Diyarbakır’ın merkezi sayılan yarı yıkık Suriçi’nde, Ulu Cami’nin avlusundaki çayhanenin taburesine çöküp 16 Ekim gününün neredeyse kavurucu güneşine sırtını vermiş 50’li yaşlardaki bir adama “nasıl gidiyor” diye sorunca, “Ne biliyim babo, ma gitse nereye varcak?” diyor. Gazeteci olduğumuzu öğrenince, sigarasından bir fırt çekip hemen bitişikteki tespih standına yöneliyor ve elinde bir kitapla dönüyor. Özümsen Diyarbekir, Birsen İnal (Lîs Yayınları, 2020).
Kitabı açıp okumadan önce Ahmed Arif’e atfen “Kirvem, hallarımı aynen böyle yaz ha!” uyarısı yapıyor. “Bak” diyor, kitaptaki ilgili sayfayı göstererek: “Xırabadır (haraptır) sohbetin demlendiği damlar / Kurulmaz oldu artık taxtlar (yazları Diyarbakır damlarına kurulan yatak) / Yitirdi gizemini yıldızlar / Paxır siniler (bakır tabaklar) salçadan yoksun / Tütmez oldu ocağ / Sobasız pişmez kestane kebap/ Ne ataş var ne carut (ateş küreği) / Egiş (mangal küreği) ile maşa hasret ataşa / Heci legleksiz (leylek) kaldı bizim xıraba (harabe ev) / Dewteştsiz (sıcak ekmek ve tereyağıyla yapılan yemek) kurulmaz ki sofra / Anılar oldu sıva / Kapılarımız örüldü taşla / Şehir boş, küçeler (sokaklar) loş / Yaşamak zor, çok zor be kirvem / Kavimsiz kaldık gidenlerin ardından…”
Kitabın kapağını kapatıp karşıdaki Gazi Caddesi boyunca kafileler halinde dolanan, çoğunluğu Orta Anadolulu turistleri işaret ederek devam ediyor: “Bakınca böyle, kendini sanki bir turist memleketinde sanıyorsun. Vay anam babam diyorsun, bu Türkler meğer Amed’e ne de meraklıymış. Bunlar bizim apolitik halimizi seviyor ha! Ama söyleyeyim abime, politik hava esince bunlar yine vınn… Her gün böyle kafile kafile, milyon tane değişik değişik insan geliyor Sur’a. Eskiden ‘fakirliğimiz her yere vizesi olan pasaportumuzdur’ derdik. Şimdi olmuşuz mahallemizde yabancı. Fakirliğimizden utanır hale geldik. Xançepek’in kırıxları bile olmuş sana kravatlı beyefendi. O noktaya çoktan gelmişiz ha!”
Hakikaten de eskiden, yani IŞİD’in 7 Haziran 2015 seçimlerine iki gün kala HDP mitingine yaptığı bombalı saldırıyla başlayan kanlı süreçten önce, Suriçi Kürt alt sınıflarının nabzının tutulduğu, o daracık sokaklarında yoksulluk kokusu kadar politik iradenin de görünür hale geldiği, oraya has “kırıx” denen bıçkın delikanlıların dolanıp “Surca” konuştuğu bir bölgeydi. Artık öyle değil.
Demirciler Sokağı’ndaki zanaatkârlar dükkânlarının kapısına “fotoğraf çektirmek yasak” tabelası asmak zorunda kalmış. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’nin önünde “yerli turistler” fotoğraf kuyruğuna giriyor, bitişikteki “Diyarbakır Evi”nde onlarca tabaktan oluşan “yöresel kahvaltıda” bitmek bilmeyen orta sınıf açlığını gideriyorlar.
Toledo’laşan Sur
1990’larda köyleri devlet tarafından yakılmış on binlerce insanın yerleştiği Suriçi’nde şu sıralar bırakın politik iradeyi, yoksulluk bile kayyumların son derece profesyonel yöntemleri, Diyarbakır orta sınıfının katkıları ve müteşebbis eşraf sayesinde görünmez halde. Suriçi’nin daracık sokaklarında oynaşan çocuklar azalmış, duvarlardaki “yasadışı” yazıların yerini JÖH-PÖH kalıntısı üç hilâller almış.
6 Eylül 2015’te ilk kez sokağa çıkma yasağının ilan edildiği Suriçi’nin bazı mahalleleri tamamıyla yerle bir edildi, bölgedeki halk göçe zorlandı ve yakılıp yıkılan evlerinin yerine de, Dağkapı Ciğercisi’ndeki garsonun tabiriyle, “çakma villalar”, ucube, çirkin yapılar inşa edildi. 25 Ekim 2016’da dönemin belediye eş başkanları Gültan Kışanak ve Fırat Anlı’nın görevden alınıp tutuklanması ve yerlerine kayyum atanmasıyla birlikte Sur’daki “mutenalaştırma” projesine hız verildi.
Suriçi büyük ölçüde yıkıldıktan sonra, İçişleri Bakanlığı 9 Mart 2016’da operasyonların sonlandırıldığını açıklamıştı. Eylül 2015’te başlayan abluka ve operasyonlar sırasında kimliği belirlenebilen 55 kişi, kimsesizler mezarlığına defnedilen 26 kişi ve abluka bittikten sonra cenazesi bulunan üç kişi olmak üzere en az 90 insan öldürülmüştü. İçişleri Bakanlığı’nın açıklamasından hemen sonra, 2016’nın Newroz günü 21 Mart’ta, Bakanlar Kurulu kararıyla ilçedeki 7714 parselin 6292’si (toplam parsellerin yüzde 82’si) hakkında “acele kamulaştırma” kararı alındı. Ardından da evlerin yıkımına ve “çakma villaların” yapımına başlandı. Devletin yıktığı yer yerli müteşebbislerin de işbirliğiyle, Ahmet Davutoğlu’nun başbakanken ilan ettiği gibi, “Toledo” yapılmaya başlandı. Tarihinden, kültüründen, mirasından, insanından, bağlamından kopuk, çakma bir Sur.
Evvelden sadece Sülüklü Han adı verilen tarihi yapının içinde icra edilen turistik kafecilik, yıkımdan sonra Sur’un hemen her bölgesine yayılmış durumda. Kendilerini “yurtsever” olarak da gösteren birtakım Diyarbakırlı “müteşebbisler” bile önce Ermenilerden, daha sonra bir kısmı muhtemelen abluka mağdurlarından kalma harabe görünümlü sayısız eski Diyarbakır evini belki de kelepir fiyattan satın alıp restore ederek turistik mekânlara dönüştürmüş. Öyle ki, Sülüklü Han’ın bulunduğu Demirciler Sokağı’ndaki bazı zanaatkârlar dükkânlarının kapısına “fotoğraf çektirmek yasak” tabelası asmak zorunda kalmış. Tahir Elçi’nin öldürüldüğü Dört Ayaklı Minare’nin önünde “yerli turistler” fotoğraf çekme kuyruğuna giriyor, hemen bitişikteki “Diyarbakır Evi” isimli kafede onlarca tabaktan oluşan “yöresel kahvaltıda” bitmek bilmeyen orta sınıf açlığını gideriyorlar.
“Devlet operasyon yaptı, zenginler arkasını getirdi”
Gazeteci arkadaşımız Vecdi Erbay, “o sahneleri görmemek için uzun zamandır o sokaktan geçemiyorum” diyor. Turistik kafeler Suriçi’nin yoksul, ama tarihi bölgelerine yayıldıkça, mutenalaştırma operasyonu derinleştikçe, politik yoksul aileler çocuklarını sokaklardan eve doğru çekmiş. Suriçi’ni boydan boya kesen Gazi Caddesi sağlı sollu korkunç bir yoksulluk bölgesi ve turizmin onlara hiçbir katkısı yokx.
Suriçi’nin eski hamamının “restore” edilerek dönüştürüldüğü, zengin sofralarının kurulduğu lüks Fırıncı Restaurant’ın camlarından ellerini ışığa siper edip içeriye bakan yoksul çocuklar garsonlar tarafından habire kışkışlanıp “olmaları gereken yere”, Suriçi’nin arka sokaklarına kovalanıyor. Ve mutenalaştırma Gazi Caddesi’nin iki yanına doğru genişledikçe, yoksullar surların kenarlarına doğru giderek daha fazla sıkışıyor, görünmezlik iksiri içmeye zorlanıyor ve bir süre sonra da yatağı döşeği toplayıp Bağlar’ın daha ucuz evlerine yöneliyorlar.
Suriçi sadece kayyumların teşvikiyle şehre taşınan mütedeyyin kitlelerin değil, kalburüstü sınıfın yeni mahallesi Dicle Kent’in, 75. Cadde’nin lüks evlerinde yaşayıp sosyalleşmek için buraya gelen Diyarbakırlılar için de tropikal bir meyve gibi.
“Devlet bir operasyon yaptı, zenginler de arkasını getirdi” diyen Vecdi Erbay’a göre, tüm bu “dönüşüm”, halkın politik pozisyonunda yapısal sonuçlar yaratmış değil. Bunu sınamak için Mardin’de bir tur atalım.
Köylülerden biri “eskiden bizim siyasetçiler konuşunca, kalbimizin tercümanı oluyorlardı. Şimdi onları anlamak için tercüman lâzım” deyince, beyaz tülbentli bir kadın araya giriyor: “Yavrum bunlar gelip şildî-bildî yapıp gidiyorlar. Vallahi dillerinden anlamıyoruz.”
“Anlamak için tercüman gerekiyor”
17 Ekim’de, HDP’nin Mardin’de düzenlediği “Barışın Bütçesi” başlıklı konferansı dinlemek üzere gelmiş 200’e yakın köylü otelin devasa konferans salonunun girişindeki standlarda Fanta’larına kurabiyeleri katık ederken “Haydi heval, başlıyoruz” anonsuyla içeri geçiyor. HDP eşbaşkanı Mithat Sancar alkışlar eşliğinde içeri girene kadar görüştüğümüz köylüler kendilerine kesilen astronomik elektrik cezalarını anlatıyor. Aralarından biri “bana 8 milyar kesmişler” diyor, arka sıradaki bir kadın “bizimki 11 milyar” diye ekliyor.
Konferansın konuşmacıları üniversite kürsüsündeymiş gibi sunumlar, “makro ekonomik tahliller” yapıyor ve salondakilere herhangi bir söz hakkı tanınmadan etkinlik sonlandırılıyor. Çıkışta köylülerden biri “Eskiden bizim siyasetçiler konuşunca, kalbimizin tercümanı oluyorlardı. Şimdi onları anlamak için tercüman lâzım” deyince, beyaz tülbentli bir kadın araya giriyor: “Lavo, ewane tên û şıldî-bildîyekê ledixin û diçin. Villah em zimanê wan fehm nakin.” (Yavrum bunlar gelip şildî-bildî yapıp gidiyorlar. Vallahi dillerinden anlamıyoruz.) Hiç Türkçe bilmeyen Kürtler Türkçeye “şildî-bildî” (şimdi, bildi vs.) diyor.
Diyarbakır’a döndüğümüzde gözlemlerimizi aktardığımız Erbay’a göre, “halk gelmesi gerektiğini düşündüğü ânı bekliyor”. Ama o ânın ne zaman, nasıl geleceğini kimse kestiremiyor. Zira, çıplak şiddetin, bombardımanın, Sur, Cizre, Nusaybin gibi bölgelerdeki yıkımın ardından yalıtılmış, orta sınıf “kültürünün” tüketimine bırakılmış şehir manzaraları günden güne yerleşik bir hal almaya başlamış. O yüzden Ahmet Güneştekin’in 16 Ekim’de Diyarbakır’da, yıkımın kalıntıları arasındaki Keçi Burcu’nda açılan sergisine gelen “medyatik tipler” ilk başlarda pek yadırganmadı bile.
Hafıza Odası
Fakat Batmanlı sanatçı Güneştekin, daha önce İstanbul’da açtığı Hafıza Odası sergisini yeni işler de ekleyerek Diyarbakır Ticaret ve Sanayi Odası’nın sponsorluğunda Suriçi’ne taşıyıp açılışı da Kürtlerin gözünde 1990’ların OHAL valisinden farkı olmayan Ertuğrul Özkök gibi isimlerle yapınca, sergideki çarpıcı işlerin mânâsı bir anda tersyüz oldu. Güneştekin’in işlerinin sanatsal değerinden ziyade politik anlamı da bu bağlamda tartışıldı. Açılışa getirilen İstanbul sosyetesi faili meçhul cinayete kurban verilenlerin isimlerinin olduğu çarpıcı işin (“Kayıp Alfabe”) önünde şuursuzca gülüp fotoğraflar çektirince, haklı olarak büyük tepki topladı.
Sezar’ın hakkı Sezar’a; Güneştekin’in bazı eserleri, devletin tam da Sur’da, Kürdistan’da yaptığı kıyımı çok çarpıcı bir biçimde vurguluyordu. “Kayıp Alfabe” İHD’nin de desteğiyle şu âna kadar ulaşılabilen, tasnif edilebilen faili meçhul cinayet kurbanlarının tek tek isimlerini levhalaştıran çarpıcı bir iş mesela. Adını, bir Cumartesi Annesi’nin kayıp oğlunun ardından söylediği “İnsan Uçup Giden Bir Kuş Değildir” cümlesinden alan eserde ise, sergi rehberinde ifade edildiği üzere, “Yüzleri doğup büyüdüğü coğrafyanın geleneksel eşarplarıyla sıkı sıkıya sarmalanmış 400’ü aşkın kurukafa, cinayet şebekelerinin gözaltında öldürdüğü, yargısız infazlarla hayattan kopardığı kardeşlerinin ve kızkardeşlerinin isimlerinin yer aldığı bir platformu arkaplan olarak kullanıyor.”
Sergiyi protesto eden Diyarbakırlı gençlerin Keçi Burcu’ndan aşağıya bir parçasını attığı “Çürüme” ise renkli tabutlardan oluşuyor. Bu iş Güneştekin’in İstanbul’daki sergisinin de bir parçasıydı. Fakat bir sanat eserinin anlamı kendinden menkul olmuyor. Bağlamı, zamanı, mekânı ve tabii hitap ettiği kitle de esere anlam veriyor. Söz konusu “tabutlar” Diyarbakır’da başka, İstanbul’da bambaşka bir mânâ ve bağlama oturtulabiliyor.
Hiçbir Şey Yerli Yerinde Değil
Nesrin Uçarlar’ın Diyarbakır Siyasal ve Sosyal Araştırmalar Enstitüsü (DİSA) ile birlikte hazırladığı Hiçbir Şey Yerli Yerinde Değil kitabında hafızaya dair şu değerlendirme yapılıyor:
“Hafızanın seçici ve değişken yapısı olduğu, hafızamızı her yokladığımızda, içinde bulunduğumuz zamana ve duruma bağlı olarak, aynı âna dair başka hatıraların çıkıp gelebileceği, genel kabul gören bir bakış. Bu durumda, hafızayı sadece birtakım görüntülerin, duyguların biriktirdiği bir hatıra kutusu ya da pasif bir varlık olarak değil, adeta canlı bir varlık olarak görebiliriz. Hafızanın ille de geçmişteki gerçeklerle ilgili olduğunu söylemek de mümkün değil, yani hafıza tarih değil.”
Hafıza Odası dahil, son beş yılda yıkımın yapıldığı hiçbir yerde, hiçbir şey yerli yerinde değil. Güneştekin’in sergisine tepkileri sanat-mekân-bağlam ve hatta ortam uyuşmasının sağlanamamasına bağlamak mümkün. Sergi İstanbul sosyetesiyle, siyasi elitlerle değil de Sur halkıyla açılsa, etkisi muhtemelen bambaşka olacaktı.
Hafıza Odası dahil, son beş yılda yıkımın yapıldığı hiçbir yerde hiçbir şey yerli yerinde değil. Dolayısıyla, Güneştekin’in sergisine gelen tepkileri biraz da sanat-mekân-bağlam ve hatta ortam uyuşmasının sağlanamamasına bağlamak mümkün. Aynı işlerden oluşan sergi İstanbul sosyetesiyle, Ertuğrul Özkök’le, çelenk gönderen Meral Akşener’le, CHP ve HDP’nin siyasi elitleriyle değil de Sur halkıyla açılsa, etkisi muhtemelen bambaşka olacaktı.
Sergiden önce kendisiyle bianet.org için yaptığımız söyleşide Güneştekin şöyle diyordu: “Burada bir sergi fikri aslında çok eskiye, belediyeye kayyum atanmasının öncesine dayanıyor. Diyarbakır Büyükşehir Belediyesi eşbaşkanları Fırat Anlı ve Gültan Kışanak hendek olaylarının henüz bitmediği bir dönemde beni davet ederek, o dönem yaşananlarla ilgili bir sergi ya da anıtsal bir çalışma yapmamı istediler.”
Dolayısıyla, Gültan Kışanak, Fırat Anlı gibi isimler zaten böyle bir çalışmanın yaratacağı etkiyi öngörmüş olmalı. Fakat Kışanak ve Anlı hapiste ve maalesef fikirleri HDP siyasetinde egemen görünmüyor.
Öte yandan, Güneştekin bir başka konuşmasında “Evime dönüyorum ve yaptıklarımın beğenilmesini istiyorum” diyordu. Oysa Güneştekin döndüğü evine Özkök gibi daha önce defalarca bu evin camını kırmış, yıkıntıları üzerinde tepinmiş bir insanı da getirince, “hoşgeldin dayağı” yemiş oldu. Böylece hem tepkiler hem de Sur’lardan aşağıya atılan tabut Hafıza Odası’nın en önemli, en anlamlı işlerine dönüştü.
Peki, iyi mi oldu, kötü mü? Vecdi Erbay’a göre: “Bir şeylerin tartışılması için bir şeylerin olması gerekiyordu ve olan şey değil, oldurulan şey iyi oldu. Bizler de bu vesileyle bir kez daha Diyarbakır surlarının üstüne çıkıp kendimize bakma imkânı bulduk.”
Aynı imkân “şildî-bildî” yapan siyasetçiler için ne kadar geçerli, meçhul. Ama, devlet destekli orta sınıf kültürsüzlüğünün yaygınlaşması, Türkiyelileşmeyi orta sınıflaşma olarak algılayıp siyaseti buna göre icra eden aktörler karşısında, Kürt alt sınıfların giderek tercümansız kaldığı, geçmişin heyecanlandırıcı siyasi diline özlem duydukları açık. Ulu Cami avlusundaki adamın aktardığı üzere: “Egiş ile maşa hasret ataşa / Heci legleksiz kaldı bizim xıraba…”
1+1 Express, sayı 178, Kış 2021-22