Bağımsız Emek Sendikası geçtiğimiz yılın ekim ayında ilk toplantısını Kadıköy’de yapmıştı. 1+1 olarak takipteydik. O toplantıdan bugüne nasıl bir yol alındı? Neler yaptınız?
Gizem Balcı: Sendika açısından pandemi öncesinde başlayan bir süreç vardı. Özellikle market işçilerinin çözülmeyen sorunları, herhangi bir sendikanın onlara yüzünü dönmemesi üzerine kuruluş kararı almıştık. Araya pandeminin girmesiyle takvim alt üst oldu. Resmi kuruluş aşamasına geçemesek de meselenin peşini bırakmadık, kapımızı çalan her işçiye destek olmaya çalıştık yine de. Aralık 2020’de resmi kuruluş işlemlerini tamamlayabildik. Fakat bu sefer de pandemi nedeniyle genel kurulları yapamadık, bir araya gelemedik. Sürekli yasaklarla karşılaştık. Nihayet, 17 Ekim’de genel kurulumuzu yapacağız.
Ağustos ayında Sivil Toplum Çalışma Grubu’nun ön çalışma raporu yayınlandı. Rapor ne diyor, öne çıkanlar neler?
Balcı: Bağımsız Emek Sendikası 10 No’lu işkolunda örgütlü. Bu işkolu ticaret, büro, eğitim ve güzel sanatları kapsayan geniş bir işkolu. Dört milyona yakın işçinin olduğu, 200’ün üzerinde meslek kolunun bulunduğu bir işkolu bu. Sivil Toplum Çalışma Grubu sendikanın bir ayağı. Hazırladığımız ön çalışma raporunda öne çıkan şey işçi-işveren ilişkisindeki muğlaklık. Hem sivil toplum emekçileri için hem de alanda bulunan yönetici-işveren kesimi için bu muğlaklık mevcut. Mevcut düzenin bir alternatifi gibi görülen bu alanda çalışmak da işçi-işveren ilişkisi içinde tanımlanamaz gibi görülüyor. Ancak, alanda çalışan arkadaşlarımız bunun nasıl bir mobbing, hak gaspı silsilesine yol açtığını çok defa yaşamış ve yaşamaya devam ediyor. Mesai kavramının yok olması, psikolojik şiddete maruz kalma, performans baskısı, cinsiyet kimliğine dayalı ayrımcılık, kıdem ve ihbar tazminatlarının gaspı…
Çalışma alanına dair en büyük sorun proje usulü çalışma. Üç, altı, dokuz aylık projelerle işe alınıyorsunuz, kısa süreli sözleşmelerle çalıştırılıyorsunuz, kolayca işten çıkarılabiliyorsunuz ve tekrar ne zaman iş bulabileceğiniz belli olmuyor. Yaşanan herhangi bir haksızlığa itiraz ettiği için proje sürse dahi bir günde işsiz kalan arkadaşlarımız var. “Ama siz kabul edip sözleşme yapıyorsunuz” gibi bir yargı mevcut maalesef. Güvencesiz çalışmanın, işsizliğin bu kadar arttığı bir dönemde ne yapabiliriz ki?
“Sivil toplum örgütü çalışanları” denince dernek ve vakıflarda, daha çok fonla çalışan kuruluşlarda çalışanları anlamalıyız. Bu alandaki çoğu çalışan 10 No’lu işkoluna tabi. 70 bin sivil toplum örgütü çalışanı var. Bu resmi rakam. Kayıt dışı çalışanlar da olduğu için sayı çok daha yüksek.
Rapora aldığımız tepkiler çok olumlu. Eksiği, fazlasından ziyade, bu alana dair bir şey üretilmiş olması dahi çoğu sivil toplum çalışanı arkadaşımızın ilgisini çekti. Umarız sendikamız altında bir araya gelen sivil toplum emekçileri ile raporun detaylandırmasının yanı sıra fiili müdahalelerde bulunarak bu kurumların içinde de işçilerin söz söyleyebilir olduğunu, kazandığımız hakların bize bahşedilmediğini ve keyfi olarak elimizden alınamayacağını gösterebileceğiz.
Sivil toplum çalışanları sendikaya nasıl dahil oldu?
Bircan Yılmaz: Market ve set işçileri ile özel eğitim emekçilerinin yanı sıra, kendilerine sahip çıkmayan bir sendikaya üye olan bir sivil toplum örgütü çalışanlarının bizi bulmasıyla sivil toplum alanında çalışanlar sendikaya dahil oldu. Akabinde Sivil Toplum Çalışma Grubu’nu oluşturduk. “Sivil toplum örgütü çalışanları” denince dernek ve vakıflarda, daha çok fonla iş yapan yerlerde, yani kamunun yapması gereken işleri fon usulüyle yapan kuruluşlarda çalışanları anlamalıyız. Bu alandaki çoğu çalışan 10 No’lu işkoluna tabi. Türkiye’de 70 bin sivil toplum örgütü çalışanı var. Bu resmi rakam. Kayıt dışı çalışanlar da olduğu için sayı çok daha yüksek.
Burada salt maaşsız çalıştırmadan değil, maaş verip kayıtsız çalıştırmadan söz ediyorum. Çünkü sivil toplum örgütleri birçok kişiyi istihdam ederek değil, hizmet alımı yöntemiyle çalıştırıyor. Hizmet alımı ile çalıştırmak kısa süreli sözleşmeler yoluyla belli bir hizmeti, bu hizmeti sunan bir grup insandan çoğunlukla da ihale usulüyle almak anlamına geliyor. Bu insanların çoğu “kendi hesabına” çalışan insanlar, yani kendi kendilerinin işvereni. Bu aslında bir işverenin sorumlulukları olan sigorta, emeklilik, izin hakkı ve diğer özlük haklarını bireylerin kendisine yüklemek demek.
“Kendi hesabına çalışan” lafı kulağa hoş geliyor olabilir, ama öyle değil. Çünkü kendi hesabına çalışanlar prekarya koşullarda çalıştırılıyor. Ne zaman ve hangi sıklıkla iş alabilecekleri ve bu işin ne kadar süreli olacağı, verdikleri hizmetin ücret karşılığı gibi konular tamamen belirsiz.
Prekarya koşullarından kastınızı açar mısınız?
Yılmaz: Fon sağlayıcı kurumlar hizmet alımı yoluyla çalışılmasını istiyor. Bu da çok ciddi bir esnekliğe neden oluyor ve prekarya koşullarını kuvvetlendiriyor. Çalışana ne zaman iş geleceği belli olmuyor, işçinin bir ay parası oluyorsa bir ay olmuyor, güvence ve sendika gibi şeyler zaten hak getire. Tam da bu yüzden çalışan sayısının resmi rakamların çok üzerinde olduğunu söylüyoruz.
Sivil toplum alanı, kendi öznel koşulları gereği, diğer meslek gruplarından biraz farklılaşıyor. Çünkü çalışma konuları toplumdaki ezen-ezilen ilişkisinden doğuyor. Çalışanlar bu alanlardaki sorunlara dair iyi bir şeyler eylemek isteyen insanlardan oluştuğu için, işçi olma hali muğlaklaşıyor. Bu hem sivil toplum örgütlerinde çalışan insanlardan kaynaklı hem de sivil toplum örgütlerinin yönetici, yani işveren kesimi için daha işlevsel bir hal aldığı için böyle.
Özellikle AB’ye üyelik süreciyle beraber fonlar çok arttı, Suriye’deki savaşla mülteci meselesinin ülke gündemine oturmasıyla da büyüdü. “İyi niyetli” gerekçe ve dertlerle bu yola çıkan dernek ve vakıflar savaş sonrası gelen mülteci fonlarıyla birden büyümeye, şirketleşmeye başladı. Sonuçta fonlar o alanda çalışan insanları hem dönüştürdü hem “ehlileştirdi”. Bu ehlileştirme maalesef alanda çalışanlara da mücadeleye de yansıyor.
Fon sağlayıcı kurumlar hizmet alımı yoluyla çalışılmasını istiyor. Bu da çok ciddi bir esnekliğe neden oluyor ve prekarya koşullarını kuvvetlendiriyor. Çalışana ne zaman iş geleceği belli olmuyor, bir ay parası oluyorsa bir ay olmuyor, güvence ve sendika zaten hak getire.
Sizler ne zamandan beri sivil toplum alanında çalışıyorsunuz?
Emel Candan: İki yıldır bu alanda çalışıyorum. Siyasal Bilgiler Fakültesi mezunuyum. Üniversite yıllarında sivil toplum örgütlerinde gönüllü olarak çalışmaya başladım. Motivasyonum hep “kapitalist düzende emek gücümü her türlü satmak zorundayım, en azından ırkçılık ve cinsiyetçilikle karşılaşmayacağım, verdiğim emeğin karşılığını alabileceğim bir yerde çalışayım” oldu. İlk başlarda profesyonel olarak çalışmadığım için her şey tozpembeydi. Ama yüksek lisansımı bitirdikten sonra profesyonel olarak yola devam ettiğimde işin rengi değişti.
2019-2020’de, maaşların bile düzenli yatmadığı, insanların ilk fırsatta ayrıldığı bir sivil toplum örgütünün saha ofisinde çalıştım. Mültecilerle ilgili çalışmalar yapan uluslararası bir kurumdu. Bir parantez açayım. Sivil toplum örgütlerinde saha ofisleriyle merkez ofisleri arasında hem çalışma düzeni hem de işçilerin karşılaştıkları sorunlarla ilgili ciddi bir uçurum var. İlk profesyonel deneyimim saha ofisinde olunca her şeyi tüm çıplaklığıyla yaşamış oldum. Saha ofisinde olunca direkt alandasınız. Oradaki ikincil travma çok ciddi boyutta. Ancak, yaşadığınız şeyi saha ofisinde çalışmamış proje koordinatörü, yönetici anlayamıyor.
“Proje bitiyor, o yüzden iş sözleşmeleriniz sona eriyor” dendi bir gün. Proje tekrar başlarsa yeniden işe alınacağımız söylendi. Ama öyle kaldı. İlk profesyonel iş deneyimim böyle oldu. Şu anda yine mültecilerle ilgili çalışmalar yürüten bir dernekteyim. Çalışma düzeniyle ilgili bir şikâyetim yok. Merkez ofisteyim, yani yönetim ofisinde. Saha ofislerinde çalışan insanların derneğe dair beslediği duygularla merkez ofiste çalışanların bir değil, bunu daha derinden tecrübe ediyorum.
Yılmaz: Üç yıllık bir sivil toplum çalışma deneyimim var. Öncesinde dokuz yıl kadar Almanya’da yaşadım. Oraya yüksek lisans için gitmiştim. Devamla üniversitelerde çalıştım, araştırma asistanlığı yaptım, dersler verdim. Almanya’daki üniversiteler de proje bazlı çalışıyorlar. Buradaki sivil toplum örgütlerinin çalışma biçimi oradaki üniversitelerde de mevcut. Proje bazlı çalışmayla tanışmam öyle oldu zaten. Sivil toplum alanına geçerken “projenin girdiği yerde mertliğin bozulduğunu” henüz akademideyken anlamıştım. (gülüyor) Akademiden uzaklaşma nedenlerimden biri buydu. Çünkü her sene proje bakmak zorundasınız. Eskisi gibi ekol olma ya da bilginin birikmesi diye bir şey yok artık. Diyelim göçmenler geldi, bütün kurumlar akademideki göçmen çalışmaları için fon açar ve birden herkes göç çalışmaya başlar. Bambaşka bir şey çalışıyor olsa dahi gider, göç çalışmaya başlar. Bu bir bilginin birikmesini, ilerlemesini, etrafında insanların toplanmasını aksatan bir şey.
Bu durum beni bayağı soğuttu, “Burada başka bir şey yapamayacağım” dedim. Çünkü akademideyken anlam yüklediğiniz her şeyi oraya akıtıyorsunuz ve sizi belirleyen de o oluyor. Fakat orası fon olmaya başladığı zaman bu sefer bütün gerçekliğiniz, zihniniz fon olmaya başlıyor. “Bir sivil toplum örgütünde çalışırsam orası benim için profesyonel bir alan olur” diye düşündüm. Bu hayatta yapmak istediğim, mücadelesini vermek istediğim başka şeyleri de farklı şekilde devam ettirebilirim kanısındaydım. Sivil toplum alanına girince en azından bir profesyonellik bekliyordum, işçi-işveren tanımlarının olduğu ve görece biraz daha sorunsuz ilerleyen bir profesyonellik. Ama öyle olmadığını gördüm. Üç senelik bir sivil toplum deneyimim var, “projecilik” deneyimim ise daha fazla. (gülüyor)
Türkiye’de sivil toplum çalışmaları 1990’larda başlıyor. Bu zaman zarfında alandaki emek örgütlenmesi nasıl?
Yılmaz: Var olan çalışmaları Sivil Toplum Çalışma Grubu’ndaki arkadaşlarla birlikte inceledik. Bu alanın kendine özgü koşullarını dile getiren, bunlara dair çözüm üreten bir işçi çalışması yok gözlemlediğimiz kadarıyla. Genelde, sivil toplum örgütlerinin nasıl daha ilkeli yerler haline gelebileceğine dair çalışmalar yapılmış. Ama bizim derdimiz bu değil. Çünkü nasıl bir marketteki patron patronsa, sivil toplum örgütündeki fonu elinde tutan, kullanan, yöneten insan da işveren. Bu hem İş Kanunu’ndan –çünkü yasal olarak işçi statüsündeyiz– hem de sivil toplum örgütlerinde yaşadığımız çeşitli mobbing ve baskılardan ötürü böyle.
Farklı araçlarla, farklı şekillerde olsa da nihai olarak bizim elimizde işçilerin uğradığı muazzam mobbing, mesainin tamamen muğlaklaşması, ek mesainin olmaması, insanın kendisini 7/24 bulunduğu kuruma adaması, muhteşem bir güvencesizlik kalıyor.
Pratikte sömürü koşullarında pek farklılık yok. Sivil toplum örgütlerinde “biz bir aileyiz”, “siz gönüllüsünüz”, “zaten kadınlar için çalışıyorsunuz, buna çalışmak denmez, siz işçi değilsiniz” ya da “mülteciler için buradasınız” gibi söylemler öne çıkıyor. Farklı araçlarla, farklı şekillerde olsa da nihai olarak bizim elimizde işçilerin uğradığı muazzam mobbing, mesainin tamamen muğlaklaşması, ek mesainin olmaması, insanın kendisini 7/24 bulunduğu kuruma adaması, muhteşem bir güvencesizlik kalıyor. Bu sebeple, hem alana dair muazzam sorunlar olduğunu hem de alanın fon usulüyle işletilmesinden kaynaklı ideolojik müdahalelerle nasıl ehlileştirilmeye çalışıldığını gördük. Tüm bunlar üzerinden kendi mücadele hattımızı kurmaya çalışıyoruz.
Balcı: Türkiye’de sendikalı işçi sayısına bakınca, çalışan nüfusun çok az bir oranına tekabül ettiğini görüyoruz zaten. Türk-İş ya da Hak-İş gibi patron eliyle örgütlenmenin olduğu yerlerde patronla işverenin sendikacı aidattan beslensin diye kurduğu ilişkiler var. Türkiye’deki sendikal hareketin gitgide, en azından konfedarasyon bazında, gerilediği bir hakikat. Takım elbiseli “ağabeylerin” sözünün geçtiği bir yapı söz konusu. Oturdukları plazalardan, bindikleri lüks arabalardan asgari ücretli işçinin hakkı üzerinden pazarlıklar yapıp kendilerine aidat devşiriyorlar. Ama işçi aptal değil, bunları görüyor. Ve sendikalı olmaya karşı bir önyargı oluşuyor. Sadece sivil toplum alanında değil, genel olarak işçiler sendikalara güvenmiyor.
Bağımsız sendikalar Türkiye’de yeni yeni kendilerini göstermeye, örgütlenmeye başladı. Sivil toplum alanının kendine özgü koşullarından ötürü bu örgütlenme meselesi daha karışık bir hal alıyor. Mesela, ben bir meslek örgütünde çalışıyorum. “Zaten burası benim meslek örgütüm, hak temelli bir yapı, neden bir sendikaya ihtiyaç duyayım?” ki diyebiliyorum. Bu aslında meslek ve sivil toplum örgütlerindeki yöneticilerin “sizin buna ihtiyacınız yok” imasıyla dayattığı bir şey. Böyle olunca kendi sınıfsal kimliğini sahiplenmekten çekinme doğuyor. Bu da işçiyi, sendikaların onların haklarını da savunmak için var olduğu bilincinden uzaklaşıyor.
Candan: Türkiye’deki işçilerin çok büyük bir kısmı güvencesiz koşullarda çalışıyor, sivil toplum alanı da onlardan biri. Çok yüzergezer bir düzeniniz olduğu için sendikalı olmak aklınıza gelmiyor. Bir aylık sözleşme yapıyorsunuz mesela, sonra bir daha sözleşme yapılacak mı, belli değil. Bu şartlar altında koşullarınızın iyileştirilmesi çok da umurunuzda olmuyor. “Zaten bir ay sonra çalışıyor olacak mıyım, bilmiyorum ki, neden sendikalı olayım” ya da “neden burada sendika örgütlemeye çalışayım” derken buluyorsunuz kendinizi. Şöyle bir tarafı da var tabii. Sivil toplum dar bir alana sıkışmış durumda. Çalışan insanlar birbirlerini tanıyor.
İki yıldır profesyonel olarak çalışıyorum, ama iki kurum değiştirdim. Herkes birbirini tanıdığı için o alanda bir kez, “sendika örgütledi, çalışma düzenini bozdu, çalışma huzurunu bozdu” denerek fişlenmek bir daha iş bulamamanıza neden olabilir. Tabii bir de bu alanda daha çok kaybedecek şeyiniz var. Bir depo işçisi üç bin liraya bir depoda çalışırken, oradan çıktığında gidip başka bir depoda yine üç bin liraya çalışabilir. Ama bir sivil toplum çalışanı için durum farklı. İşinden olmak veya o alanda bir daha var olamama riskine girmek daha fazla bedel anlamına geliyor. Başta işaret ettiğim şey de burada devreye giriyor: “Altı ay sonra işsiz kalacağım bir yer için neden böyle bir riske gireyim ki?”
Bu anlattıklarınızdan neoliberal kodların sivil toplum alanında da sert bir şekilde geçerli olduğu çıkıyor.
Yılmaz: Gerçekten de bu alandaki ilişki ağı oldukça farklı. Bunun nedeni, ilişkilerin kurulma biçimlerinin farklı olması. Sıradan bir şirkete girdiğinizde sizi o şirketin parçası gibi hissettirmek için çeşitli şeyler yapıyorlar, ama sivil toplum alanına girenler zaten “adanmış” olarak giriyorlar. Bu duygunun üzerinden atlayıp, oranın gerçekliğini kavrayabilene kadar epey bir süre geçiyor. Görüyorum mesela, alanda 15 yıl çalışmış, ama uğradığı mobbingi henüz fark etmiş insanlar var. Çünkü çalıştığı yere, bu alana yediremiyor bir türlü. Bir taraftan da çalışma süresinin kısa ve belirsiz oluşunun etkisini görüyoruz. Yılda bir iş değiştirmek, bir süre çalışıp bir süre çalışmamak sömürü ilişkisini, ezilme halini ya da mobbingi anlamayı zorlaşıyor. Mesela, bu kısa zaman zarfında diğerlerinin ne kadar ücret aldığından bihaber oluyorsunuz. Böyle olunca ücret eşitliğini konuşamazsınız ki.
Türkiye’de sivil toplum alanı 20-25 yıldır var. Avrupa’da ömrü biraz daha uzun. Çünkü “projecilik” fikri neoliberal dönemle var oluyor. Nedir bu neoliberal fikir derseniz, kamu yararına olan hizmetlerin özel ya da sivil topluma devredilmesi, bunların da projecilik ya da fonculuk yoluyla yapılmasıdır. Bunlar bağışlar, charity denen işler. İngiltere’de çok uzun zamandan beri böyle gidiyor, ama onların da yapısı değişiyor her dönem. Sosyal devletten uzaklaştıkça biraz o tarafa doğru gitmeye başlıyor işler. Neoliberal dönemin çalışma biçimleri mevcut çalışma biçimlerini dönüştürdüğü gibi, kendi yarattığı çalışma biçimlerini de dönüştürüyor. Yani esnek, güvencesiz, sendikalaşmayı zorlaştıran bir hal alıyor.
Uluslararası kurumların taşeronu gibi çalışıyoruz. Onların normalde bu ücretlere güvencesiz çalıştıramayacakları biçimlerde çalışıyoruz. Bu, yurt dışındaki sivil toplum örgütlerinde çalışanların aman aman maaşlarla çalıştıkları anlamına gelmiyor. Onlar da ortalama maaşlarla, belki sendikasız çalışıyorlar, ama Türkiye için koşullar çok daha ağırlaşıyor. Yapılan kontratlara baktığınızda işçi haklarına dair bir şey göremezsiniz. Belki tazminatları, özlük haklarını siz zoraki sokmaya çalışırsanız sokarsınız. Buna yol veren kurumlar başta AB ve BM. Bu nedenle içine doğduğu dönemin özelliklerini taşıdığını düşünüyorum “projeciliğin”, proje usulü çalışmanın.
Takım elbiseli “ağabeyler” oturdukları plazalardan, bindikleri lüks arabalardan asgari ücretli işçinin hakkı üzerinden pazarlıklar yapıp kendilerine aidat devşiriyor. Ama işçi aptal değil, bunları görüyor, sendikalara güvenmiyor. Bağımsız sendikalar yeni yeni kendilerini göstermeye, örgütlenmeye başladı.
Sivil toplum emekçileri taşeron işçi gibi mi çalıştırılıyor, böyle mi anlamalıyız?
Yılmaz: Evet, aynen öyle. Normalde bir kamu çalışanının özlük hakları taşeronda çalışanınkinden farklıdır ya, bizim de öyle. BM’de çalışanın özlük hakları bambaşka, ama burada, BM’nin iki ya da üç yıllık fonlarıyla yürütülen projelerde çalışan insanların özlük hakları neredeyse yok. Madalyonun bir yüzü de fonları alan yerler. Büyük olan sivil toplum örgütleri zaten bu işlerde iyi olabildikleri için büyüyor, küçüklerse iyi olmak için uğraşıyor. “Taşeron” benzetmesi bu yüzden de iyi oturuyor. Çünkü “fon önerileri” taşerondaki ihale önerilerine çok benziyor. Kim daha iyi “ihale” yazacak, kim bunları daha iyi bir formata oturtacak da parayı alacak…
Çalışma sürelerini kısa tutan ya da belirsizleştiren proje bazlı çalışma sözünü ettiğiniz “taşeronlaşma” sisteminde nerede duruyor?
Candan: İşçisi olduğunuz sivil toplum örgütü başka bir sivil toplum kuruluşundan fon alıyor ve o fonu ne kadarlık imzaladığını işçi bilemiyor. Çok şeffaf olduğu ve yatay ilişkilerle yürütüldüğü iddia edilen birçok örgütte bu işleyişten işçi tamamen bihaber. Doğal olarak o proje bazında kaç aylık istihdam edileceğine dair bir bilgisi olmuyor. Eğer yönetimde değilseniz bu konuyla ilgili resmi belgeleri göremiyorsunuz, böyle olunca da işçi açısından her şey belirsizleşiyor. Mesela, işçiye diyorlar ki, sana üç aylık iş sözleşmesi yapacağız. Oysa proje 12 aylık. Ama sırf işçi işten çıktığında kıdem tazminatı vermemek ya da maaş zammı yapmamak için onu sadece üç aylığına işe alıyorlar. Üç ay sonra bir başkasını alıyor, onu da aynı yöntemle çalıştırıyorlar. Devasa bir güvencesizlik söz konusu.
Ücret eşitsizliğine ve bunun örgütlenmeye engel olduğuna dikkat çektiniz. Biraz açar mısınız?
Yılmaz: Proje bazlı olduğu için kimse kimsenin maaşını bilmiyor ki. Maaşınız bir sene düşük, bir sene yüksek olabiliyor. Farklı bir projede, farklı bir konumda olduğunuzda ya da farklı bir projede aynı konumda çalışırken maaşlar değişebiliyor. Öte taraftan, çok yüksek yönetici maaşları söz konusu olabiliyor. Bazı kurumlar için bu böyle olmayabilir, özellikle küçük olanlar için, ama büyük kurumlardaki koordinatör ve benzerlerinin aldıkları maaşlar çok yüksek. Kırk bin liraya varan maaş alan var. Ama saha çalışanına baktığınızda, eline geçen üç bin, beş bin lira.
Çok güvencesiz bir alan olduğu için maaşı çok fazla konuşmuyor işçi. Çünkü iş bulabileceği meçhul. Proje bittiğinde işsiz kalmamak için verilen maaşa razı oluyorsunuz. Kişisel olarak birçok insanla olan deneyimimden de bunu biliyorum. İnsanlarla konuştuğumda, “üç bin veriyorlar, neyse şimdilik idare ederiz”, “dört bin veriyorlar ama girmiş olayım, boş kalmayayım” diyen çok var. İş kaybetme, işsiz kalma kaygısıyla bu maaşlara razı olunuyor.
Sivil toplum alanındaki cinsiyet eşitsizliğine dair ne söylersiniz?
Yılmaz: Deneyimlerini paylaşan bazı arkadaşlarımızın kadın ve erkeklerin aynı konumlarda farklı maaşlar aldıklarını söylediği oldu. Bu alan kadın yoğunluklu bir alan. O yüzden ücretsiz kadın emeğine çok benzer bir sömürü biçimi söz konusu. Bire bir aynı değil elbette, ama çok benziyor. Ücretsiz kadın emeği, kadınların ücret karşılığı almadan yaptıkları çocuk bakımı, ev işleri gibi yeniden üretim emeğine işaret ediyor. Bunlardan bir karşılık beklemek toplumsal anlamda söz konusu değil kadınlar için. O anlamda bir benzerlik buluyorum. Bu alanın vicdani ve duygusal bir yükü, ciddi bir duygusal emek beklentisi var. Emek sömürüsü de alanın bu yapısı ve beklentileriyle perdeleniyor. Ücretlerden ve çalışma koşullarından bahsettiğinizde bu alanda çalışmaya lâyık olmadığınız, bu “kutsal” göreve ihanet ettiğiniz, yeteri kadar fedakâr olmadığınız hissi size boca ediliyor.
Çok yüzergezer bir düzeniniz olduğu için sendikalı olmak aklınıza gelmiyor. Bir aylık sözleşme yapıyorsunuz mesela, sonra bir daha sözleşme yapılacak mı, belli değil. Koşullarınızın iyileştirilmesi umurunuzda olmuyor. “Zaten bir ay sonra çalışıyor olacak mıyım ki, neden sendikalı olayım” ya da “neden burada sendika örgütlemeye çalışayım” derken buluyorsunuz kendinizi.
Siz de söylediniz, ücrette eşitsizlik, şeffaflığın olmayışı, cinsiyet eşitsizliği işçiler arası dayanışma ve örgütlenmeyi zedeliyor. Sivil Toplum Çalışma Grubu’nun bir üyesi, sivil toplum emekçilerinin işçi olduğunu unuttuğunu söylemişti mesela. O “işçilik bilinci” nasıl geri alınır?
Yılmaz: İşçi-işveren ilişkisi, kimin işçi kimin işveren olduğu meselesi devreye giriyor burada. Bu yüzden aslında neoliberal biçimlere vurgu yapmayı önemli görüyorum. Çünkü yaptığımız işi, işçi-işveren ilişkisini şekillendiren tam da bu. Demin bahsini ettiğimiz taşeron sisteminde biz neredeyiz? Hangi ilişki biçimleriyle çalışıyoruz burada? Ne zaman, hangi koşul ve şartlarda razı olduk bu ilişki biçimine?
Bir taraftan bakıyorsunuz, onlarca üniversiteden çok sayıda sosyal bilimler mezunu var ülkede. Bunların bir şekilde istihdam edilmesi gerekiyor. Kamu bu kadar insanı istihdam etmiyor, edemeyecek de hiçbir zaman. Diğer taraftan bakınca, bu insanları sivil toplum alanında istihdam etmenin bir “ehlileştirme” boyutu var. Avrupa’daki durumu az çok biliyorum. Birçok solcu iyi bir şey yaptığını ve yapabileceğini düşünerek gidip sivil toplum örgütlerinde çalışır, ama orada ehlileşir bir süre sonra. Sıradan bir memur gibi çalışmaya devam eder. Bir taraftan çok işe yarar bir biçim. Biz bu biçimin içinde kısa dönemli çalışmaya da örgütlenememeye de razı oluyoruz. Aslında tam da bunun bilincine varmalıyız. Biz burada çalışanız, işçiyiz ve bu iş biçimini bizim tanımlamamız lâzım ki yola devam edebilelim.
Şunu özellikle vurgulamak istiyorum: “Fonculuk” vurgusu “bu kurumlar hiçbir şey yapmıyor, sadece para alıyor” gibi gelebilir. Bunu demiyorum, böyle bir yerden kurmuyorum. Çünkü mevcut durumda bir şekilde bunlar var olacaklar ve bu paralar bir yerlerden gelecek. Ama bu paralar alınırken nereden alındığını, nasıl alındığını ve bunların nelere yol açtığını, kimi neye dönüştürdüğünü, yaptığımız işleri neye evirdiğini sorgulamak zorundayız. Çünkü burada yabancılaşmanın bambaşka bir katmanı var.
Büyük kurumlardaki koordinatör ve benzerlerinin aldıkları maaşlar çok yüksek. Kırk bin liraya varan maaş alan var. Ama saha çalışanına baktığınızda, eline geçen üç bin, beş bin. Çok güvencesiz bir alan olduğu için maaşı konuşmuyor işçi. Proje bittiğinde işsiz kalmamak için verilen maaşa razı oluyorsunuz.
Bağımsız Emek Sendikası bu kadar zor bir alana nasıl dokunmayı planlıyor?
Yılmaz: Hazırladığımız ön rapor ve yaptığımız toplantılardan önce, 22 Haziran’da, Twitter’da bir sohbet odası açmıştık. Oldukça kalabalıktı. Orada biraz heyecanlandık. Çünkü insanların nasıl tepki vereceğini bilmiyorduk. Fakat gördük ki, insanlar bir arayış içinde, herkes benzer konulardan mustarip, ama bunları çok açık bir şekilde dile getiremiyor. Çölde vaha bulmuş gibi oldu herkes. Bunu bir başlangıç noktası olarak gördük.
Candan: Toplantılarda ilk fark ettiğimiz, hiçbirimizin sorununun biricik olmadığı. Her hafta ya da iki haftada bir toplanıp çözümler üzerinde düşünüyoruz. Bu çözümler tabii ki her koşulda işçilerin öz örgütlenmesiyle olabilecek şeyler. Şu tip yan yolları çözüm olarak görmüyorum: “Biz de bu konuyla ilgili bir proje yazalım, fon alalım, kendimizi istihdam edelim…” Bunun yerine herkesin işyerinde kendisiyle aynı deneyimleri yaşayan arkadaşlarıyla beraber toplanması doğru olan. Tüm işçilere tavsiyemiz de bu zaten: herkesin kendi işyerinde komite, konsey, meclisler kurarak, her işyerinin kendine özgü koşul ve sınırlarını göz önünde bulundurarak talepler oluşturması. Bu taleplerle sivil toplum örgütü çalışanları bir odak haline gelebilir. Bu talepleri dayatabiliriz. Böyle bir gücümüz olduğunu düşünüyorum. Bugüne dek bir handikap olarak gördüğümüz, ideolojik duygularımızın sömürülmesi meselesi burada işe yarar belki. Kapitalist düzenle sorunu olan ve buna karşı eyleme geçip bu alana yönelmiş insanlar bu sefer belki kendi mesleki grupları için bu fon düzenine, bu düzenin yürütücülerine karşı bazı talepleri dayatabilir, akışı değiştirebilir.
“Dayatılacak talepler” neler olabilir?
Balcı: Bu alandaki düzensizlikten beslenen durumun kimi kanunlarla bir düzene sokulması asgari bir talep olabilir. Bu bir kampanya yoluyla tüm sivil toplum örgütü çalışanlarının tarafı olduğu bir talep haline getirilebilir. Ya da fon kurumlarıyla yapılan görüşmelerde işçi temsilcilerinin olması, çalışanların da yer alması, bu sürecin daha şeffaf hale getirilmesi bir talep olarak dayatılabilir. Böylesi bir ilerlemenin mümkün olduğunu, eğer bunları yaparsak hatırı sayılır mesafeler kalabileceğimizi düşünüyorum.
Sendikanız bu süreçte nasıl bir rol üstelenecek?
Candan: Sendikanın işçileri bilinçlendirmekle ilgili bir rolü olacağı kesin. Düzenlediğimiz forumda bir arkadaşımız, “biz yaşadığımız şeyin ne kadar anormal olduğunu bilmiyoruz çoğu zaman” demişti. Maruz kaldığımız şey mobbing mi mesela? Evet, karşı karşıya kaldığımız duygusal şiddet de bir mobbing, ama biz bunu doğallaştırabiliyoruz. Yaşadığımız mobbingi meşrulaştırmak için bir sürü sebep üretebiliyoruz, çünkü ve bu on yıllarca sürebiliyor. Bu bir iş değilmiş gibi, sivil toplum bir hayat tarzı, aktivizmmiş gibi bir hikâye var. Bu yüzden kimse kendisini işçi olarak görmüyor. Ama hayır, sen emek gücünü satıyorsan ve senden günde 15 saat çalışman bekleniyorsa, sen işçisin. Sendika bunu hatırlatmak konusunda iyi bir araç olabilir.
Ücretsiz kadın emeğine çok benzer bir sömürü biçimi söz konusu. Çocuk bakımı, ev işleri gibi yeniden üretim emeğine bir karşılık beklemek söz konusu değil kadınlar için. O anlamda bir benzerlik buluyorum. Bu alanın vicdani ve duygusal bir yükü, ciddi bir duygusal emek beklentisi var. Emek sömürüsü bu beklentilerle perdeleniyor.
Pazarlık konusuna gelince, şu gerçekliğin farkındayız: 10 No’lu işkolunda ciddi bir işkolu barajı var. Bu yüzden “sivil toplum örgütlerine sendika sokacağız” gibi bir iddiayla değil, daha çok odak sendikacılığı anlayışla hareket edeceğiz. Buralarda pazarlık masalarını oluşturabilmek için sendika yine bir araç olacak. Bu araçla şu an Türkiye’de aktif olan sivil toplum örgütlerinde çalışan işçilerin yüzde 30’una, 40’ına ulaşsak, o zaman toplu iş sözleşmesi gibi şeyleri de konuşabiliriz.
“Taşeron” sistemine dönersek, fon veren kuruluşların, yani esas “patronların” işçi hakları konusunda tutumları nasıl? İşçi onlardan hak talep edebiliyor mu?
Yılmaz: Çok fazla olmuyor. Göstermelik sadece. Çok ciddi problemler varsa, mesela sendika üyeliğiniz kabul edilmediyse “bize baskı uyguluyorlar sendika üyeliği yüzünden” gibi bir şikâyette bulunabiliyorsunuz. Bazı örgütler verdiği parayı biraz kısıyor, o kadar. Yani gerçekten göstermelik. Fon alınan kurumlar buradaki işçi haklarının durumunu bildikleri için bizi böyle taşeron olarak kullanabiliyorlar bir taraftan da. Burada bir çalışanı, işçiyi güvence altına alan, gerekli sosyal haklarını teslim eden veya özlük haklarını veren bir sistem olsaydı zaten faydalanabiliyor olacaktık. Onlar da zaten projelere mecburen katıyor olacaklardı. Ama böyle bir şey yok. Bu yüzden işçinin gideceği adres fon veren ana kurum da değil. Bunun yeri tam burası.
Söylediğiniz gibi, 10 No’lu işkolu çok geniş. Sivil toplum çalışanları birçok meslekle aynı potada. Bunun ne gibi etkileri var?
Candan: Bağımsız Emek Sendikası farklı meslek kolları için çalışma grupları örgütlemeye çalışıyor. Çünkü problem zaten işkoluyla ilgili. Meclis’te çıkarılan “torba” yasalar gibi, ne buldularsa içine attıkları bir torba 10 No’lu işkolu. Bu, örgütlenmeyi de çok zorlaştırıyor. Bağımsız Emek Sendikası kritik gördüğü alanlarda çalışma grupları oluşturarak ilerlemeye çalışıyor. 10 No’lu işkolunun çok çeşitli işçi profillerinden oluştuğunu, sivil toplum çalışanlarının da bu işkolunda olduğunu sürekli vurguluyoruz. İlginç olan şu ki, sivil toplum çalışanları devletin gözünde neden bir market işçisiyle aynı olduğu üzerine pek düşünmemiş.
Sivil toplum emekçileriyle yaptığımız foruma market işçisi arkadaşlar da gelmişti. Bir market işçisi sivil toplum örgütünde çalışan birinin derdini dinlediğinde “bu da dert mi, ben koronayla burun buruna çalıştım, sen ne anlatıyorsun, seninle nasıl yoldaş olacağız” diyebilir. Bu mümkün. Ama sınıf bilinci tam da burada vuku bulmalı. İkisi de işten çıkarılmayla karşı karşıya. İkisi de mobbinge maruz. İkisinin de çalışma şartları zorluklar içeriyor. Burada, “senin çalışma acın şu, ama bende de durum şöyle” diye anlatmak gerekiyor. Bu, acı yarıştırmakla ilgili bir şey değil. Aksine ortaklaşmanın yolu, bizi buluşturacak şey bu; “benim de yemek molam yok”, “sende şef, bende koordinatör var” gibi. Acıların biçimleri farklı olabilir, ama en nihayetinde buluştuğumuz yer aynı. Bu ortaklığı kurmak zorundayız. Kapitalizmin önünde hepimiz aynıyız çünkü.
Çözümler tabii ki işçilerin öz örgütlenmesiyle olabilecek. Tüm işçilere tavsiyemiz de bu zaten: herkesin kendi işyerinde komite, konsey, meclisler kurarak, her işyerinin kendine özgü koşul ve sınırlarını göz önünde bulundurarak talepler oluşturması.
Son söz?
Yılmaz: Bu alan kamu ve özel sektördeki daralma nedeniyle iş bulamayan ve burayı biraz daha güvenli gören insanların akın akın geldiği bir yer olmaya başladı. Çok daha fazla insanın sivil toplum örgütlerinde çalışmak istediğini biliyorum, duyuyorum. Kamudaki düşük ücretler ve hiyerarşik ilişki biçimleri, özel sektördeki güvencesizlik ve iş bulma imkânlarının darlığı insanları bu alana yönlendiriyor. Git gide büyüyen bir alan bu. Büyüdükçe buradaki sorunların daha görünür hale geleceğini düşünüyorum. Bunun görünür hale gelebilmesi için de öncelikle bu alanla kurduğumuz ilişkinin nasıl bir ilişki olduğunu tanımlamak gerekiyor.
Burası da işçi-işveren ilişkisi içinde, mevcut durumdaki bütün ilişkileri barındıran bir yer, bunu unutmamak gerekiyor. Bu alanı daha iyi tanımlarsak hem buranın özgün koşullarına dayalı hem de diğer işçi mücadeleleriyle bir araya gelebilen mücadele biçimlerini geliştirebiliriz. Sivil toplum alanının da neoliberal biçimlerin tezahürü olduğunu söylüyoruz ya, neoliberalizmin bir tezahürü de herkesi birbirinden ayrı düşürmek. Buna karşı işçilerin “biz ortağız” demesi gerekiyor. Bu ortaklığı da sendikal mücadeleyle yürütmek gerekiyor.
Balcı: Sendikayı bu mücadelede bir araç olarak görüyoruz. Ama sadece ücret artışımızın ne kadar olduğuna dair bir araç değil, toplumsallaşmayı ve toplumsal dayanışmayı da güçlendiren bir araç. Şu an sivil toplum alanındaki bireyselleşmenin önünü kesmek en önemlisi. Bunun için de örgütlü mücadele, bir arada olmak şart. Bağımsız Emek Sendikası’nı sadece toplu iş sözleşmesi yapacak bir odak olarak kurgulamıyoruz. Aynı işyerinde, aynı işkolunda çalışan insanların bir araya gelerek kendi sözlerini söyleyebileceği bir araç olmasını istiyoruz.
Candan: Şu an küçük küçük adımlar atıyoruz. Çalışma grubumuzu kurduk, periyodik olarak orada toplantılarımızı yaparak çalışma düzenimizle ilgili problemlerimizi dile getiriyor ve buna dair örgütlenme biçimlerini tartışıyoruz. Bundan sonra da tartışmaya devam edeceğiz. Ekim ayında bir forum düzenleyeceğiz. Sivil toplum örgütlerinde çalışmış olan, çalışan ya da çalışmak isteyen tüm arkadaşları aramızda görmekten çok mutlu oluruz.