1995 eylülünde Amerikan basın tarihinde görülmemiş bir olay yaşandı. 17 yıldır kimliği belirlenemeyen ve çeşitli bilim ve teknoloji merkezlerine postayla gönderdiği bombalı paketlerden ötürü Unabomber (Bombacı) lâkabıyla tanınan kişi, iki büyük gazeteyi, The Washington Post ve The New York Times’ı dize getirdi. Sanayi Toplumu ve Geleceği başlıklı manifestosunu, bir süredir ara verdiği eylemlerine devam etme tehdidiyle yayınlattı.
Unabomber, 25 Mayıs 1978’den bu yana, ünivesitelerde bilimsel araştırmaların yapıldığı laboratuarlara, doğa ve hayvanların tahribatına yol açan ileri teknolojik merkezlere, kereste fabrikalarına 16 adet bombalı paket gönderdi. Bombaların infilak etmesi sonucu üç kişi öldü, 23 kişi yaralandı. FBI’ın ülkenin dört bir yanında yaptığı bütün araştırmalar, ki tarihinin en masraflı araştırması oıarak biliniyor, sonuçsuz kaldı. Unabomber hakkında tek bir somut bilgi dahi edinemedi.
Ancak, Unabomber 17 yıllık gizliliğini sürpriz bir kararla bozdu. Mayıs 1995’te The New York Times gazetesine gönderdiği mektubunda şöyle diyordu: “Yıllardır bomba yapıp haftasonu boş tarlalarda bombalarımı denemekten artık bıkıp usandım. FBI denilen şey sadece bir şakadan ibarettir. Yıllardır FBI’ın beni yakalamasını bekliyorum. Ama anlaşılan o ki, boşuna bekliyorum, FBI’ın beni yakalayacağı yok. O nedenle kendim açığa çıkıp öykümü anlatmak istiyorum.”
Unabomber, medyaya Sanayi Toplumu ve Geleceği başlıklı bir manifesto üzerinde çalıştığını ve bitirdiğinde söz konusu iki gazete ve Times veya Newsweek dergilerinde yayınlatmak istediğini bildirdi. Haziran ayında Washington Post, New York Times gazeteleri ve Penthouse dergisine manifestonun birer kopyası ulaştı. Bu gelişmeler gazete yöneticileri, başsavcı ve FBI arasında gerilimli bir görüşmeler dizisine yol açtı. Sonunda medya 17 yıllık tecrübeden sonra yeni eylem tehdidini ciddiye almak zorunda kaldı. Sürenin biteceği gün yaklaşırken Washington Post yönetimi “kamu güvenliği” gereği yayınlama kararı aldıklarını açıkladı. Böylece Unabomber’ın manifestosu, 19 Eylül 1995 tarihli The Washington Post gazetesinde, sekiz sayfalık özel bir ek halinde yayınlandı.
Manifesto Batı’da geniş yankı uyandırdı. Unabomber gün geçtikçe büyüyen “teknoloji karşıtı” hareketlerin, anarşistlerin bir anda ilahı oluverdi. Amerikan ünlü radikal çevrecilerinden Gar Smith, bir televizyon programında “Unabomber 20. yüzyılın Amerikasının simgelerinden biri olmuştur” diyecekti.
Derken, 7 Nisan 1996’da, dünya medyası konuyla ilgili bir başka haberle çalkalandı. Ajanslar Unabomber’ın 18 yıl sonra yakalandığını geçti. Anarşist bombacının Amerika’nın Montana eyaletindeki bir orman evinde yaşayan Theodore Kaczynski adlı 54 yaşında eski bir matematik profesörü olduğu bildiriliyordu. 1962 Harvard mezunu olan Kaczynski, matematik alanında ihtisas yapıp akademik hayata atılmış, ama sonradan istifa ederek ortadan kaybolmuştu. 1971 yılından beri, kendi elleriyle yaptığı 10 metrekarelik orman evinde yaşayan Kaczynski, münzevi bir hayatı seçti. Su, elektrik ve telefonun bulunmadığı kulübesinde, manifestonun yazıldığı cinsten eski bir daktilo ve bomba imalinde kullanılan çeşitli malzemeler ele geçirildi. Medyada “Nihilist Desperado” olarak da tanınan Unabomber, kardeşinin ihbarı sonucu yakalandı. Orman evi elli kişilik özel tim tarafından kuşatıldı ve Amerikan tarihinin ilk entelektüel seri cinayet sanığı, paniksiz, heyecansız bir tavırla kapıyı açtı. Söylediği ilk şey “bir avukatla görüşmek istiyorum” oldu. Karakollardaki robot resmin aksine saç, sakal birbirine karışmış, bakımsız, pasaklı bir adamdı. Hiçbir kurbanıyla doğrudan ilişkiye geçmemişti, gönderdiği bütün tuzaklı paketlere dostça bir mesaj iliştirmişti. Kandan nefret ediyordu. Paranoyaktı…
Unabomber’ın Sanayi Toplumu ve Geleceği başlıklı manifestosu Türkçeye çevrildi, Kaos Yayınları tarafından yayınlandı. Küçük bir özetini sayfalarımıza aldığımız manifesto, insanlığın ekonomik ve teknolojik kölelikten endüstriyel-teknolojik sisteme yönelik bir devrimle kurtulacağını savunuyor. Metnin birçok yerinde, Unabomber’ın da sık sık belirttiği gibi, katılmayacağımız fikirler, saptamalar, yaklaşımlar bulunuyor. Ama Unabomber’ın içinde yaşadığımız sistemin asal dinamiklerine yönelik radikal bir bakış geliştirdiği de muhakkak. Ayrıca, gerek sol hakkında söylediklerinde, gerekse toplumsal tahlillerinde Amerikan toplumunu esas aldığını belirtmek de gerekiyor.
Express, sayı 122, 25 Mayıs 1996
Giriş
Sanayi devrimi ve sonuçları insan soyu için bir felaket oldu. Bu sonuçlar “gelişmiş” ülkelerde yaşayan bizlerin yaşamdan beklentilerimizi oldukça artırırken toplumun dengesini bozdu, yaşamı anlamsızlaştırdı, insanları aşağılamalara maruz bıraktı, yaygın psikolojik acılara (Üçüncü Dünya’da fiziksel acılara da) yol açtı ve doğal dünyayı şiddetli zarara uğrattı. Teknolojik ilerlemenin devam etmesi durumu daha da kötüleştirecek; insanları daha büyük aşağılamalara maruz bırakıp doğal yaşamda daha fazla zarara sebep olacak; büyük olasılıkla daha fazla sosyal bozulmaya ve psikolojik acılara yol açacak; belki de “gelişmiş” ülkelerde bile fiziksel acıların artmasına neden olacak.
Endüstriyel teknolojik sistem, devam edebilir veya yıkılabilir. Eğer devam ederse, sonunda psikolojik ve fiziksel acılar daha düşük seviyelere inebilir, ancak uzun ve acı dolu bir alışma döneminden sonra ve insanlarla diğer pek çok yaşayan organizmayı işlenmiş birer ürün ve çark dişlilerine indirgemek pahasına. Üstelik, sistem devam ederse, sonuçları kaçınılmaz olacak. Sistemi, insanların saygınlığını ve bağımsızlığını elinden almayacak bir şekilde yenilemenin veya değiştirmenin bir yolu yok. Eğer sistem çökerse, sonuçları yine çok acı verici olacak. Ancak, sistem büyüdükçe çökmesinin sonuçları da daha dehşetli olacağından, eğer çökecekse en kısa zamanda çökmesinde fayda var.
Biz bu nedenle, endüstriyel sisteme karşı bir devrimi savunuyoruz. Bu devrim şiddetli veya şiddetsiz olabilir; hemen gerçekleşebilir veya birkaç onyıla yayılarak görece daha aşamalı olabilir. Bunların hiçbirini şimdiden bilemeyiz. Bu, politik bir devrim olmayacaktır. Amacı ise hükümetleri değil, bugünkü toplumun ekonomik ve teknolojik temelini yıkmak olacaktır.
Modern solculuğun psikolojisi
Aşağı yukarı herkes çok sorunlu bir toplumda yaşadığımızı kabul edecektir. Dünyamızın içinde bulunduğu çılgınlığın en yaygın göstergesi solculuk olduğu için, solculuğun psikolojisi üzerine bir tartışma, günümüz toplumunun sorunları konusunda genel bir tartışmaya giriş görevi yapabilir.
Peki ama solculuk nedir? 20. yüzyılın ilk yarısında solculuk pratikte sosyalizmle özdeşleştirilebilirdi. Bugün ise bu hareket parçalanmıştır ve kime tam anlamıyla solcu denilebileceği açık değildir. Biz, solcu dediğimizde, temelde sosyalistleri, kolektivistleri, “politik açıdan dürüst” tipleri, feministleri, gay ve özürlü hakları savunucularını, hayvan hakları eylemcilerini ve benzerlerini düşünüyoruz. Ancak bu hareketlerin herhangi biriyle ilgisi olan herkes solcu değildir.
Çağdaş solculuğun temelinde yatan iki eğilime “aşağılık duygusu” ve “aşırı toplumsallaşma” adını veriyoruz. Aşağılık duygusu çağdaş solculuğun bütününde görülen bir özellikse de, aşırı toplumsallaşma çağdaş solculuğun yalnızca belli bir kesiminde görülen bir özelliktir, ancak bu kesim oldukça etkilidir.
Aşağılık duygusundan kastımız yalnızca katı anlamda aşağılık duygusu değil, buna ilişkin özelliklerin bütün bir yelpazesidir: Kendine az değer verme, güçsüzlük duyguları, depresif eğilimler, yenilmişlik, suçluluk, kendinden nefret etme vb. Bizce çağdaş solcular böyle duygulara meyillidirler ve bu duygular çağdaş solun yönünü belirlemede etkilidir.
İnsanların çoğu önemli oranda uygunsuz davranışlarda bulunur. Yalan söylerler, önemsiz hırsızlıklar yaparlar, trafik kurallarını çiğnerler, işlerini asarlar, birbirlerinden nefret ederler ya da başka birini geçmek için sinsi hileler yaparlar. Aşırı toplumsallaşmış bir insan ise bunları yapamaz, ya da yapsa bile kendi içinde bir utanç ve öznefret duygusu geliştirir. Genel ahlâka uygun olmayan duygu ve düşünceleri suçluluk duymadan yaşayamaz, “temiz” olmayan fikirleri düşünemez. Toplumsallaşma sadece bir ahlâk meselesi değildir; ahlâk başlığı altında toplanamayacak pek çok davranış normuna da uymak üzere sosyalleşiriz. Aşırı toplumsallaşan insan topluma psikolojik bir tasma ile bağlanır. Aşırı toplumsallaşma insanlığın bireye yaptığı en büyük zulümdür.
Çağdaş solun önemli ve etkili bir bölümü bu dertten muzdariptir. Aşırı toplumsallaşmış tipte bir solcu, isyan ederek psikolojik tasmasını çıkarmaya ve bağımsızlığını ilan etmeye çalışır. Ama bu kadar güçlü değildir. Tam tersine, sol, kabul edilmiş ahlâki bir prensibi alarak kendisininmiş gibi benimser ve sonra da toplumu bu prensibe uymamakla suçlar. Irklar arası eşitlik, cinslerin eşitliği, fakirlere yardım etmek, savaşa karşı barış, genel olarak şiddet karşıtlığı, ifade özgürlüğü, hayvanlara iyi davranmak…
Solcuların problemleri, toplumumuzun bir bütün olarak sahip olduğu problemleri de gösterir. Kendine az değer verme, depresif eğilimler ve yenilmişlik duygusu yalnızca solla sınırlı değil. Toplumda oldukça yaygın. Ve bugünün toplumu da, bizi, önceki bütün toplumlardan daha fazla toplumsallaştırmaya çalışıyor. Nasıl yiyeceğimizi, nasıl spor yapacağımızı, nasıl sevişeceğimizi, çocuklarımızı nasıl yetiştireceğimizi bile uzmanlardan öğrenir hale geldik.
Güç süreci, yapay etkinlik, bağımsızlık
İnsanlar bizim “güç süreci” adını verdiğimiz, büyük olasılıkla biyolojik bir ihtiyaç içindedir. Bu, güç ihtiyacıyla yakından ilgiliyse de tam olarak aynı şey değildir. Güç sürecinin dört öğesi vardır. Bunların en açık olan üçüne Amaç, Çaba ve Amaca Ulaşma adını veriyoruz. Dördüncüsü olan Bağımsızlık ise tanımlanması biraz zor bir öğe. Herkeste bulunmayabilir.
Herkesin amaçları vardır; en azından yaşamak için gereken fiziksel ihtiyaçları karşılamak gibi: Yivecek, su, giyim, barınak vb. Ancak hali vakti yerinde bir aristokrat bütün bunları çaba harcamadan elde eder. Sonra da sıkıntı ve moral bozukluğu başlar. Yani, ciddi psikolojik problemlere yakalanmamak için bir insan, uğruna çaba harcanması gereken amaçlara gerek duyar ve bu amaçlara ulaşmada en azından makûl bir oranda başarıya sahip olmalıdır.
İnsanlar, fiziksel gereksinimlerini karşılamak için çabalamak zorunda kalmadıklarında, kendilerine “yapay amaçlar” bulur. Örneğin, imparator Hirohito, yozlaşmış bir düşkünlüğe dalacağına, kendini deniz biyolojisine adadı ve bu alanda hatırı sayılır kişilerden biri oldu.
“Yapay etkinlikler” kavramını şu anlamda kullanıyoruz: İnsanların yalnızca elde etmek yolunda çaba göstermek için veya yalnızca amaca ulaşmaya çalışmaktan edindikleri “tatmin” için kendilerinde buldukları yapay amaca yönelik faaliyet. X amacına ulaşmak için zamanını ve enerjisini adayan bir kişiyi düşünerek kendinize şu soruyu sorun: Eğer bu kişi, zamanını ve enerjisinin çoğunu biyolojik gereksinimlerini karşılamaya harcamak zorunda kalsaydı ve bu çaba onun fiziksel ve zihinsel yeteneklerini değişik ve ilginç bir biçimde kullanmasını gerektirseydi, bu kişi X amacına ulaşmadığı için kendinde bir eksiklik hisseder miydi? Eğer cevap hayırsa bu kişinin X amacına ulaşmaya çabalaması bir yapay etkinliktir. Hirohito’nun deniz biyolojisi konusundaki çalışmaları gibi…
Çağdaş endüstriyel toplumda, kişinin fiziksel gereksinimini gidermesi için asgari bir çaba yeterlidir. Önemsiz bir beceri edinmek üzere bir eğitim programından geçmek, sonra da işe zamanında gelip işin gerektirdiği son derece mütevazı çabayı göstermek yeter. Bütün gereken, makûl bir oranda akıl ve en çok da itaat. Kişi bunlara sahipse, toplum ona beşikten mezara dek bakar.
Çoğu insan için, yapay etkinlikler, gerçek amaçlara ulaşmaya çalışmaktan daha az tatmin edicidir. Bunun göstergelerinden biri de, yapay etkinliklerle çok yakından ilgilenen insanların asla tatmin olmamaları, huzur bulmamalarıdır. Paragöz, sürekli daha fazla servet edinmek için can atar. Bilim adamı, bir problemi bitirir bitirmez diğerine geçer. Uzun mesafe koşucusu, kendini daha hızlı ve daha fazla koşmaya zorlar. Bu insanlar, yaptıklarının kendilerine biyolojik ihtiyaçları gidermek gibi “fani” bir işten daha fazla tatmin getirdiğini söyler. Bunun nedeni toplumumuzda biyolojik ihtiyacı karşılama işinin saçmalığa indirgenmiş olmasıdır. Daha da önemlisi, toplumumuzda insanlar biyolojik ihtiyaçlarını bağımsız olarak değil, toplumsal bir makinanın parçaları olarak karşılar. Ama tam aksine, yapay etkinliklerde bulunurken büyük oranda bağımsızdırlar.
Bağımsızlık, güç sürecinin bir parçası olarak her bireye gerekmeyebilir. Ancak, çoğu insan, amaçları için çabalarken az çok bağımsızlığa ihtiyaç duyar. Çabaları kendi inisiyatiflerine bağlı ve kendi denetimlerinin altında olmalıdır. Eğer insanlar, bağımsız inisiyatif ve kararlarına hiç yer bırakılmayan, katı emirlerin yukarıdan dayatıldığı bir durumda çalışırsa, güç sürecine olan ihtiyaçları doyurulmayacaktır.
Çoğu insan için, kendine değer verme, özgüven ve güç duygusu kazanma, güç süreci yoluyla, yani bir amaca sahip olma, bağımsız bir çaba gösterme ve amaca ulaşma yoluyla olur. Bir kişinin güç sürecinden geçmek için yeterli fırsatı olmazsa, bunun sonuçları, bireye ve sürecin nasıl bozulduğuna bağlı olarak, sıkıntı, ahlâki çöküntü, kendine az değer verme, aşağılık duygusu, yenilmişlik, depresyon, endişe, suçluluk, hüsran, düşmanlık, eşe ya da çocuğa yönelik taciz, doymak bilmeyen bir düşkünlük, anormal cinsel davranışlar, uyuma ve beslenme bozuklukları vb. olur.
Toplumsal sorunların kaynağı
Biz çağdaş toplumun sosyal ve psikolojik sorunlarını şu gerçeğe bağlıyoruz: Toplum, insanların, insan soyunun evrimleştiği koşullardan tamamıyla farklı koşullarda yaşamasını ve daha önceki koşullarda geliştirdikleriyle çatışan davranış kalıplarına göre davranmasını gerektiriyor. Modern toplumun insanları maruz bıraktığı en önemli anormal koşul, bizim güç sürecini doğru dürüst yaşama şansımızın olmamasıdır. Ancak bu tek anormal durum değildir. Aşırı nüfus yoğunluğu, insanın doğadan soyutlanması, toplumsal değişimin aşırı hızı ve aile gibi, kabile gibi küçük ölçekli toplulukların yıkılması gibi faktörler de etkilidir.
Kalabalığın stres ve saldırganlığı artırdığı çok iyi bilinir. Bugün varolan kalabalıklaşma derecesi ve insanın doğadan soyutlanması, teknolojik ilerlemenin sonuçlarıdır. Endüstri öncesi toplumlar ağırlıklı olarak tarımsal toplumlardı. Endüstri toplumu şehirleri ve şehirlerde yaşayan nüfus oranını büyük oranda artırdı; modern tarımsal teknoloji de dünyanın daha önce besleyemediği yoğunlukta bir nüfusu beslemesini olanaklı kıldı. İlkel toplumlarda, doğal dünya, istikrarlı bir çerçeve ve bu nedenle de, bir güvenlik duygusu sağlıyordu. Modern dünyada ise, tam tersine, insan toplumu doğaya egemendir ve çağdaş toplum da teknolojik değişimle birlikte büyük bir hızla değişiyor. Yani, istikrarlı bir çerçeve yok. Muhafazakârlar aptaldır: Bir yandan geleneksel değerlerin yıkılmasından dolayı sızlanırken, diğer yandan da teknolojik ilerleme ve ekonomik gelişmeyi içtenlikle desteklerler.
Özgürlüğün doğası
“Özgürlük”ten şunu kastediyoruz: Güç sürecini, yapay etkinliklerin yapay hedefleriyle değil, gerçek amaçlarla ve hiç kimsenin, özellikle de hiçbir büyük kuruluşun müdahalesi olmadan yaşayabilme fırsatı. Özgürlük, kişinin (ya bir birey ya da küçük bir topluluğun üyesi olarak) ölüm kalım meselelerini kontrol edebilmesidir; yiyecek, giyecek, barınak ve çevresinden gelecek her türlü tehlikeye karşı savunma. Özgürlük güç sahibi olmak demektir; diğer insanları kontrol etmek için değil, ancak kendi yaşamının koşullarını kontrol etmeye yarayan güç. Biri kişinin üzerinde bir güce sahipse, bu güç ne kadar iyi niyetli, hoşgörülü ve müsaadeci olursa olsun, kişi özgür değildir.
New England’daki Kızılderililerin çoğu monarşiyle yönetiliyordu ve İtalyan Rönesansı sırasında şehirlerin çoğu diktatörlerin kontrolü altındaydı. Ancak bu toplumların tarihini okurken insan, onlarda bizim toplumumuzdakinden daha fazla kişisel özgürlüğe izin verildiği izlenimi ediniyor. Bu kısmen yönetici idaresini dayatacak etkin mekanizmaların yokluğundan kaynaklanıyor: Çağdaş iyi örgütlenmiş polis güçleri, iletişim mekanizması, denetleme kameraları, sıradan vatandaşların yaşamları hakkında bilgi dosyaları yoktu. Bu nedenle kontrolden kaçmak görece daha kolaydı.
Anayasa tarafından garanti altına alınan bazı haklarımız olduğu için özgür bir toplumda yaşadığımız söyleniyor. Ancak, bu haklar göründüğü kadar önemli değildir. Örneğin, basın özgürlüğünü düşünün. Elbette bu hakka çatmak istemiyoruz; bu, politik gücün yoğunlaşmasını kısıtlamak ve politik gücü olanları teşhir ederek yola getirmek için önemli bir araç. Ancak, basın özgürlüğü, sıradan bir vatandaşın bir birey olarak çok az işine yarar. Medya, çoğunlukla sistemle bütünleşmiş büyük kuruluşların kontrolündedir. Birazcık parası olan herkes bir şey bastırabilir, bunu internetle veya başka bir yolla dağıtabilir. Ama onun söyleyecekleri medyanın büyük miktardaki materyalleri arasında kaybolacak, bu nedenle hiçbir etkisi olmayacaktır. Toplumda kelimelerle bir etki yaratmak, çoğu birey ve küçük grup için olanaksızdır.
Tarihin ilkeleri
Tarihin iki bileşenden oluşan bir toplam olduğunu düşünün: Sezilebilir bir yolda ilerlemeyen, önceden sezilemeyen olaylardan oluşan düzensiz bir bileşen ve uzun vadeli tarihi bir akıştan oluşan düzenli bir bileşen. Biz burada uzun erimli akımlarla ilgileneceğiz.
Birinci İlke: Eğer uzun vadeli bir tarihi akışta küçük bir değişiklik yapılırsa, o değişikliğin etkisi neredeyse her zaman geçici olacaktır. (Örnek: Bir toplumdaki politik çöküntünün temizlenmesi için düzenlenen bir reform hareketi genelde kısa vadelidir; er geç reformcular rahatlar ve çöküntü yine topluma sızar. Söz konusu toplumdaki politik çöküntü genelde sabit kalır veya toplumun evrilişine bağlı olarak yavaşça değişir. Normalde, politik bir temizleme ancak yaygın sosyal değişimlere eşlik ettiğinde kalıcı olacaktır, toplumda küçük bir değişim yeterli olmayacaktır.) Eğer, uzun vadeli bir tarihi akışta küçük bir değişiklik kalıcı gibi görünüyorsa, bunun nedeni değişikliğin, akışın zaten içinde bulunduğu yönde etki etmesidir, yani akış değişmemiş, yalnızca bir adım ilerlemiştir.
İkinci İlke: Eğer uzun vadeli bir tarihi akışı etkileyebilecek denli büyük bir değişiklik yapılırsa, bu tüm toplumu değiştirir. Başka bir deyişle, bir toplum tüm parçaların birbiriyle bağlantılı olduğu bir sistemdir ve bunun hiçbir önemli parçasını diğer parçalarını da değiştirmeden değiştiremezsiniz.
Üçüncü İlke: Uzun vadeli tarihi bir akışı kalıcı olarak değiştirebilecek derecede büyük bir değişiklik yapılırsa, bunun, toplum açısından bir bütün olarak ileride getireceği sonuçlar önceden bilinemez.
Dördüncü İlke: Yeni bir toplum kâğıt üstünde tasarlanamaz. Yani, ilerideki bir toplumu önceden planlayıp o toplumun tasarladığınız gibi işlemesini bekleyemezsiniz.
Üçüncü ve dördüncü ilkeler insan toplumlarının karmaşıklığından kaynaklanır. İnsan davranışındaki bir değişiklik toplumun ekonomisini ve fiziksel çevresini etkiler; ekonomi çevreyi etkiler veya bunun tersi olur, ekonomi ve çevredeki değişiklikler de insan davranışını karmaşık ve tahmin edilemez şekillerde etkiler vb. Et- ki-tepki ağı açıklanmak ve anlaşılmak için çok fazla karmaşıktır.
Beşinci ilke: İnsanlar, toplumlarının şeklini bilinçli ve akıcı olarak seçmezler. Toplumlar, akılcı insan kontrolü altında olmayan sosyal evrim süreçleri yoluyla gelişir.
Beşinci ilke, diğer dördünün bir sonucudur. Açıklamak gerekirse: Birinci örneğe göre, genel olarak konuşursak, bir sosyal reform girişimi ya toplumun zaten geliştiği yolda etki eder (böylece de, sadece her koşulda olacak bir değişikliği hızlandırır) ya da yalnızca geçici bir etki gösterir, böylece de toplum kısa sürede eski haline döner.
Toplumun herhangi önemli bir niteliğinin gelişiminde kalıcı bir değişim gerçekleştirmek için reform yetersizdir, devrim gereklidir. (Bir devrim, ille de silahlı bir başkaldırıyı veya bir devletin yıkılmasını içermez.) İkinci kurala göre, bir devrim asla toplumun yalnızca bir yönünü değiştirmez, tüm toplumu değiştirir; üçüncü ilkeye göreyse, devrimcilerin asla beklemediği veya istemediği değişiklikler ortaya çıkar. Dördüncü ilkeye göre, devrimciler veya ütopyacılar yeni bir toplum türü oluştururlarsa, bu asla planlanan şekilde işlemez.
Endüstriyel toplumda özgürlüğün kısıtlanması kaçınılmazdır
Çağdaş insanın eli kolu bir kurallar ve düzenlemeler ağıyla bağlanmıştır. Kaderi, kararlarını etkileyemeyeceği kadar uzak kişilerin eylemlerine bağlıdır. Bu durum teknolojik açıdan ilerlemiş toplumlarda gerekli ve kaçınılmazdır. Sistem işleyebilmek için insan davranışlarını sıkı sıkıya düzenlemek zorundadır.
Sistem insanları davranış kalıplarına çok uzak biçimde davranmaya zorlamaktadır. Örneğin, sistemin bilim adamlarına, matematikçilere, mühendislere ihtiyacı vardır. Onlarsız işleyemez. Bu yüzden çocuklara bu alanlarda yükselmeleri için ağır baskılar uygulanıyor.
Teknolojik toplum küçük, bağımsız parçalara bölünemez, çünkü üretim çok sayıda insanın işbirliğine dayanır. Bir karar, diyelim ki, 1 milyon kişiyi etkiliyorsa, her bir kişinin bu kararda 1 milyonda 1 kadar payı vardır. Pratikte ise, kararları, kamu görevlileri, şirket yöneticileri veya teknik uzmanlar verir. Bireyler hayatlarını etkileyen kararlara müdahale etmekten acizdir ve bunu teknoloji toplumunda çözmenin bir yolu yoktur.
Sistem insani ihtiyaçları doyurmak için varolmaz, varolamaz. Aksine, sistemin ihtiyaçlarına uymak üzere düzenlenmesi gereken, insan davranışıdır. Bunun sistemi yönetiyormuş gibi gözüken ideolojiyle hiçbir ilgisi yoktur. Bu teknolojinin suçudur, çünkü sistem, ideoloji tarafından değil, teknik gereklilikler tarafından yönlendirilir. Sistem, elbette birçok ihtiyacı karşılıyor, ancak genelde, bunu yapmak sistemin yararına olduğu sürece yapıyor. Örneğin, sistem insanlara gıda sağlıyor, çünkü herkes açlıktan ölseydi sistem işlemezdi. Asıl önemli olan insanın ihtiyaçları değil, sistemin ihtiyaçlarıdır.
Teknolojinin “kötü” tarafları “iyi” taraflarından ayrılamaz
Endüstriyel toplumun özgürlük lehine yeniden düzenlenmesinin olanaksızlığının diğer bir nedeni ise, çağdaş teknolojinin, bütün parçalarının diğerine bağlı olduğu bütünlüklü bir sistem olmasıdır. Teknolojinin “kötü” taraflarını atıp sadece “iyi” taraflarını bırakamazsınız. Çağdaş tıbbı ele alalım. Tıp bilimindeki ilerlemeler, kimya, fizik, biyoloji, bilgisayar bilimi ve diğer alanlardaki ilerlemelere bağlıdır. İleri düzey tıbbi tedaviler, yalnızca teknolojik açıdan gelişkin, ekonomik açıdan zengin bir toplumda bulunabilen, pahalı ve yüksek teknoloji ürünü bir donanım gerektirir.
Tıpta ilerleme, teknolojik sistemin diğer parçaları olmadan da sağlanabilseydi bile, birtakım kötülükleri beraberinde getirecekti. Örneğin, şeker hastalığının tedavisinin bulunduğunu varsayalım. O zaman şeker hastalığına genetik bir eğilimi olan insanlar da diğerleri gibi yaşayabilecek ve üretebilecekti. Şeker hastalığına karşı doğal seçim azalacak ve bu tür genler bütün topluma yayılacaktı. Toplumun genetik yapısının bozulmasıyla başka bazı hastalıklara karşı hassasiyet de değişecektir. Tek çözüm bir tür öjenik (öjeni: İnsan ırkının soyaçekim yoluyla ıslahına çalışan bir bilim dalı) programı veya yaygın genetik mühendisliği olacaktır. Böylece insan, doğanın veya şansın veya tanrının (dini ve felsefi görüşünüz neyse) bir yaratısı değil, işlenmiş bir ürün olacaktır. Eğer büyük devlet babanın hayatınıza şu anda fazla karıştığını düşünüyorsanız yanılıyorsunuz, siz asıl devlet, çocuklarınızın genetik yapısını düzenlemeye başladığında görün olacakları…
Devrim reformdan daha kolaydır
Sistemde, özgürlüğü teknolojiyle uzlaştıracak bir reform yapılamaz. Tek yol endüstriyel-teknolojik sistemi tamamen yıkmaktır. Bu da devrim anlamına gelir, ille de silahlı bir ayaklanma değil, ama toplumun doğasında radikal ve esaslı bir değişim demektir.
Bir devrim, reformun gerektirdiğinden çok daha fazla değişiklik içerdiğinden, insanlar devrimi gerçekleştirmenin daha zor olduğunu düşünme eğilimindedir. Aslında belli koşullar altında devrim, reformdan çok daha kolaydır. Bunun sebebi, devrimci bir hareketin bir reform hareketinin sahip olamayacağı güçlü bir esin kaynağının olmasıdır. Reform hareketi sadece belli bir sosyal problemi çözmeyi vaat eder. Devrimci hareket ise, bir defada bütün problemleri çözmeyi ve tamamen yeni bir dünya yaratmayı hedefler; insanların uğruna büyük risklere gireceği ve fedakârlıklar yapacağı türden bir ideal sağlar.
İnsan soyu dönüm noktasında
Sistem sık sık varlığını tehdit eden belli başlı bazı problemlerle umutsuz bir mücadeleye girişir. Bunların içinde insan davranışı problemleri en önemlisidir. Eğer sistem insan davranışı üzerinde kısa zamanda yeterli bir kontrol sağlarsa, büyük olasılıkla varlığını sürdürür. Aksi takdirde yok olur. Bu konu gelecek 40 ila 100 yıl içinde çözüme ulaşacaktır.
Farzedin ki, sistem gelecek 40 ila 100 yıl içinde doğacak krizi atlattı. O zamana kadar, bu sorunların çözülmesi ya da en azından kontrol altına alınması gerekecektir, özellikle başı çeken problem de insanları “toplumsallaştırmak”tır, yani atalarından miras kalmış davranışları sistemi tehdit edemeyecek duruma gelene dek insanları uysallaştırmak. Bu başarıldıktan sonra, teknolojinin ilerlemesine karşı başka engel kalmayacak gibidir ve büyük bir olasılıkla mantıksal sonuna doğru ilerleyecektir. Bu da insanlar ve diğer bütün önemli organizmalar dahil dünyadaki her şey üzerinde mutlak bir kontrol anlamına gelmektedir.
Eğer sistem yıkılırsa, bir “kaos dönemi”, tarihin geçmişte çeşitli devirlerde kaydettiği türden bir “sorunlar dönemi” yaşanabilir. Böyle bir sorunlar döneminde nelerin olacağını tahmin etmek imkânsızdır. Ama ne olursa olsun insan ırkına yeni bir şans verilmiş olur. En büyük tehlike yıkımdan bir iki yıl sonra endüstri toplumunun kendini toparlamaya başlamasıdır. Mutlaka birçok kişi, özellikle de güce aç tipler, fabrikaların yeniden çalışmasını isteyecektir.
Endüstriyel toplum bütünüyle devrimci bir eylem sonucu yıkılmayacaktır. Eğer sistem yıkılırsa bu ya kendiliğinden ya da devrimcilerin yardımcı olacağı yarı spontan bir süreç yoluyla olacak.
Gelecek
Şimdi, endüstriyel toplumun önümüzdeki birkaç on yıl için devam ettiğini ve kusurlarından arındırıldığını, kusursuz işlediğini düşünelim. Bu nasıl bir sistem olacaktır?
Öncelikle bilgisayar bilimcilerinin, her şeyi insanlardan daha iyi başaran akıllı makinalar yapmayı başardıklarını varsayalım. Bu durumda bütün işler iyi organize edilmiş, büyük makina sistemleri tarafından gerçekleştirilecek ve insan gücü gerekli olmayacaktır. Makinaların tüm kararları insan gözetimi olmadan almasına izin verilecektir ya da insanların makina üzerindeki kontrolü elinde tutması mümkün olabilecektir.
Eğer tüm karar yetkisi makinalara verilirse, bunun sonuçları hakkında tahminde bulunamayız, çünkü bu tür makinaların nasıl davranacağını tahmin etmek olanaksız. Biz yalnızca insan ırkının kaderinin makinaların elinde olacağına işaret ediyoruz. Bizim iddia ettiğimiz şey şudur: İnsan ırkı kolayca kendini makinalara bağlılığa sürüklenmiş halde bulabilir ve makinaların kararlarını kabul etmekten başka hiçbir pratik seçimi kalmayabilir. Toplum ve onun karşılaştığı sorunlar karmaşıklaştıkça ve makinalar gitgide akıllandıkça insanlar onlara daha fazla karar verme yetkisi verirler, çünkü makinaların kararları, insanlarınkinden daha iyi sonuçlar getirir. Sonunda, sistemi işletebilmek için gerekli olan kararlar öyle karmaşıklaşabilir ki, insanlar onları gereğince yapacak kapasitede olmayabilir. Bu aşamada makinalar etkin bir kontrol sahibi olacaktır, insanlar makinaları pat diye kapatmayacaklar, çünkü onlara öyle bağımlı hale geleceklerdir ki, makinaları kapatmak intihar anlamına gelebilecektir.
Diğer yandan, makinalar üzerindeki insan kontrolünün elde tutulması da mümkündür. Bu durumda, ortalama insan kendine ait arabası ya da kişisel bilgisayarı gibi bazı makinaları kontrol edebilir, ancak geniş sistemlerin üstündeki kontrol seçkin bir azınlığın elinde olacaktır. Bugün de olduğu gibi. Ama iki farkla. Gelişmiş tekniklere bağlı olarak seçkin kesim kitleler üzerinde daha fazla kontrol sahibi olacaktır ve insan emeği artık gerekli olmayacağından, kitleler sistem üzerinde gereksiz bir yük olacaktır. Seçkin kesim acımasız olursa kitleleri yok etme kararı bile alabilir.
Şimdi de bilgisayar bilimcilerin yapay zeka geliştirmeyi başaramadığını, insan gücünün gerekli olduğunu varsayalım. O zaman bile makinalar gittikçe basit işleri daha çok ele geçirecek, böylece işsizler ordusu gittikçe büyüyecektir. İş bulanlardan ise gittikçe daha çok şey talep edilecektir: Gittikçe daha fazla eğitime ihtiyaçları olacak, daha fazla yetenekli, daha güvenilir, sağlıklı ve itaatkâr olmaları gerekecektir, çünkü gittikçe daha büyük, dev bir organizmanın hücreleri haline geleceklerdir. Prestij ve güç için bitmez tükenmez bir rekabetin olduğu bir gelecek toplumu düşleyebiliriz…
Yukarıda özetlenen senaryoların tüm olasılıkları serimlemediğini söylemeye gerek yok. Bunlar yalnızca bize olası gelenler. Ama bizim söylediklerimizden daha hoş hiçbir mantıklı senaryo aklımıza gelmiyor.
Strateji
Devrimcilere düşen iki önemli görev var: Endüstriyel toplumdaki toplumsal gerilimi ve istikrarsızlığı artırmak ve teknoloji ile endüstriyel sisteme karşı bir ideoloji yaymak. Sistem yeterince istikrarsız ve gerilimli olduğunda, teknolojiye karşı bir devrim mümkün olabilir. Buradaki yöntem, Fransız ve Rus devrimlerindekine benzeyecektir. Fransız ve Rus toplumlarında da devrimden önceki birkaç on yılda gittikçe artan zayıflama ve bunalım belirtileri görülüyordu.
Fransız ve Rus devrimlerinin başarısız olduğu yolunda bir itiraz yükselebilir. Ancak çoğu devrimin iki amacı vardır. Birinci amaç, toplumun eski yapısını yıkmak, ikincisi ise, devrimciler tarafından öngörülen yeni bir toplum kurmaktır. Fransız ve Rus devrimleri yeni bir toplum kurmayı (iyi ki!) başaramadılar, ancak eski toplumu yıkma konusunda oldukça başarılıydılar. Bizim tek amacımız varolan toplum yapısını yıkmak.
Ancak bir ideoloji, coşkun bir destek alabilmesi için, olumsuz bir idealin yanısıra, olumlu bir ideale de sahip olmalıdır: Bir şeye karşı olduğu kadar, bir şeyden yana olmalıdır. Bizim önerdiğimiz olumlu ideal Doğa’dır. Yani, Vahşi Doğa: Yeryüzünün, insan yönetiminden, denetiminden ve müdahalesinden bağımsız olarak canlılarıyla birlikte varlığını sürdürmesi ideali. Vahşi doğaya insan doğasını da dahil ediyoruz, yani bireyin organize toplumun düzenlemelerine tabi olmayan, ama şahsın, özgür iradenin ya da tanrının (dini ya da felsefi görüşlerinize bağlı) bir yaratısı olan işlevlerini.
Doğa birçok nedenden ötürü tam anlamıyla mükemmel bir teknoloji karşıtı idealdir. Doğa teknolojinin tam karşıtıdır. Doğa kendi başının çaresine bakar: O, tüm insan toplumlarından çok daha önce ortaya çıkan kendiliğinden bir yaratıydı. Ancak, Endüstri Devrimi’nden sonra insan toplumunun doğa üzerindeki etkisi yıkıcı olmaya başladı. Doğa üzerindeki baskıyı kaldırmak için özel bir sosyal sistem yaratmak gerekmiyor. Yalnızca endüstriyel toplumdan kurtulmak yeterli.
Devrim, uluslararası ve dünya çapında olmalıdır. Ülkeden ülkeye yayılma temelinde yürütülemez. Örneğin, ne zaman ABD’de teknolojik ilerlemenin ya da ekonomik büyümenin biraz kısıtlanması öne sürülse, insanlar histeri krizlerine tutulup teknolojide geri kalırsak Japonların bizi geçeceğini söylüyorlar. Kutsal robotlar! Japonlar bizden çok araba satarsa, dünya yörüngesinden fırlar! (Milliyetçilik teknolojinin en önemli destekçilerindendir.) Çin, Vietnam ve Kuzey Kore gibi diktatörlükle yönetilen uluslar ilerlerse, sonunda diktatörlerin dünyaya hâkim olacağı iddia edilebilir. Bu da endüstriyel sisteme mümkün olduğunca her yerde aynı zamanda saldırılmasının bir nedeni. Doğru, endüstriyel sistemin her yerde aynı zamanda yıkılacağının bir garantisi yok ve sistemi yıkma girişiminin diktatörlerin egemenliğine yol açması bile mümkün. Ama bu, göze alınması gereken bir risk.
Devrimciler, dünya ekonomisini birbirine bağlayan anlaşmaları desteklemeyi düşünmelidirler. NAFTA veya GATT gibi serbest ticaret anlaşmaları kısa vadede doğaya zarar verebilir, ancak ülkelerarası ekonomik bağımlılığı güçlendirdiğinden uzun vadede yararlı olabilir. Güçlü bir ulusun yıkılmasının tüm endüstriyel ulusların yıkılmasına yol açacağı denli birleşik bir dünya ekonomisi oluşursa, sistemi dünya çapında yıkmak daha kolay olur.
Devrimcilerin sisteme, belli oranda, modern teknolojiyi kullanmadan saldırmaya çalışmasının bir yararı olmaz. En azından mesajlarını yaymak için iletişim medyasını kullanmalıdırlar. Ama modern teknolojiyi sadece tek bir amaç için kullanmalıdırlar: Teknolojik sisteme saldırmak.
Yanında bir fıçı şarapla oturan bir alkolik düşünün. Onun kendi kendine şunları söylemeye başladığını farzedin: “Aşırıya kaçılmadan içilirse şarabın zararı yoktur. Hatta dediklerine göre az miktarda şarap faydalıdır bile! Eğer sadece ufak bir kadeh içersem bana bir zararı dokunmaz…” Daha sonra ne olacağını hepiniz biliyorsunuz. Teknolojik toplumun aynen bir fıçı şarabın yanıbaşındaki bu alkoliğe benzediğini asla unutmayın!
Express, sayı 122, 25 Mayıs 1996