktığı gün “lağvedilen”, ikincisi ise on yedi sayı çıktıktan sonra kapatılan Devir ve Bedir adlı iki gazete çıkarmaya teşebbüs eder. Ahmet Mithat politikayı sevmez, ancak devamlı olarak bir gazetenin patronudur, dolayısıyla politikanın içindedir. Bu durum Rodos’a sürgün edilmesine yol açar. Sebebi İbret gazetesinde çıkan “Millet-i Metbua” (Egemenlik milletindir) başlıklı yazısıdır.
“Rodos’a sürgün edilme sebebini bilmediğini iddia eder daima. Ona bakılırsa, Namık Kemal ve arkadaşlarının kurbanı gibidir. Dağarcık’taki neşriyatının çoktan beri dikkati üzerine çekmiş olması lâzım gelir. Din meselesi, fakirlik etrafında yaptığı edebiyat, Lamarc’tan bahsediş Abdülaziz devrinin hoşuna gidecek şeyler değildi. Ayrıca ‘Millet-i Metbua’ (egemenlik milletindir) sözü o zaman için bütün bir ihtilâldi.”
Gene Tanpınar’a dönersek, sürgün olayıyla ilgili onun söyledikleri şöyle: “Ahmed Midhat Efendi, Rodos’a sürgün edilme sebebini bilmediğini iddia eder daima. Ona bakılırsa, Namık Kemal ve arkadaşlarının kurbanı gibidir. Hakikat ise Dağarcık’taki [gazetelerinin kapatılmasından sonra kısa bir süre çıkardığı dergi] neşriyatının çoktan beri dikkati üzerine çekmiş olması lâzım gelir. Din meselesi, fakirlik etrafında yaptığı edebiyat, Lamarc’tan [evrim kuramının öncülerinden] bahsediş Abdülaziz devrinin hoşuna gidecek şeyler değildi. Ayrıca ‘Millet-i Metbua’ sözü o zaman için bütün bir ihtilâldi.”
Abdülhamit faktörü
Ahmet Mithat sürgünde de boş durmaz, kendisini okumaya, okutmaya ve yazmaya verir. Çocuklar için Medrese-i Süleymaniye adında bir okul açar. Hasan Mellah, Hüseyin Fellah, Açıkbaş, Ahz-ı Sâr (Öç Alma) gibi kitaplarını burada yazar. Bunların bir kısmını Mehmed Cevdet adıyla yayınlar. 1876’da padişah Abdülaziz’in tahttan indirilip öldürülmesi ve yerine V. Murat’ın geçmesinden sonra affedilir, İstanbul’a döner. Bir süre sonra yeni padişah da indirilir ve yerine II. Abdülhamit tahta oturur.
Bu dönem Ahmet Mithat’ın görüşlerini değiştirdiği dönemdir. Eski arkadaşlarından uzaklaşır. Artık onlar gibi ülkenin selamete çıkması meselesini bir rejim değişikliğinde görmüyordur. Ona göre yapılması gereken halkın eğitim ve öğrenim seviyesini yükseltmek, toplumu dünyada olup bitenden haberdar etmektir. Ayrıca, halkı yanlış Batılaşmadan da korumak gerektiğini düşünür. Evinde mahallesinde okul açan Ahmet Mithat bu yanıyla da örnek olmaya çalışır.
II. Abdülhamit tahta geçtikten bir süre sonra Mithat Paşa’yı sadrazamlıktan uzaklaştırır, böylece paşanın idamıyla sona erecek yeni bir süreç başlar. Bu dönemde Ahmet Mithat padişahın yanında saf tutar. Yaşamındaki pek çok olumlu gelişmenin altında imzası bulunan Mithat Paşa hakkında kabul edilemez şeyler yazar. Bu dönem yayınladığı Üss-i İnkılâp (İnkılabın İlkeleri, 1878) ve Zübdetü’l Hakâyık (Gerçeklerin Özü, 1879) kitaplarında geçirdiği dönüşümün onu nerelere kadar sürüklediğini görüyoruz.
Ve tabii bu yakınlık saray tarafından ödüllendirilecektir. 1878’de Takvîm-i Vekâyi’ye (Resmi Gazete) müdür olur, aynı yıl Tercüman-ı Hakikât gazetesini yayınlamaya başlar. Burası zaman içinde pek çok gazeteci için bir okul olacaktır. Ardından Meclis-i Umûr-ı Sıhhiye üyeliğine tayin edilip 1895’te buranın müdürü olur. Ancak, bu resmi görevler yazmasına mani olmaz. Ne gazetecilikten vazgeçer ne de kitap yayınlamaktan.
Artık çiftlikleri –ki bir tanesinin içinde ünlü Sırmakeş suyu bulunmaktadır– ve Beykoz’da yalısı bulanan bir yazardır. 1889’da Stockholm’de toplanan Doğu Bilimleri toplantısında Türkiye’yi temsil eder. Arada bir gazetelerde de yazar. 1908 Devrimi’nde yeniden Tercüman-ı Hakikât’ın başına geçer. Fakat yazdıkları pek ilgi çekmez. 1910’da basılan son romanı Jön Türk’te geçmiş dönemi eleştirse bile okuyucunun tavrı değişmez. Roman ilgi görmez. Bunun üzerine, Ahmet Mithat yazı hayatından çekilir. Darülfünun’da, Darülmuallimat’ta ders vermeye başlar, Darüşşafaka’da ders nazırlığı yapar. 28 Aralık 1912 günü ebediyete intikâl eder.
Yenilikçi muhafazakâr
Ahmet Mithat Efendi genç yaşlarından başlayarak yaşamı boyunca ara vermeden yazmış bir yazar. Edebiyatın neredeyse her türünde eserler kaleme almış. Yeni icatları tanıtıcı kitapçıklar, eğitim, öğrenim, hatta görgü kuralları hakkında kitaplar yazmış. Tanzimat’tan bu yana Türkiye’ye girmeye başlayan Batı kültürünü tanıtıp yaymaya, fakat bunları dini doktrine bağlamaya, bilimsel gelişmelerle dini doğrular arasında hiçbir çelişki olmadığını göstermeye çalışmış. Araştırmacılara göre eserlerinin sayısı 200 civarında.
“O, bu kadar biçare şekilde canı sıkılan insanlara, daha doğrusu her ağzını açışta meselelerini yutmağa alışmış bu can sıkıntısının kendisine hitap ediyordu. Çünkü esnaf kahvesinde konuşma can alacak hiçbir noktaya parmak basmayacaktır. Izdırap, sefalet, insan talihinin acı tarafları ‘say-i şâhânede’ çoktan halledilmiştir. Metafizik endişeleri, her türlü huzursuzluğu ise dinî akideler karşılar… İşte Abdülhamid devrinin asıl beğendiği, mahzursuz gördüğü, hattâ beslediği edebiyat.”
Bunun dışında bir de gazeteci yanı var. Hep bir gazetesi olmuş ve daha sonra basın dünyasının önde gelen kişileri olarak ün kazanacak pek çok gazeteci onun himayesinde yetişmiş. Ahmet Rasim, Hüseyin Rahmi, Ahmet İhsan Tokgöz, Hüseyin Cahit vd. hep onun rahle-i tedrîsinden geçmişler.
Sade bir dille yazdığı eserleri beğenilip çok okunmuş ve yazarına ün kazandırmış. Ancak, Ahmet Mithat’ın başarılı bir edebiyatçı olduğunu söylemek mümkün değil. Ahlaki kahramanların ve şaşılası olayların sık sık karşımıza çıktığı romanlarında gerçek bir karakter göremeyiz.
Sürekli olarak kitap ile okuyucu arasına girerek birtakım açıklamalar yapması, en azından eserlerinin bütünlüğünü bozan ayrı bir konu. Okuyucu bir türlü kitapla baş başa kalamaz. Örneğin, şöyle bir sözü sarfedebiliyor: “Sohbetin başlangıcını gördünüz ya, bu başlangıca bakınca neticenin nerelere doğru varacağını da elbette tahmin edebilirsiniz. Bu bapta bizden izahat isterseniz deriz ki:…” (Dolaptan Temaşa)
Ancak, döneminde bu kitaplar çok okunup beğenilmiş. Tanpınar popülaritesiyle ilgili şunları söylüyor: “Bütün bu fıkralar, ‘tarif’ler, yârenlikler Ahmed Midhat Efendi’nin tutunma sırrını bize verir. Filhakika böylece önümüze açılan boşluk okuyucu seviyesidir. O, bu kadar biçare şekilde canı sıkılan insanlara, daha doğrusu her ağzını açışta meselelerini yutmağa alışmış bu can sıkıntısının kendisine hitap ediyordu. Çünkü esnaf kahvesinde konuşma can alacak hiçbir noktaya parmak basmayacaktır. Izdırap, sefalet, insan talihinin acı tarafları ‘say-i şâhânede’ çoktan halledilmiştir. Metafizik endişeleri, her türlü huzursuzluğu ise dinî akideler karşılar… Bunun dışında hasbelkader işlenen suçlar ve talihsizlikler vardır ki, onları da Ahmed Midhat Efendi’nin iyi niyeti, kötüleri tecziye ederek, iyilere mükâfat, orta hâllilere hüsnühâl kâğıdı dağıtarak halledecektir. İşte Abdülhamid devrinin asıl beğendiği, mahzursuz gördüğü, hattâ beslediği edebiyat.”
Gene bu kitapların bir başka özelliği, önemli bir bölümünün konularında ilk kitaplar olmaları. Örneğin Dürdane Hanım (1882) romanında henüz yeni icat edilmiş telefondan söz ediliyor. İlk polisiye romanımız kabul edilen Esrar-ı Cinayet de (1883) onun ürünü. Apukurya şenliklerini (Karnaval, 1881) veya mirasyedi zenginlerin düşkün hallerini (Obur, 1885) anlatan gene o. Çingene (1887) romanı da bir ilk. Felsefe-i Zenan (1870) romanının kahramanlarından biri olan genç kız ev dışında çalışmaktadır. Yeniçeriler (1871) romanında yeniçeri argosunun cömertçe kullanıldığını görürüz. Bu konular ilerleyen yıllarda başka yazarlar tarafından da ele alınacak, serpilip çeşitlenecektir.
Ve Ahmet Mithat’ın yaptığı belki de en önemli şey: Okumayı eve sokması, Türk toplumuna roman okumayı öğretmesi. Kitabı evin eşyalarından biri haline getirtip okuma (veya okunanı dinleme) zamanı denilebilecek bir zaman kesitini güne sokması. Günün belli bir saatinde aile evde toplanıp kitap okuyanı dinler olmuş. Tartışmaları bu yazılanlar yönlendirmiş. “Kitap kültürü” diyebileceğimiz yeni bir kültürün temelleri atılmış. Bunun ilk mimarlarından biri de Ahmet Mithat.