KADIKÖY CAFERAĞA & YELDEĞİRMENİ DAYANIŞMALARI

Söyleşi: Bekir Avcı, Ulus Atayurt
4 Haziran 2022
SATIRBAŞLARI

Volkan Bulut: Kadıköy-Yeldeğirmeni’nde yirmi yıldır metruk duran bir binaya, “Mahallenin ortasında böyle bir çöplük bırakamazsınız, bu kamusal bir sorun. Bu artık mahalleye, sokağa ait bir yer” diyerek girdik. Ve Duatepe Sokak’taki o metruk binayı Yeldeğirmeni Mahalle Evi’ne dönüştürdük. 2013 Ekim’iydi, Gezi’den dört ay sonra yani.   

Melis Özbakır: Biz de Şükrü Sokak’taki metruk bir binayı Caferağa Mahalle Evi haline getirdik. Mahalle Evi’nin ne olduğu sorulduğunda bir sosyal merkez olduğunu söylüyorduk. Öyleydi gerçekten. 

Evren Kocabıçak: Caferağa Mahalle Evi için binayı tespit ederken çok eğlenmiştik. Aday evlerin uygunluğunu kontrol ediyorduk. Kontrolün gizlice yapılması gerektiği için gece 2 sularında faaliyete başlıyorduk. Gideceğimiz yere yakın oturan arkadaşlarımızda kalıyor, gece vakti mimarı, mühendisi, elimizde zincir ve tel makası metruk binalara gidiyorduk. Sonra eve dönüp uyuyor, sabah işlere dağılıyorduk. Hep birlikte yapıp etmenin verdiği coşku ve heyecan dolu zamanlardı.

Bir sucu bize her gün su getiriyordu. Bir defasında, “abi, bizimkiler ‘komünistler, solcular metruk binayı ne hale getirdi, ülkeyi versek ne olur acaba’ diyorlar” dedi. Bizi izliyordu mahalleli. Biz de mahalleliyiz, ama aynı zamanda “izlenen” kişileriz.

Volkan: Gündüz geçim derdiyle çalışıyor, akşamları İşgal Evi’nden moloz çıkarıyorduk. Bir süre sonra çok yorulduk. “Bir tuğla da sen koy” diye bir çağrı yaptık. Baba Zula, “bir konserle destek atalım” dedi. Kadıköy Sahne ücretsiz mekânı sağladı. Bir salı günü konseri organize ettik. Kaç kişi beklersiniz? Örgütlenmenin boyumuzu, mahallenin sınırlarını aştığını o gün anladım. Yerlisi, yabancısı, akın akın binlerce kişi geldi. İnsanlar içeri giremedikleri için sokağı doldurdu. Gece boyunca en ufak bir sorun çıkmadı. Herkes çok eğlendi. İşgal evinin –adını Don Kişot koymuştuk– onarımı için iyi bir bütçe çıktı. Yaşadıklarımız “21. yüzyıl siyasetinde yeni biçim” tartışmalarının bir meyvesi, Gezi’den sonraki ilk deneyimlerden biriydi.

Melis: Caferağa Mahalle Evi bizi büyük bir demir kapıyla karşılıyordu. İçeri girince, solda oturma odası vardı. Sohbet ettiğimiz, çay içtiğimiz, sobada kestane pişirdiğimiz, çocuklara doğum günü kutlamaları yaptığımız geniş bir salon aslında. Duvarları gittiğimiz eylemlerden dövizler, çocukların yaptığı resimler, insanların bıraktığı mektuplarla doluydu. Oturma odasından çıkınca geniş bir hol, solda etkinlik takvimini yazdığımız beyaz tahta yer alıyordu. Holün hemen karşısındaki büyük oda Elif Çermik Kütüphanesi’ydi. İçerde bine yakın kitap vardı. Kütüphanenin yanındaki dar geçitte teknik ekibin büyük emekle işler hale getirdiği tuvalet, hemen arkasında mutfağımız vardı. Mutfaktan büyük bahçeye iniliyordu. Evin arkasında, genellikle gölge, süper bir dinlenme ve sohbet alanı bulunuyordu. Yazları forumları orada yapıyorduk. Bahçede aşureler pişiyor, yemekler yeniyordu. Geri dönüp merdivenden yukarı çıkınca geniş bir hol ve irili ufaklı odalar vardı. Fotoğraf atölyesinin karanlık odası bu kattaydı. Bir üst katta kıyafet takas odamız vardı. Acının İki Yüzü sergisio kat ile bir alt katında yapıldı. 27 Ekim 2014’te açıldı, kasım boyunca sürdü. Sonra başka sergiler de oldu.

Kadim Fırat, Evren Kocabıçak, Melis Özbakır, Volkan Bulut, Özgür Sertaç Güney, Nurgül Bulut

Evren: Kâmuran Erkaçmaz asker ve gerilla ailelerinden ölenlerin eşyalarını toplayarak yapmıştı Acının İki Yüzü’nü. Bazı komşulardan çok ciddi tepki geldi. Ama sergiyi gezdiklerinde “bu savaş neden devam ediyor?” diye sordular.

Volkan: Don Kişot İşgal Evi’nin dış duvarında Berkin Elvan, Gezi fotoğrafları, bazı sanatçıların yaptığı duvar resimleri vardı. Giriş kapısının karşısındaki merdivenlerden çıktığınızda odalara açılıyordunuz. Bina metruk olduğu için her yeri odaya dönüştürmüştük. Sağdaki elbise odasından istediğinizi alıp istediğinizi bırakabiliyordunuz. Solunda çocuk oyun alanı vardı. Tiyatro, müzik çalışmaları da orada yapılıyordu. O odanın karşısı insanların sohbet ettiği, okuma gruplarının kullandığı, atölyelerin yapıldığı kocaman bir salondu. Bir üst katta, mora boyalı bir kadın odası vardı. Caferağa’daki gibi, üste doğru çıktıkça kullanım alanı azalıyordu. Çatıya çıkış gemici merdiveni gibi bir merdivenle oluyordu, çok kolay değildi. Ama şapı atılmış ve çok güzel bir çatı bahçesine dönüştürülmüştü. Berkin Elvan Bostanı yapılırken fideleri çatıda yetiştirmiştik. Evin hemen hemen bütün duvarları sanatçıların sergi alanına dönüşmüştü.

Nurgül Bulut: İşgal evine şap atıldığı günü hiç unutmuyorum. İstanbul’da doğdum büyüdüm; akrabaların, mahallelinin gecekonduları birkaç günde bitirme telaşı, çabası olurdu. Bizim şap atma merasiminin biraz böyle bir yanı vardı. Bütün mahalleli o şapı beraber bitirmeye çalışmıştı. Büyük bir dayanışma ve şenlik havası vardı.

Melis: Aklıma bostan şenliği, ekim ve hasat şenlikleri geliyor. İnsanlar çoluğunu çocuğunu alıp gelmişti. Küçücük bir alanda yüzlerce insan bir aradaydı, su taşıyor, çapa yapıyordu. İşgal evinin temizliği de her zaman şenliğe dönüşüyordu.

Özgür Sertaç Güney: “İnsanlar niye geliyor buraya acaba?” diye düşündüğüm zamanlar geldi aklıma. Şenlik vardı, onun için geliyorlardı.

Nurgül: Yeldeğirmeni’nde düğün yaptık, daha ne şenlik olsun. (gülüyor)

Kadim Fırat: Düğünden bir hafta-on gün sonra da Çocuk Esirgeme Kurumu’ndaki çocuklarla 2014’ün yılbaşı partisini yapmıştık. Hıncahınç doldu işgal evi. Müzik grupları geldi, oyunlar oynandı, yemekler hazırlandı. Cümbüşlü, şenlikli bir yılbaşıydı.

Volkan: Bir sucu bize her gün su getiriyordu. Bir defasında, “abi, bizimkiler, ‘komünistler, solcular metruk binayı ne hale getirdi, ülkeyi versek ne olur acaba’ diyorlar” dedi. Bizi izliyordu mahalleli. Biz de mahalleliyiz, ama aynı zamanda “izlenen” kişileriz. (gülüyor) Yunan anarşistler, Atina’daki Exarchia mahallesindeki işgal evleriyle buradakiler arasında bir bağ kurabilir miyiz diye sohbet etmeye gelmişlerdi. Biz de “siz deneyimlisiniz, anlatın bize, sorunlarımızı çözelim” demiştik. Henüz iç tartışmalarımız sürüyordu: “Burası bir sosyal merkez, mahallenin kültürel dokusuyla uyuşmak zorunda değil, mahalleden bir tepki geldiğinde niye dikkate alıyoruz” gibi yorumlar yapılıyordu. Yunan arkadaşlara sormuştuk: “Mahalleliyle birlikte mi evleri işgal ediyorsunuz? Yoksa işgal ettikten sonra, ‘artık biz burada yaşıyoruz’ mu diyorsunuz?”  Onlar da, “bu nasıl soru, siz bu mahalledensiniz, işgal mahalleli olmadan olmaz ki, sizi yarın öbür gün mahalleye sokmazlar”, “işgal mahalleliyle birlikte olmalı ki, oradaki dokuyla beraber bir dönüşüm yaşansın” demişlerdi.

Mahalle dayanışmaları çok farklı aktörlerin karşılaşma ve etkileşim alanlarıydı. Bu etkileşimin sonucunda oluşan dönüşümü gözlemlemek, karşılaşılan zorluklarla ortaya çıkan moral bozukluğunu bertaraf eden bir motivasyon kaynağıydı.

Evren: Caferağa’da aşamadığımız sorunlardan biriydi mahalleliyle mahalleli aktivistler arasındaki açı farkı. Gezi’den mahallelere geldiğimizde, komşuların önemli bir oranının talepleriyle taleplerimizin uyuşmadığını fark etmiştik. Onlar binaların müteahhitler açısından cazip hale gelmesi için kat yüksekliklerinin artırılmasını istiyordu. Oysa sokakları genişletmeden, yeşil alanları artırmadan daha yüksek bina yapmak kent dokusunu mahveder. Otopark isteyenler vardı. Halbuki daha çok otopark daha çok araba demek. Bu talepleri olanlar belki de mahalledeki çoğunluğu temsil ediyordu. Ülke genelinde yaşanan ne ise onun mahalleye yansımasını görüyorduk. Ülke ekonomisi inşaat ve rant geliri üzerinden dönüyorsa, mahalledeki insanlar da yüzünü buna dönüyordu. Siyasi konjonktürün karşılığını mahallede görebiliyordunuz. Mesela çözüm sürecinde mahallede yapabilecekleriniz farklıydı, şimdi yapabilecekleriniz farklı. Yerelin özellikleri de önemli. Caferağa ve Yeldeğirmeni deneyimleri çok farklıydı, çünkü bu iki mahallenin sosyo-ekonomik özellikleri birbirinden ayrışıyordu. Öte yandan, mahalle dayanışmaları çok farklı aktörlerin karşılaşma ve etkileşim alanlarıydı. Bu etkileşimin sonucunda oluşan dönüşümü gözlemlemek, karşılaşılan zorluklarla ortaya çıkan moral bozukluğunu bertaraf eden bir motivasyon kaynağıydı. Mesela, mahalleden MHP’li bir komşu gelip “ya siz güzel işler yapıyorsunuz, ben HDP’ye oy veriyorum bu seçimde” dediğinde, çok mutlu oluyorsunuz. Yani farklılıklar ortadan kaldırılamaz veya eritilemez değil.

Kadim: Ama dirençli de. Örneğin, Yeldeğirmeni’nde Bingöllü, Hemşinli topluluklar yaşıyor. Mahalle dayanışmasını sağlamlaştırmak için iki grubu bir araya getirelim, “İki dağ, iki kültür” diye bir etkinlik yapalım istedik. Bingöllü arkadaşlar iki kültürün birbirine pek yakın olmadığını söyleyip ayrı etkinlik yapmayı önerdi. Etkinliği işgal evinde Hemşinlilerle gerçekleştirdik. Yörenin kültürü ve dili üzerine çalışanlar sunum yaptı, şiirler okundu, şarkılar söylendi, yemekler yendi, kemençe çalındı, horon tepildi.

Melis: Agora 99 toplantısı çok güzeldi. İspanya, Yunanistan, İtalya, Bulgaristan, Hollanda’dan işgal evleri, mahalle örgütleri, büyük projelere karşı örgütlenen platformlar geldi. Bizden de Müşterekler, Özgür Kazova İşçileri, Dayanışmalar, çeşitli örgütler katıldı. İki gün boyunca (24-25 Ekim 2014) hikâyelerimizi, mücadelelerimizi paylaştık. Soma eylemini hiç unutamıyorum. Kalabalık Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’ndan Boğa heykeline kadar Bahariye Caddesi’ni doldurdu. Mumlar yakıldı, yere oturuldu. Pek çok sınırın zorlandığı bir gündü (27 Mayıs 2014).

Özgür: Mahalle dayanışmaları, benzer eğilimleri olan insanların bir araya gelmesini, daha rahat hareket etmelerini, yalnız hissetmemelerini sağlıyor. Ortak noktalarda buluşamasanız dahi komşu olduğunuz için konuşabiliyorsunuz. Tam tersi de mümkün tabii. İşgal evinin karşı apartmanında oturan biri “sizin ne olduğunuzu biliyorum, yanınıza gelmem asla” demişti. “Ne oldu?” diye sorduğumuzda, “Hrant Dink için anma yaptınız, Uğur Mumcu için hiçbir şey yapmadınız” yanıtını almıştık. “Uğur Mumcu için de yapalım, sen de gel” dedik. Ama “hayır” yanıtını aldık. Bu biraz o insanların sosyo-ekonomik konumları, sınıfsal kimlikleriyle de ilgili.

Melis: Bir de Mahalle Evi’ne destek verip hiç eve gelmeyen bir grup vardı. Mesela karşı apartmanda yaşayan bir genç “gel bir çay, kahve içelim” dememizle birkaç defa geldi sadece, ama ne zaman bir etkinlik olsa bize evinden elektrik çekiyordu.

Evren: Kapıya börek asan gizemli komşuları da unutmamak lâzım. (gülüyor)

Melis: Eve birçok yabancı dost geliyordu. İnsanlar İngilizce konuşmaya çekiniyordu. Madem öyle, “İngilizce anlıyorum, ama konuşamıyorum” atölyesi yapalım dedik. Atölyeye mahalleden beş kişilik, orta yaş üstü bir kadın grubu da geldi. İngilizce sohbet etmeye başladık. İnsanlara “gününüz nasıl geçti, anlatın” diyorduk. Epey matraktı, on dakikada anlatılacak gün iki saat konuşuluyordu. Ardından “bir mekân seçin, mesela hemen karşımızdaki Aya Triada Rum Ortodoks Kilisesi, tarihini anlatın” diyorduk. İngilizce konuşarak kiliseyi dolaştık.

Kadim: İşgal evinden ve Gezi’den önce de mahallede ev toplantıları, kahvaltı buluşmaları yapıyorduk. Mahalledeki dernekler, yakın olduğumuz partiler de çeşitli faaliyetler yapıyordu. Ama mahalle düzeyinde dayanışma, bu ivme Gezi’den sonra yakalandı.

Volkan: Bizim de ara sıra uğradığımız Dallas kıraathanesinde takılan mahalleliler açık açık şunu söyledi: “Bırakın işgal evine ses etmemeyi, Gezi’den önce gelseydiniz, biz sizi sokaklara bile sokmazdık.”

Kadim: Zamanla, etkinliklerimizde Gezi’de ya da Yoğurtçu’da görmediğimiz insanların sayısı artmaya başladı. Ali İsmail Korkmaz Parkı’nın yakınındaki ilk toplantıdan sonra, film gösterimlerine çocuklar, anne ve babaları, çekirdekleri ve meşrubatlarıyla geldi. İnsanlar evlerinden sokağa inmeye, dayanışmaya, birbirleriyle konuşmaya başladı. Birinin baz istasyonu sorunu var, birinin evine kömür taşınması gerekiyor, birine ilaç lâzım, tüm bunlar imece usûlüyle hallediliyordu. Mahalle düzeyinde siyaset yapabilme, dayanışma noktasına eriştik.

Volkan: Gezi değişmekte olan toplumun sıkışmışlığının sonucuydu, bir isyan hareketi olarak başladı. Bunun yansımalarından biri mahallelerde oluşturulan dayanışmalardı. 2013’ten 2015’e, iki yıl boyunca dönüşen, bizleri birey olarak dönüştüren bir çalışmadan bahsediyoruz.

Melis: Bütün bunların bende bıraktığı dayanışma hissi. İnsanlarla dayanışmayı daha pratik ve entegre yapabilme refleksi kazandım. 2013’te, Gezi’den sonra üniversiteden mezun oldum. “Şimdi ne olacak?”, “Hayatım nereye gidiyor?” soruları kafamda dolanıyordu. Caferağa Dayanışması bana pek çok sorunun cevabını sundu. Tanıştığım insanlar barınma ihtiyacımı karşıladı, iş fırsatları yaratıldı. Mahalle Evi’ndeki üretimimizle başkalarıyla dayanışıyorduk. Mutfaklarda ihtiyacı olanlara yemek veriliyordu. O yemek birlikte yeniyordu. Dil ve fotoğraf atölyeleri gibi farklı etkinlikler insanlara bir şeyler katıyordu.

Kadim: Bugün Yeldeğirmeni’nde çocuklar birbirlerine “Ali İsmail Korkmaz Parkı’nda buluşalım” diye sesleniyor. O tarihi yaşamamış insanlara Gezi’nin simge isimlerinden birini hatırlatmak çok güzel. Hayır kampanyasının en önemli örgütlenme yerlerinden biri Yeldeğirmeni oldu. Şaibeli referandum meselesinde ilk tepkiyi veren yerlerden biri yine Yeldeğirmeni’ydi. Geçtiğimiz şubat ayında Boğaziçi eylemlerinde öğrencilere şiddet uygulandığında hemen her apartmanda tencere-tava çalındı, sokaklara inildi. İstanbul Sözleşmesi’nden çıkıldığında benzer bir refleks gösterildi. Sosyalist bir arkadaşımız, Sultan Aksu muhtar seçildi.

Gezi’nin ardından parklara, forumlara, dayanışma ağlarına, kooperatiflere, işgal evlerine geçtik. Birçok şehirde mahalle dayanışmaları kuruldu. İşgal evleri aslında birer mikro Gezi’ydi, bostanları, kütüphaneleri, ortak alanları vardı. Toplumsal hareketlerin kümülatif bir yapısı var. Mutlaka bakiyeler bırakıyor.

Özgür: Bahariye Caddesi’nin sonundaki “havuz meydanı” denen yere Mehmet Ayvalıtaş Meydanı ismini vermeyi kararlaştırdık. Nasıl olacak? Meydana bir tabela çakacağız, imza toplayacağız. Herkesin geçtiği bir nokta olduğu için imzalar meydanda toplandı. Forumlar, film gösterimleri, şenlikler orada yapılırdı. Yani dayanışmanın mahalleliyle buluştuğu yerdi Mehmet Ayvalıtaş Meydanı. Meydana astığımız Mehmet Ayvalıtaş tabelaları sürekli sökülüyordu. “İBB bu ismi kabul etmez, Kadıköy Belediyesi’nin de umurunda değil” diye düşündük ve şöyle dedik: “El mi yaman, bey mi yaman gösterelim, meydana o kadar çok tabela koyalım ki, kaldırmaları imkânsız hale gelsin.” (gülüyor) A8 boyutunda, yağmurda çamurda dağılmayacak binlerce küçük tabela yaptırdık. Bir saniye olsun “paramız yok, işi kim üstlenecek” diye düşünmedik. Her şey şenlik içinde yapıldı. Bir akşam, forum sonrası, merdivenlere, ağaçlara, meydandaki heykele, parmaklıklara, meydanın etrafına tabelaları yerleştirdik. Bir kısmı yıllarca meydanda durdu.

Evren: Caferağa’da üç önemli kazanım var. Biri Mehmet Ayvalıtaş Meydanı. Bu ismin o zaman AKP’li olan İBB tarafından onaylanması dayanışmaların, Gezi direnişinin gücünü gösteriyor. Kadıköy’de, Moda sahiline inen merdivenler inşa etmeye başladılar. Tam da 1 Ocak 2014 sabahı, yılbaşı günü bir basın açıklamasıyla merdiven inşaatı durduruldu. Atılan betonu sökmek zorunda kaldılar. Ardından Mehmet Ayvalıtaş Meydanı’nın altına ve Moda sahiline iki büyük otopark inşaatı yapılacak, otoparklara ulaşım sahile açılacak bir yolla sağlanacaktı. Uzun süre imza toplandı, eylemler düzenlendi ve inşaatlar engellendi. Ayrıca dayanışmalarda, forumlarda, eylemlerde çok farklı sosyal aktörlerin bir araya gelmesinin sağladığı bir algısal dönüşüm söz konusuydu. O dönemde birbirimize doğru daha çok adım attığımızı düşünüyorum.

Kadim: 2013 öncesinde de platformlar, güç birlikleri üzerinden siyaset yapmaya alışıktık. Ama bunların yeni bir toplumsal dönüşümü ilerletemeyeceği konusunda da hemfikirdik. Yatay örgütlenmeler, doğrudan demokrasi, meclis tartışılmaya başlanmıştı. Gezi, tam böylesi bir zamanda, birbirine hiç benzemeyen, ama son derece önemli ortaklıkları olan geniş kesimleri bir talepler manzumesi üzerinden bir araya getirdi. Gezi’den sonra bir araya gelen insanlar şu soruyu sordu: Bundan sonra ne yapacağız? Dayanışmalar, işgal evleri, park forumları bu sorulara yanıttı. Geçmiş arızalar bir kenara bırakılarak yeni bir siyaset biçimi denendi. Sonraki mücadelelerde, örneğin Kaz Dağları’nda bunu gördük.

Melis: Gezi’nin ardından parklara, forumlara, dayanışma ağlarına, kooperatiflere, işgal evlerine geçtik. Birçok şehirde mahalle dayanışmaları kuruldu. İşgal evleri aslında birer mikro Gezi’ydi, bostanları, kütüphaneleri, ortak alanları vardı. Toplumsal hareketlerin kümülatif bir yapısı var. Mutlaka bakiyeler bırakıyor. Bu yüzden yeni kuşakların Gezi’den, diğer yatay hareketlerden etkilenmesi çok doğal. Bakiye kulaktan kulağa, bazen romantik, karnavalesk hikâyelerle aktarılıyor, yeni kuşaklar tarafından özümseniyor.

Evren: Katılımcı yatay örgütlenmelerin çok önemli bir vaadi var: Her katılımcıya “sen buranın esas öznesisin” diyor. Yani ne kadar emek harcadığından, katkısının niteliğinden bağımsız olarak, her özne dikkate alındığını, sözlerinin bir karşılığı olduğunu ya da olacağını biliyor. Bu yüzden katılım çok yüksek oluyor. Ertuğrul Kürkçü Express’in bahar sayısında “devrimci öznenin çoklaşması” tespitini yapıyor. “Kapitalizmin krizi öylesine derin ve yıkıcı halde ki, bunu yaşamak zorunda kalan herhangi bir bireyin tepkilerinin ve kapitalizm ile karşı karşıya gelişinin bilinçli bir işçi önderininkinden daha az radikal olmadığına” dair bir tespit. Bunu sokakta da gözlemleyebiliyoruz. Bu durum mücadele zeminini genişletiyor. Katılımcılık ve yataylık bu genişleyen zemini kapsadığı ölçüde önemli bir hal alıyor. Ayrıca, katılımcıların çeşitliliği yapıya çok farklı bir güç kazandırıyor. Önemli bir düşünce ve dil zenginliği ortaya çıkıyor. Öte yandan, yataylık iddiasındaki oluşumlarda, kalıcı olabilmek veya hiyerarşilerin oluşmaması için belli bir yapılaşmaya ihtiyaç duyuluyor, yataylık kendiliğinden sağlıklı sonuçlar doğurmuyor.

Volkan: Zapatistalar “itaat ederek yönetmek” kavramını uyguluyor. Topluluğun aldığı kararı uygulamak, sürdürmek, iradi sürekliliği sağlamak anlamında “itaatle yönetmek”. “Sıfırıncı komutan” hikâyesinin altında biraz bu var. Bildiğimiz anlamıyla hiyerarşi altüst edilmiş, ama karar yetkisi olan bir mekanizma söz konusu. Biraz “bu işi o yapar zaten” denen, o doğallıkla oluşan bir durum. Tabii o “doğallık” hiyerarşiler doğurmuyor değil. Biz “yatay örgütlenme nasıl olmalı”, “Halloway ya da Hardt-Negri ne diyor”, “bu konunun mazisini tartışalım” kısmına hiç giremedik. Çünkü olayın içinde bulduk kendimizi. “Bu işle şu kişi ilgilenir, ona soralım” diyorduk. Ama o kişi yetkiyi aştığında yataylık hikâyesi altüst oluyordu. Bunun sebebi, işin biçimine dair yabancılığımızdı.

Melis: Birisi bir işi sürekli yaptığında “değişsin” diyorduk. Fakat rotasyon zamanı işin gönüllüleri az olabiliyordu. O yüzden aynı ekip devam ediyordu. Bu da o kişileri o işten mesul kılıyordu. Diğer yandan, işleyişe, dayanışmanın geleceğine, katılımcıların nasıl hissettiklerine ya da nasıl katkı sunacaklarına dair tartışmaları yapmakta geciktik. Sorunlar artmaya başlayınca forumlar yaptık. İşgal evinin 2014 sonunda kapanmasından birkaç ay öncesiydi. Zaten bir polis saldırısı bekleniyordu. Dayanışmalar eskisi kadar kalabalık değildi. Özetle, nasıl hayatta kalabileceğimize dair bir tartışmayı gerçekleştiremedik. Ama daha sonra, resmi olarak 2016’da kurulan Kadıköy Kooperatifi’nde ve başka topluluklarda rotasyon gerçekçi şekilde uygulandı. Bu da o yapıların daha uzun ömürlü olmasını sağladı.

Evren: Bu yılki öğrenci hareketleriyle birlikte Kadıköy Kooperatifi’ne üniversite öğrencileri gelmeye başladı. Daha önce böyle bir talep yoktu. Çoğu Kadıköy’de oturmuyor. Neden Kadıköy Kooperatifi’ni tercih ettiklerini sorduğumuzda, “farklı yapıları dolaştık, en uygun yerin burası olduğunu düşündük” diyorlar. Dertleri kooperatifle sınırlı değil. Çok daha kapsayıcı bir mücadelede yer almak istiyorlar. Sanırım bu tip yapıların hem kapsayıcı hem de katılımcıları tarafından dönüştürülebiliyor olması onlara cazip geliyor. Kooperatife sadece sağlıklı gıdaya ulaşmak ya da küçük üreticileri desteklemek için değil, dünyayı değiştirmek için geliyorlar. Tahminimce işe kooperatifi dönüştürmekle başlayacaklar. Bu çok heyecan verici. Öte yandan, evet, yatay örgütlenmeler çok değerli, ama faşist bir düzende ne ölçüde etki yapabileceklerini, saldırıya ne ölçüde açık olduklarını da gözden kaçırmamak, sınırları doğru koymak gerekiyor.

Özgür: Gezi’de konuştuğum 60’larındaki arkadaşlarım “demek ki yaptıklarımız boşa gitmemiş, meydanlarda bizim sloganlarımız, taleplerimiz yükseliyor” diyordu. Toplumsal mücadeleler ancak aktarılırsa yaşıyor. Hazırladığımız kitabın, Yeniden İnşa Et’in  (Notabene, 2020) amacı da bu. Mesele “neler yaptık” değil, nasıl, hangi ilkeler ve yöntemler çerçevesinde yaptık. Yoksa “şurada kaybettik, burada kazandık”ı anlatmanın, kendimizi doğrulamanın derdinde değiliz. Yanlışa da düştük, güzel şeyler de yaptık. Zamanla, toplumsal dönüşümlerle, üretim ilişkileriyle, teknolojiyle beraber insan doğası da, meseleleri de değişiyor. Bir politik parti başka türlü, geniş tabanlı bir toplumsal muhalefet başka türlü örgütlenir. Örneğin, şimdilerde Boğaziçi’nde de türlü çeşit gruptan insan başka türlü bir üniversite istiyor. Bu durumda herkesin o hedefe yönelik mücadeleye katılmasını sağlayacak mekanizmalara ihtiyaç var. Cevabını katılımcılık, yataylık, doğrudan demokrasi gibi ilkelerde barındıran bir ihtiyaç.

Caferağa Dayanışması’nın konuğu Jacques Rancière

Evren: 15 Temmuz 2016 sonrasında, gelecek karanlık günlerin öngörüsüyle “neler yapabiliriz” diye toplanmaya çalıştığımızda, ilk fark ettiğimiz bir araya gelmenin zorlukları ve isteksizlik oldu. Önce bunun üzerine konuştuk. İster istemez bir özeleştiri süreci başladı. “Nerede hata yaptık, neyi nasıl yapsaydık yer aldığımız yapılar kalıcı olurdu, benzer yapıların hem katılımcı hem de sürekli olabilmesi için nelere dikkat etmek gerekir” diye düşünmeye başladık. Sonra bu tartışmaları bir metin haline getirelim istedik. Yani, “bir kitap yazalım, içerik de şu olsun” diye yola çıkmadık.

Özgür: Yeniden İnşa Et’i yazmaya koyulmadan önce, çevirmen Tuncay Birkan’ın tavsiyesiyle hep beraber Kristin Ross’un Ortak Lüks’ünü okuduk. Birkan, “Kristin Ross’un yöntemi çok önemli, mutlaka ilgilenmeniz lâzım” demişti. Okuyunca Ross’un anlattıkları çok paralel geldi. Yanlış anlaşılmasın, “biz de Paris Komünü gibi bir deneyim yaşadık” demek istemiyorum. Ama Ross’un anlattığı olaylar çağrışımlar uyandırıyor. Sonuçta Komün’de biri ayakkabı yapmayı biliyor, onu yapıyor, diğeri merdiven ya da barikat yapmayı biliyor, onu yapıyor. Dayanışmalar da biraz böyleydi. Herkes becerisine göre, yapabildiği ölçüde örgütlenmeye katılıyordu. Dahası, bu katılımdan haz duyuyordu. 

Evren: Yeniden İnşa Et’in amacı kooperatifler, forumlar, mahalle dayanışmaları gibi yatay örgütlenme modellerinin imkânlarını ve sınırlarını tartışmaya açması. Bu yüzden metindeki meseleler sadece o döneme değil, Gezi’den sonraki yeni örgütlenme modellerine ait güncel konular. Caferağa ve Yeldeğirmeni Dayanışmaları ele alınsa da, tartışılan Dayanışmalar’da ne olup bittiği değil, bundan sonra ne olacağı, nasıl olacağı. Dayanışmalar çok önemliydi, ama devamında Kadıköy’den başka çalışmalar çıktı. Bu nedenle, geçmişteki deneyimleri geleceğe bakmak için ele almak önemli. Yoksa birtakım anılarla kim, neden ilgilensin?

Özgür: Kitabın sonuna Walter Benjamin’den bir alıntı var: “Ezilenlerin geleneği gösteriyor ki, içinde yaşadığımız ‘olağanüstü hal’ istisna değil, kuraldır. Buna denk düşen bir tarih anlayışına ulaşmak zorundayız.” Eskiye göre değişen tam da bu. Gündelik politika ile yönteme dair tartışmaları birlikte yürütüyoruz. O dönem her şey çok hızlıydı. “Burada bir çarpıklık var” diye düşündüğümüzde, genelde “konu çok uzun bir tartışma gerektiriyor, şimdi girmeyelim” deniyordu. Forumun kendi kendini eleştirmesi gerektiğinde politik aktivizm önceleniyor, yapıyı bir arada tutacak yöntem arayışları geri plana itiliyordu. Şimdiki yönteme dair ihtiyaçlarımızı da tartışıyoruz. Sonuçta insanlar bir toplum tahayyülünü gerçekleştirmek için bir araya geliyor. Kitapta anlattığımız onca güzel şeyin yanında olumsuzluklar, insanların tekrar bir araya gelmesini engelleyen hadiseler yaşandı. Geçmişle yüzleşmek gerekiyor. 

Evren: Örgütlenmeye devam ediyoruz. O dönemi romantize etmiyorum. Yedi yıldır süren Karşı Lig bana çok heyecan veriyor. Kadıköy Kooperatifi, Kadıköy Dayanışma Ağı örgütleniyor. Kadıköy Kooperatifi’nin de tıpkı Dayanışma gibi bir mekânı var. Yatay örgütlenmeyi ve katılımı hâlâ çok önemsiyoruz. Neyi farklı yapıyoruz? Belli ilkeler ve yöntemlerle işleyişi yapılandırıyoruz. Yeni gelenler öğrenebilsin diye yönergeler ve modellerle yapıyı kâğıda döküyoruz. İşleri daha sıkı takip ediyor, gönüllülük üzerinden çıkan sorunları elimine ediyoruz.

1+1 Express, sayı 176, Haziran 2021

^