Ekonomi yönetimi II. Londra Seferi’nden Londra Mutabakatı ile döndü. Bu mutabakatın başlıkları neler, karşılıklı taahhütler yerine getirilebilir mi, 4-7 Haziran’daki ilk testin ihtimalleri ne yönde, “güven krizi” kodlaması bize ne söylüyor? Ümit Akçay’ın fikritakip yazısına bağlanıyoruz.
Geçtiğimiz hafta sonu, henüz Mehmet Şimşek ve merkez bankası başkanı Murat Çetinkaya’nın Londra temasları başlamadan, bozgunla sonuçlanan ilk seferden sonra durumu toparlamak için düzenlenen II. Londra Seferi’nin umulan sonucu (24 Haziran’da seçim zaferini garantileme) getiremeyebileceğine işaret etmiştim. Bu yazı ile fikritakip yaparak, geçtiğimiz haftaki gelişmelerin ışığında II. Londra Seferi’nin sonuçlarını ele alacağım.
“Erdoğan’a aldırmayın”
Şimşek ve Çetinkaya ikilisinin, II. Londra Seferi’ne çıkarken çantalarına koydukları en önemli kartlardan biri merkez bankasının “sadeleştirme” adımı oldu. Bu adım ile 2017 başından itibaren süren örtülü para politikasına son verilerek, politika faizi 8’den 16.5’e çıkarılarak, 8.5 puan kadar artırıldı. Yani hukuki durum ile fiili durum arasındaki açı farklı kapatılmış oldu.
Londra Mutabakatı ile ilgili şunun altını çizmek gerek: Londra’daki “yatırımcı çevresi” istediği takdirde Türkiye ekonomisini zora sokabilir, ancak 24 Haziran’a kadar kur istikrarını sağlamak ya da ekonominin daha da kötüleşmesini önlemek gibi bir kudretleri yok. Zira, Türkiye ekonomisi pek çok alanda alarm verme noktasına gelmiştir.
Ancak kulislere sızdığı kadarıyla anladığımız, 24 Haziran seçimlerine kadar kur istikrarının sağlanması için finans kapital temsilcileriyle yapılan uluslararası pazarlıkta, Şimşek ve Çetinkaya ikilisinin “sadeleştirme” kozunun yanında iki önemli argümanı daha varmış. Bunlardan ilkinde finans kapital temsilcilerine “Erdoğan’a aldırmayın, bizim dediğimizi dikkate alın” denmiş, ikincisinde de enflasyon rakamına bağlı olarak ek faiz artışı yapılması sözü verilmiş.
Londra Mutabakatı
Kısacası, II. Londra Seferi’ndeki uluslararası pazarlıkta üç konu üzerine anlaşıldığı söylenebilir: 1) Seçimlere kadar kur istikrarının sağlanması (finans kapitalin taahhüdü), 2) Bunun bedeli olarak yüksek reel faiz getirisi (AKP’nin taahhüdü), 3) Seçim sonrası uygulanmak üzere bir kemer sıkma programının hazırlanması (AKP’nin taahhüdü).
Ancak “Londra Mutabakatı”ndaki temel sorun, tarafların taahhütlerini uygulama kapasitelerinin eşit olmaması. Bir başka deyişle, eğer başkan ve parlamento çoğunluğunun ayrı partilerde olduğu bir senaryo gerçekleşirse (ki bu ihtimal yüksek gibi görünüyor) AKP’nin verdiği taahhütler bir anda geçersiz hale gelebilir.
Londra Mutabakatı, 4-7 Haziran arasında test edilecek. İlk tarih enflasyon rakamının açıklanacağı, ikincisi MB’nin olağan para politikası kurulu toplantısını yapacağı gün. Şimşek-Çetinkaya ikilisinin yüksek gelmesi beklenen enflasyona karşı yeni bir faiz artışı yapıp yapmayacakları görülecek. Finans “yatırımcılar” şimdiden, yeni faiz artışının en az 3 puan olması gerektiğini söylemeye başladı.
Londra Mutabakatı ile ilgili özellikle şu hususun altını çizmek gerek: Londra’daki “yatırımcı çevresi” istediği takdirde Türkiye ekonomisini zora sokabilir, ancak 24 Haziran’a kadar kur istikrarını sağlamak ya da ekonominin daha da kötüleşmesini önlemek gibi bir kudretleri yok. Zira, Türkiye ekonomisi pek çok alanda alarm verme noktasına gelmiştir. Dolayısıyla, Londra’daki pazarlıklarda varılan uzlaşma noktalarının ne kadarının hayata geçebileceği halen şüpheli.
Londra Mutabakatı, ilk olarak 4 Haziran Pazartesi ile 7 Haziran Perşembe arasında test edilecek. İlk tarih enflasyon rakamının açıklanacağı, ikincisi de TCMB’nin olağan para politikası kurulu toplantısını yapacağı gün. Şimşek-Çetinkaya ikilisinin verdikleri taahhüdü uygulayıp uygulayamadıkları, yüksek gelmesi beklenen enflasyon oranına karşı yeni bir faiz artışı yapıp yapmayacaklarından görülecek. Zira finans “yatırımcılar” şimdiden, yeni faiz artışının en az 3 puan olması gerektiğini söylemeye başladı.
“Nihayet decoupling”
Ekonomi yönetimi II. Londra Seferi’nden döndükten sonraki iki gün TL’deki gerileme kısmen azaldı, hatta kısa bir süreliğine de olsa ABD doları, TL karşısında 4.50 seviyesinin altına geriledi. Üzerindeki baskının büyüklüğünden olsa gerek, Mehmet Şimşek, bu gelişme üzerine “nihayet decoupling” notuyla, TL’nin diğer yükselen piyasa ekonomilerinden pozitif olarak ayrıştığı grafiği kendi Twitter hesabından paylaştı:
Ancak Şimşek’in söylediği pozitif ayrışma uzun ömürlü olmadı. Sadece bir gün sonra TL için durum yeniden negatif ayrışma şeklinde gerçekleşti:
“70 sente muhtaç” olmak
Ekonomi yönetiminin seçime kadar acil fon girişi sağlama çabası, sadece Londra seferleri ile sınırlı değildi. İkinci heyet, Türk Eximbank genel müdürü başkanlığında oluşturulmuş ve 29 Mayıs-1 Haziran döneminde Avrupa’nın Zürih, Frankfurt ve Amsterdam şehirlerindeki önde gelen 13 yatırımcı kuruluşla görüşmeler yapmak için görevlendirilmiş.
Bu çabalara Erdoğan’ın şu açıklamasını da ekleyebiliriz: “Tüm vatandaşlarımızı, varlık barışından faydalanarak yurtdışında veya sistem dışında tuttukları paralarını bankalarımıza yatırmaya davet ediyorum.” Bu, açıkça, kaynağı ve nasıl kazanıldığı belli olmayan ya da vergi düzenlemelerinden kaçırılan paranın Türkiye’ye geri dönmesine yönelik yapılan bir çağrı. Ekonomi yönetiminin en yüksek mevkiden bu şekilde bir açıklama yapmak zorunda kalmasının tek bir anlamı var: Demirel’in tabiriyle, AKP seçimlere kadar “70 sente muhtaç” hale gelmiştir.
Kaynağı belli olmayan ya da vergiden kaçırılan paranın Türkiye’ye geri dönmesine yönelik çağrının, ekonomi yönetiminin en yüksek mevkiden bu şekilde bir açıklama yapmak zorunda kalmasının tek bir anlamı var: Demirel’in tabiriyle, AKP seçimlere kadar “70 sente muhtaç” hale gelmiştir.
Güven krizi
Ekonomi yönetiminin seçim öncesi köşeye sıkışması, ekonomi medyasında yaygın olarak “güven krizi” şeklinde kodlanarak sunuldu. İlk bakışta mantıklı gibi görünen bu tabir, aslında ülkece içine sokulduğumuz kıskacı gizliyor. Zira burada sözü edilen “güven” vatandaşların yöneticileri olan güvenleri değil. Buradaki güven, piyasaların hükümete güvenmesi anlamında kullanılıyor. Peki, piyasalar hükümete ne konuda güvenecek? Bunun yanıtı da basit: “Yatırım ortamını” koruma, Türkiye’ye gelecek yatırımcı için kâr garantisi verilmesi. Yani “güven”, sermayenin hükümetler üzerindeki yapısal gücünü anlatan bir kavramdır.
İşin ironik yanı, bu tabiri Türkiye’de “çarpık” kapitalizm olduğunu, bunun nedeninin de güçlü-ceberut devlet yapısı olduğunu savunanların da kullanması. Hükümetin piyasaya güven vermesi, sermayenin ekonomi politikalarının belirlenmesinde etkin ortak olması demek. Bir başka ifadeyle, eğer ekonominin kapitalist temelde örgütlendiği toplumlardan bahsediyorsak, burada en koyu diktatörlüklerin dahi yapısal sınırları vardır. Bu sınır ekonomik büyümenin sürdürülmesi, yani sermaye için kârlılık koşullarının yaratılmasıdır. Bu açıdan bakarsak, 15 Mayıs – 1 Haziran arası dönemde şahit olduğumuzun, AKP yönetiminin kendi ikbalini korumak için finans kapitalle yaptığı pazarlık olduğu görebiliriz.
Ekonomi yönetiminin seçim öncesi köşeye sıkışması, ekonomi medyasında yaygın olarak “güven krizi” şeklinde kodlanarak sunuldu. İlk bakışta mantıklı gibi görünen bu tabir, ülkece içine sokulduğumuz kıskacı gizliyor. Zira buradaki güven, sermayenin hükümetler üzerindeki yapısal gücünü anlatan bir kavramdır.
Şunu hatırlatarak tamamlayayım: Geldiğimiz noktada bir yanda AKP’nin otoriterizmi, diğer yanda piyasa otoriterizmi arasına sıkıştırılmış durumdayız. “Güven krizi”, genellikle ikinciyi çağıranların kullandığı bir anahtar kelime. “Normal” zamanlarda güven oylaması, hükümetler ile piyasalar (sermaye) arasında her gün yapılıyor. Hatta, biraz dikkatli bakılırsa, ekonomi kanallarında gösterilen grafiklerin bu güven oylamasını yansıttığı görülebilir.
24 Haziran gibi bazı ender anlarda ise, geniş toplum kesimlerinin dahil olabileceği “güven oylamaları” gerçekleşir. Birikim rejimi krizi koşullarında siyaset sınıfının hareket alanı giderek daraldığından AKP’nin hem piyasaların, hem toplumun güvenini aynı anda kazanabilme ihtimali oldukça zayıflamıştır.