Aleviler ve Alevilik dizisinin başlama vuruşunu yapıyoruz. İlk bölümün başlıkları: Alevi örgütlerinin durumu, siyasetsizleşme ve pop-Alevilik, içe kapanma, milliyetçi-ırkçı eğilimler… Uzun yıllar Aleviler ve Alevilik üzerine çalışan, birçok kitap yazan, Alevi Enstitüsü’nün kurucularından SBF eski öğretim üyesi Ayhan Yalçınkaya’yı dinliyoruz…
Alevi örgütleri bugünlerde çok suskun. İktidarlarla hep yakın ilişki içinde olan, televizyon ekranlarında çok sık görmeye alıştığımız Cem Vakfı ve İzzettin Doğan adeta görünmez oldu. Pir Sultan Abdal Derneği, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı, Alevi Kültür Dernekleri… Hiçbirinin sesi çıkmıyor. Öncelikle, Alevi örgütleri derken neyi anlamalıyız?
Ayhan Yalçınkaya: Sanırım şunda hemfikiriz; Alevi örgütlerinden kastımız çeşitli politik yaklaşımlar çerçevesinde örgütlenmiş, katılmak için Alevi olmanın şart olarak koşulamayacağı, Alevilerin haklarını alabilmeleri ve uğradıkları eşitsizlikçi uygulamalarla hak kayıpları yüzünden giderek zayıflayan Alevi toplulukları en azından savunmayı, mümkünse güçlendirmeyi amaçlayan, özetle hak temelli dernek ve vakıf örgütlenmeleri. Adı konsun konmasın, bu örgütlenmelerin politik düzeyde en sağdan en sola doğru sıralanabileceği de açık.
Dahası ve en önemlisi, bu örgütlerin en azından geçmişinde Aleviliğin dini örgütlerinin –ki bence aynı zamanda dünyevi, ama şimdilik soyutlama yapabilmek için bu terimi kullanmak zorundayım– Dedelik, dergâh, ocak sistemi, musahiplik gibi çeşitli türden örgütlenmelerin yerini tutmak gibi bir amaçlarının olmadığı ortada.
Hak temelli örgütler siyasal yapılardır, dinsel değil. Yani, asli görevleri siyaset yaparak savundukları ve temsiline soyundukları topluluğun haklarını ve kazanımlarını maksimize, kayıplarını da minimize etmektir. Bu anlamda, birbirlerinden –özellikle haklar devlete karşı ileri sürüldüğü ölçüde– devlete karşı tutumları, devletle kurdukları çeşitli türden ilişkileri, mücadele etme yöntemleri bakımından ayrılırlar.
Alevi örgütleri bugün nasıl bir yapıya sahip?
Alevilerin sorunlarının hukuksal mevzuattan kaynaklandığını iddia eden ve sorunların bu düzlemde çözüleceğini savunarak buna ilişkin bir mücadele perspektifi geliştiren liberal-sağ-reformist yaklaşımın ilk akla gelen örneği Cem Vakfı. Kimi yapısal sorunların anlaşılması için bu vakfın hikâyesi laboratuvar niteliğindedir.
Devran değişti. Devletin ihtiyaçları değişti. Cem Vakfı’nın işlevini, ondan daha militan bir biçimde, yeni rejimin ihtiyaçlarına paralel olarak kimi küçük Alevi örgütleri üstlenmeye çalışıyor. Bunlar devleti kendileri dışındaki Alevi örgütlerinin üstüne sürmeye ve Alevi gençleri diğer Alevilere karşı kışkırtmaya, saldırıya, Alevileri Alevilerin mahallelerinden kovmaya çağrı çıkarıyorlar.
Söz konusu yaklaşımın gerekleri lobi faaliyetleri, siyasetçilerle kurulan ve sürekli kılınmaya çalışılan ilişkiler, devlet bürokrasinin çeşitli kademeleriyle akçeli ilişkilerdir. Sokak asla gündemde olmaz; hatta sokağa çıkıp hak talep edenler bizzat bu vakfın kurucusu tarafından “terörist”, “Kürtçü”, “bölücü”olmakla itham edilmişlerdir. Devlet, göz bebeğini sakınır gibi sakınılması, korunup kollanması gereken asli şeydir.
Bu itibarla eğer klasik liberalizmin devlete karşı mesafeli tutumunu arayacaksa gözlerimiz, bunun her anlamda, her düzeyde bir yanılsama olduğu açık. Komünistlerin adı çıkmış, asıl devletçi olan her zaman liberal-muhafazakâr sağcılardır, hele ki bu ülkede. Bu bağlamda, bu çevre için önemli olan devletin dilini bilmek ve mümkün olduğunca devletin dilini konuşabilmek ve ona ayak uydurabilmektir.
Bu da Cem Vakfı’nı uzun yıllar Sivas katliamını anmaktan alıkoyduğu gibi, Alevilerin başlarına gelen her katlanılmaz olayda en azından suskunluğa itmiştir. Ancak, bu örgütün bir başka asli amacı daha vardır ki, kuruluşuyla ilgili iddialara hiç değinme gereği bile duymaksızın söylüyorum, o da Aleviliği, mevcut Alevi grupları devlet merkezli, devletin çıkarlarına göre şekillenmiş sınırlar içinde tutmak ve gerekiyorsa, bunu tehdit edebilecek riskleri ortadan kaldırmak, Aleviliği buna uygun olarak şekillendirmek ve Alevi kitleyi bu doğrultuda seferber edebilmek. Cem Vakfı bu işlevle donanmıştı.
Bir yandan bir ayağı sürekli devlet merkezli siyasetin içindeyken, öteki ayağı Dedelik kurumundaydı ve öncelikle onlar üzerinde kontrol sağlamaya çalıştı ve nihayet “Alevilerin Diyanet’i dediğim bir oluşuma kadar vardırdı işi. Tüm bunları yaparken de özellikle kurucusu, İzzettin Doğan bihakkın ne lâyık ne de sahip olduğu –soy bağı dışında– Dedelik etiketini kullanarak kendisini Alevilerin tek örgütü ve otoritesiymiş gibi göstermeyi başardı.
Bu sayede de Aleviliğin tarihsel birikimiyle hiç ilgisi olmayan uygulamaları, ritüele müdahale ederek hem Aleviliğe sokuşturdu, onu yeniden inşaya soyundu, hem de apaçık bir TV şovuna dönüştürdü; bayram cemi gibi tümüyle uydurma icatlarla, cem ayinlerini naklen yayınlayarak, vs. Dahası, diğer yurt içi ve yurt dışı Alevi örgütlerini de tıpkı bu siyasal rejim gibi kriminalize etmeye, onları suç örgütü gibi göstermeye çalıştı. Sürekli devletin diliyle konuşursanız, elbette onun gibi düşünmeye de başlarsınız. Bu vakıf şimdi terörist ilan edilen Fethullah Gülen’in Alevilik içindeki Truva atı konumundaydı. Cami-cemevi projelerini herkes biliyor. Hem de tam Gezi sürecinde.
Ama devran değişti. Devletin ihtiyaçları değişti. Cem Vakfı devlet açısından işlevini tamamlamıştı, Alevi dünyası bakımından kalıcı yıkıcı sonuçlarını doğurmuştu. Kurucusu kızağa çekildi. Ama henüz ömrünü tamamladığını düşünmüyorum. Ona yine ihtiyaç duyacak devlet. Zamanını bekliyor; eğer kendi iç parçalanma ve kavgalarından sağ çıkabilirse…
Güncel durum nedir?
Cem Vakfı’nın işlevini, ondan daha militan bir biçimde, yeni rejimin ihtiyaçlarına paralel olarak kimi küçük Alevi örgütleri üstlenmeye çalışıyor. Militan, ama Aleviliğin ve Alevilerin militanı değil, devletin, yeni rejimin militanı. Bunlar Cem Vakfı’nın hayal bile edemeyeceği şekilde, devleti sürekli kendileri dışındaki Alevi örgütlerinin –Cem Vakfı dahil– üstüne sürmeye, onları sürekli devletle karşı karşıya bırakmaya ve en tehlikelisi, örgütleyebildikleri ölçüde, Alevi gençleri diğer Alevilere karşı kışkırtmaya, saldırıya, Alevileri Alevilerin mahallerinden kovmaya çağrı çıkarıyorlar.
Bu çok sınırlı sayıdaki küçük örgütlenmelerin ortak noktasının kendisini milliyetçi olarak takdim eden faşist, ırkçı odaklar olduklarını söylemeye bile gerek yok. Cem Vakfı’nın ve bu küçük odakların tam karşısında ise hukuktan çok siyaseti, Dedelerden çok Talipleri, cemevlerinden çok sokağı, kitleyi önemseyen, kendini anti-faşist olarak niteleyen, daha sol bir örgütlenme vardı.
Eşit yurttaşlık talebini ortaya koyan, ilk kez dillendiren Alevi örgütlenmesinin sol kanadıydı. Bu talep ortaya atıldığı anda, Alevi hareketinin ülkenin diğer sorun alanlarına kendisini kapatması, diğer kesimlerle ilişkiye geçmemesi, kendisini Alevilerle sınırlaması elbette mümkün değildi.
Hangi örgütler?
Pir Sultan Abdal Kültür Derneği, Hacı Bektaş Veli Anadolu Kültür Vakfı ve her ne kadar şu anda geçmişiyle uzak ara ilgisiz olsa da, en azından uzunca bir dönem için Alevi Kültür Dernekleri (AKD)… Bu örgütler kimi son derece görkemli mitinglerle, basın açıklamalarıyla, yürüyüşlerle, sayısı hatırlanamayacak kadar çok ve Alevilerin kendi olanaklarıyla gerçekleştirdikleri paneller, söyleşiler, kongreler, kurultaylar, konferanslar, anmalar, yayınlarla ciddi bir ağırlık merkezi oluşturuyordu. Cem Vakfı’yla zaman zaman iletişim içinde olsalar da, aralarının son derece limoni olduğunu söylemeye bile gerek yok.
Bu kanattaki örgütler, şimdi ne dersek diyelim, haklarını teslim edelim, çok büyük bir iş başardılar: Türkiye’ye etkileri dünden bugüne süren bir talebi armağan ettiler: Eşit yurttaşlık talebi. Bugün belki çoğu kişi bunu Kürt hareketinden biliyor; oysa talebi tam da bu haliyle ortaya koyan, ilk kez dillendiren Alevi örgütlenmesinin bu kanadıydı. Bu talep ortaya atıldığı anda, Alevi hareketinin ülkenin diğer sorun alanlarına kendisini kapatması, diğer kesimlerle ilişkiye geçmemesi, kendisini Alevilerle sınırlaması elbette mümkün değildi ve onlar da işin doğasının gereğini yaptılar. Artık Aleviler Kürt sorunundan müzakere masasına, cumhurbaşkanlığı seçimine, yeni anayasa çalışmalarına, Alevi Çalıştayları’na kadar her yerdeydiler!
Alevi hareketinin bu canlılığı, bir yanda Cem Vakfı’nın yıkıcı hamleleri, öbür yanda toplumsal ve politik düzeyde ayrımcılığın şiddetinin artması, Alevi topluluklarda ciddi bir duyarlılaşmayı ve buna bağlı olarak kendi ihtiyaçlarını bu örgütlere dayatmayı beraberinde getirdi. Bunların en başında elbette cenazeler sorunu vardı. Giderek yayılmaya başlayan cemevleri zaten cenaze alanında kendi rüştlerini ispat etmek üzereydi.
Merkezinde cemevinin durduğu, etrafında Dedelerin, Taliplerin ve cenazenin yer aldığı, Alevi yerleşimlerinin giderek kalbi haline gelmeye başlayan bu düzlem, bu Alevi örgütlerinin de enerjilerinin yönünün giderek değişmesine –elbette ülkedeki diğer tüm koşullar veri sayılmak kaydıyla– neden oldu. Artık bu örgütlerin temel sorunlarının başında hak arayışı değil, giderek cem erkânının düzeni, cenazenin nasıl kaldırılacağı, cemevlerinin yönetimi, Dedelerin kontrol altına alınması –çünkü Cem Vakfı bu alanı çok kötüye kullanıyordu–, Hacı Bektaş postnişinliğiyle ilişkiler, nihayet nasıl bir Alevilik ve Aleviliğin tanımı gibi sorunlar gelmeye başladı. Yani bu örgütler yavaşça sokaktan cemevine kapandı ve orada sıkıştı.
Bu sıkışma nelere yol açtı?
Yeni bir Alevilik olarak Pop-Aleviliğin örgütler üzerindeki baskısı arttı, Dedeliğin etki gücünün artışına paralel olarak. Devlet, en başta Cem Vakfı gibi örgütler eliyle, ama daha çok Alevilerin modernleşmeyle ve modernleştirici güçlerle hesaplaşamaması ya da yeterince hesaplaşamamasının yarattığı avantajı zaten çok iyi kullanmıştı ve artık Alevi tabanın ihtiyacı tümden değişmişti.
Artık Alevi taban tüm Alevilerin homojenleşmesini ve standarda bağlanmasını bekliyor; dahası, Alevi örgütlerinin artık siyasetle uğraşmasını değil, inanç örgütüne dönüşmesini ve nihayet kendi aralarındaki politik farklılıkları yok sayarak birlik oluşturmasını bekliyordu.
Bu ihtiyaçları baştan sona tartışabiliriz, tartışmalıyız da; mahkûm edebiliriz, etmeliyiz de belki, ama inkâr edemeyiz. Bu ihtiyaçlar listesinin basıncıyla bugün her Alevi örgütü, tıpkı bir zamanlar Cem Vakfı’nın yaptığı gibi, cem ve cenaze erkânnameleri düzenliyor, kendisine bağlı Dedeleri bu erkânnameler yoluyla disipline etmeye çalışırken, aynı zamanda tabanı da bu disiplinin bir parçası haline getirmeye çalışıyor; nasıl bir Alevilik anlayışına sahip olduğunu açıklamaya, tanımlamaya ve yanıtını meşru ve yaygın kılmaya çalışıyor.
Pop-Aleviler kendi kimliklerinin altını çizmenin peşinde. Aleviliğin teolojik çerçevesi ise her dinsel kimliğin üstünü çizmeyi dayatır. Alevi teolojisi varı vara katarken, pop-Alevilik varı vardan ayırma derdinde. Bu yanıyla sınır bağımlısı. Dahası ve en kötüsü, pop-Alevilik kendi mensuplarını sınırların sürekli tehdit altında olduğuna inandırarak onları sınırların bekçisi haline getirir.
Dahası, bambaşka saiklerle de olsa, yurt dışı Alevi örgütlülüğü bu yöndeki baskı kaynaklarının başında geliyor. Elbette bu haliyle tahmin edilebilir ki, bir zamanlar Cem Vakfı’nın Din İşleri Yüksek Kurulu gibi, Alevi örgütlerinin her birinin inanç kurulları, yüksek inanç kurulları var ve Dedeler buralardan örgütleri domine etmeye çalışıyor. Yani, Dedeler örgütler açısından aslında ciddi bir siyasal sorun haline geldi.
Öyle ki, bir zamanlar şaşkınlıkla karşıladığımız, belinde silahla cem yürüten, Dede diyemeyeceğim Dede kılıklılardan, bugün “Ben DİB Başkanıyla da görüşürüm, onun elinden Kur’an da alırım, kimse bana hesap soramaz, istifa da etmem, sıkıyorsa buyurun” diye meydan okuyan AKP tarzı siyaseti çok iyi bellemiş Dede kılıklılara geldik.
“Yeni bir Alevilik olarak pop-Alevilik” dediniz, “Pop-Alevilik” kavramını açar mısınız?
Öncelikle bu kavramsallaştırmayla dinsel-teolojik bir gelişme ya da olgudan değil, tümüyle toplumsal ya da sosyo-kültürel bir gelişme ya da olgudan söz ettiğimi belirtmek isterim, dinsel-teolojik olanla sosyo-kültürel olan arasındaki farklılıkları ya da düzlemsel ortaklıkları, iç içe geçişleri ya da aynılıkları şimdilik paranteze alarak.
Pop-Aleviliğin en bariz karakteristiklerinden biri, Aleviliğin dinsel çerçevesinin, değerlerinin, ilkelerinin, gerekliliklerinin, temel koşullarının yerlerine onların sembollerinin, temsillerinin, beyanlarının geçirilmesidir. Aleviliğin dinsel çerçevesi gereği aidiyet önemliyken, Pop-Alevilikte aidiyet değil, aidiyetin temsili, sembolü ya da söylenmesi önemlidir. Başka bir ifadeyle, Alevilik dinsel olarak inanılmaz bir söylemsel birikime ve mirasa sahipken, Pop-Alevilik inanılmaz bir söz ve Alevilikten devşirilmiş, ama tümüyle içi boşaltılmış sembol yığınına sahiptir.
Bu bağlamda, örneğin artık aidiyeti ve topluluğun formel üyeliğini işaretleyen ikrarın hiçbir hükmü yoktur! Cemlerde yapılan ve gücünü ikrardan alan görgü–sorgunun ya da dar cemlerinin de hiçbir hükmü yoktur. Önemli olan onun sembolize edilebilmesidir; dile gelmiş olması yeterlidir. Rızalık alınırken ya da görgü-sorgu yapılırken, Dedelerin topluluğa dönüp şöyle söylediği bilinir: “Aksi yönde bir kuşkusu, kaygısı, bildiği, şikâyeti olan varsa, bu meydanda dile gelsin, bile gelsin.”
Pop-Alevilik yalnızca dile gelir, ama asla bile gelmez! Bile gelmediği içindir ki dile gelen şey de sembolik eylemin bir an önce tamamlanması gayesiyle dile gelir. Alevilik, teolojik mahiyeti gereği, olmakla, olmanın sürekliliğiyle ilgiliyken, pop-Alevilik görünmekle, görünmenin şimdiliğiyle ilgilidir. Örneğin, hiçbir zaman Aleviler kendi bedenlerinde Alevi olduklarına dair, bedenlerini bir bütün olarak sembol kılan uygulamalar dışında, Aleviliklerini beyanla harici semboller taşımamışlardır. Alevilerin köylerde, şehrin sokaklarında 12 dilimli taçla gezdiğini herhalde kimse düşünmüyordur.
Bugün ise görünmek ve teşhir, beyan önemli olduğu için herkesin boynunda Zülfikâr’dan kolyeler, bileklikler ve dahası bedenlerinde dövmeler görüyoruz. Hele o Alevi mitinglerinden aşina olduğumuz, kızıl-yeşil alın bantlarına ne demeli? Bu bantların üstünde ne yazar? Çoğunlukla “ Ya Ali” ya da “Medet ya Ali” yazar. Bu bandı taşıyan aynı anda Ali’den medet ummanın putperestlik olduğuna kanidir! Dolayısıyla, içeriğinden bağımsız olarak günümüz Pop-Alevileri kendi kimliklerinin altını çizmenin peşindedir.
Aleviliğin teolojik çerçevesi ise her dinsel kimliğin üstünü çizmeyi dayatır. Yani, Alevi teolojisi varı vara katarken, pop-Alevilik varı vardan ayırma derdindedir. Bu yanıyla da pop-Alevilik sınır bağımlısıdır. Sürekli yeni sınırlara, yeni tanımlara, yeni farklılaştırıcı unsurlara, ayrışmaya, kendisini ancak bu sınırlarla var edebildiği için giderek kendisine tapınmaya ihtiyaç duyar. Dahası ve en kötüsü, Zygmunt Bauman esiniyle söyleyeyim, pop-Alevilik, kendi mensuplarını aynı zamanda bu sınırların sürekli tehdit altında olduğuna inandırarak onları sınırların bekçisi haline getirir.
Alevilerin bakışı devletten ve diğer muhataplarından kendi üstlerine döndü ve bu bir anafor gibi tüm örgütleri içine çekti. Artık Alevilerden başka hiç kimse Alevilerin sesini duymuyor. Dahası, örgütler arasında politik farklılıklar ya önemsizleşti ya hiçleşti. Şu anda Aleviler hiç olmadığı kadar birlik içinde; aşağı yukarı aynı politik çizgide, ama buradan güç ve enerji çıkacağına ağır bir kayıp çıktı.
Böylece ne olmuş olur? Sözüm ona kimliksel sınırlar içinde rahat edeceğini düşünen her Pop-Alevi, tersine, kendini kapattığı sınırların sürekli tedirgin, güvensizlik ve tehdit altında yaşayan tutsağı oluverir. Giderek bu, Alevilerin kendi içlerinde de kimin daha çok Alevi olduğuna, kimin has Aleviliğin gözcüsü, bekçisi ve en önemlisi mirasçısı olduğuna dair tartışma ve yarılmaları da getirir.
Pop-Aleviliğin –kökü biraz daha eskilere uzansa da– başlangıç noktası ve en önemli temsilciliği aranacak olursa, son kitabımda da (Aleviler de Bildirir, Dipnot Yayınları, Ankara, 2020) yazdığım gibi, bunu 1990’da yayınlanan, bir kısım aydının imza attığı Alevi Bildirgesi’nde bulurum. Bu bildirge neredeyse, Alevilerin Alevilik meselesini ifşaya, beyana, beyanı üstlenmeye indirgediği gibi, bundan kaçınanlara da suçlayıcı, tehditkâr ifadeler barındırıyordu.
İhtiyaç meselesine dönersek, bugün Alevi örgütleri Alevilerin ihtiyaçlarına karşılık veriyor mu?
Ne zaman ki Alevilerin sorunları hak temelli ve özellikle devlete yönelmiş bir bakıştan kaynaklanıyordu, Alevi hareketinin baskın eğilimi bu ihtiyaca karşılık verme yönündeydi ve şöyle ya da böyle, bu ihtiyacı karşılayabilecek bir odak durumundaydı her biri. Evet, bugün de veriyorlar bu karşılığı, beğenelim ya da beğenmeyelim. Çünkü ihtiyaç tümden değişti, Alevilerin bakışı devletten ve diğer muhataplarından kendi üstlerine döndü ve bu bir anafor gibi tüm örgütleri içine çekti. Nihayet yuttu. Bu itibarla da artık Alevilerden başka hiç kimse Alevilerin sesini duymuyor. Sesini duydukları yerde de yalnızca ve özel olarak somut bir iç sorun bağlamında, Alevi topluluğun kendi iç kavgası bağlamında duyuyor ve doğal olarak kimse bunu umursamıyor.
Bu kapanış ölçeğinde de Alevilerin sorunlarının ülkenin diğer sorunlarıyla bağı ne yazık ki ciddi bir biçimde kopmuş oldu ve bu örgütler artık siyaset sahnesinde değerli görülen aktörler olmaktan çıktı. Dahası, bu gelişmeyle birlikte örgütler arasında politik farklılıklar ya önemsizleşti ya hiçleşti. Şu anda Aleviler politik olarak hiç olmadığı kadar birlik içinde; aşağı yukarı aynı politik çizgide yer alıyorlar, ama buradan güç ve enerji çıkacağına ağır bir kayıp çıktı ne yazık ki. 15 Temmuz darbesinin yarattığı siyasal iklimi de buna eklediğimiz an, siz sağ, ben selamet. Bu tam da siyasal rejimin beklediği şeydi ve maalesef gerçekleşti.
Alevi hareketi, hatta Aleviler siyasete sırtlarını dönerken dinlerinin canlandığını sandılar, oysa tam tersine dinlerini tümüyle siyasetin fırtınalı okyanusunun dalgalarına terk etmiş durumdalar. Din adını verdikleri siyaset ummanından çıkıp halihazırda düşmanlık ettikleri ve esasen dinlerinden gayrı olmayan siyasal mücadelelerine geri dönemedikleri sürece, böyle sürüp gidecek.
“Alevi örgütlerinin tümü dinsel örgüte döndü, yeniden birer siyasal örgüte dönmeyi başarmalı, yeniden siyaset yapmalı. Bu örgütlerin görevi siyaset yapmamak değil, tam tersine siyaset yapmaktır”, bunu daha önce de ifade ettiğimde epey Alevi çevre beni taşa tutmuştu. Ama hiçbiri bu gelişmenin anlamını, yaratacağı sonuçları ve ağır yıkımı tartışma gündemine almadı. İnatla söylenen tek bir şey var: “Bizi siyaset mahvetti.” Oysa tersi doğru.
Alevileri mahveden siyasetsizlik ya da siyaseti devletin eline teslim etmiş olmaları –dinleri hilafına. Bu örgütler siyaset yaparken hareket ayaktaydı, diriydi ve Alevilerin sesi ciddiye alınıyordu. Daha da önemlisi, bu örgütler siyaset yaparken tam da kendi dinlerini savunuyorlardı. Cem Vakfı ise sözüm ona kendi dinini savunuyormuş gibi yaparak dini siyasete ve devlete teslim etmişti. Şimdi bu örgütler de kendi dinlerine ve cemaatlerine kapanarak tam da dinlerini terk etmiş oldular bence. Ne yazık ki bu eğilim sürüyor.
Alevilerin sokaktaki varlığından rahatsız her kesim, özellikle milliyetçi, ırkçı, giderek faşistleşen her mahfil, Aleviler içinde siyaset düşmanlığını körüklüyor ve yükselen alevler Alevilerin dinini diriltmek şöyle dursun, yalayıp yutuyor, küle döndürüyor. Sonuç olarak, şu anda bir bütün olarak Alevi hareketi, hatta Aleviler siyasete sırtlarını dönerken dinlerinin canlandığını sandılar, oysa tam tersine dinlerini tümüyle siyasetin fırtınalı okyanusunun dalgalarına terk etmiş durumdalar. Din adını verdikleri siyaset ummanından çıkıp halihazırda düşmanlık ettikleri ve esasen dinlerinden gayrı olmayan siyasal mücadelelerine geri dönemedikleri sürece, ne yazık ki böyle sürüp gidecek.
1996’da Alevilikte Toplumsal Kurumlar adlı kitabınız yayınlandı, 2008’de Alevi Enstitüsü’nün kurucuları arasında yer aldınız. Yaklaşık 25 yıldır Aleviler ve Alevilik üzerine çalışıyorsunuz. 2017’ye dek Ankara Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi’nde öğretim üyeliği yaptınız, siyaset bilimi, siyasal düşünce tarihi, siyasal antropoloji dersleri verdiniz. Aleviliği ve Alevileri mesele edinmeniz nasıl oldu, hangi ihtiyaçtan doğdu?
Bu soruyu 1993’te Aleviliği bir yüksek lisans tez konusu olarak seçerken sorsaydınız, muhtemelen yanıtım farklı olurdu. Teknik kimi gereklilikler bir yana, SBF’ye aynı kuşaktaki meslektaşlarıma göre, önce yüksek lisans öğrencisi, hemen ardından asistan olarak geç bir dönemde döndüğümde, uzunca birkaç ayımı Elbistan’da geçirmiş ve Kantarma Dedeleriyle evlerinde ve kırda bayırda rakı sofrasına oturmuşluğum vardı. Bu yüzden belki bende Elbistan’ın yeri hâlâ ayrıdır, özeldir.
On yaşında bir çocuk olarak ilkokuldan yatılı okula giderken babamın beni okula bırakıp dönerken yaptığı uyarıyı da ekleyeyim: “Sakın kimseye Alevi olduğunu söyleme.” Demek istediğim şu: Aleviliği ya da Alevileri bugüne dair bir mesele olarak kavradığım için seçmedim. Aksine, bu geçmişe dair bir meseleydi ve geçmişin borcu ödenmezse ya da içinde yaşadığınız şimdiki zamanın gerçekten de şimdiki zaman olarak yaşanmasını istiyorsanız, geçmişi şimdiki zamanın içine davet etmezseniz, sanılacağı gibi geçmişin hayaletleri size musallat olmaz –çoğumuz öyle sansak da–, şimdiki zamanımız bir hayaletin yaşamına döner.
Dolayısıyla, geçmiş benim için kendisiyle hesaplaşılacak, yüzleşilecek, kendisinden ders çıkarılacak ve sonra da arkada bırakılıp geleceğe doğru yürünecek bir başlangıç/son noktası olmadı hiç. Alevilerin geçmişi hep buradaydı, hiçbir yere gitmedi. Bu konuda inatçı bir topluluğun doğal üyesi olmak da benim için ayrı bir sevinç kaynağı. Ama aynı zamanda burada-şimdide olan geçmiş, Alevi topluluklar için bir “mesele” haline gelmişti; baş edilmesi gereken bir mesele ki, hâlâ da öyle. Bunun üstüne Alevilikle ilgili devam ettim yazıp çizmeye ve elimden geldiğince çeşitli sorumluluklar üstlenmeye.
Geçmişin borcu ödenmezse ya da içinde yaşadığınız şimdiki zamanın gerçekten de şimdiki zaman olarak yaşanmasını istiyorsanız, geçmişi şimdiki zamanın içine davet etmezseniz, sanılacağı gibi geçmişin hayaletleri size musallat olmaz, şimdiki zamanınız bir hayaletin yaşamına döner.
Ve çok sayıda önemli kitap kaleme aldınız…
1992’den beri Aleviler ve Alevilik üstüne, özellikle Alevi hareketi, Alevi örgütlenmeleri, Alevilik ve siyaset üstüne çalışıyorum. Alevilik ve Aleviler meselesinin, Alevilerle sınırlı ve çeşitli aktörlerce sınırlandırılmış bir dünyanın terimleriyle anlaşılamayacağından hareketle farklı boyutlarıyla ele almayı deniyorum. Alevilikle ilgili ilk çalışmam ve sanırım en çok bilineni, yüksek lisans tezimin kitaplaşmasıyla ortaya çıkan Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve İktidar’dır –şu anda baskısı yok, çok yakında yeniden basılacak. Doktora tez konumun Alevilikle pek ilgisi yok, ütopya ve Türk edebiyatı üstüne. Onun bir bölümü kitap olarak yayınlandı, Eğer’den Meğer’e, (Phoenix Yayınları, 2004).
Ama nedense ilk çalışmam, bence yeterince güçlü olmamasına karşın epey rağbet gördü ve milliyetçi-faşist çevrelerde bir düşmanlık üretti. Bu kitabın sırrını, kendisi de Alevilik üstüne yazan bir okurum şöyle ifade etmişti: “Hocam, o kitapta inanılmaz bir tutku vardı.” En çok bilinen, Alevilikle ilgili kitaplardan devam edeceksek, sırasıyla Küf –Dede Korkut, Said Nursi ve Hz. Ali Üzerine (Dipnot Yayınları, 2003), Pas –Foucault’dan Agamben’e Sıvılaşmış İktidar ve Gelecek (Phoenix Yayınları, 2005), KHK’lı Dr. Pınar Ecevitoğlu ile birlikte yazdığımız Aleviler Artık Burada Oturmuyor (Dipnot Yayınları, 2013) geldi ve nihayet Kavimkırım İkliminde Aleviler (Dipnot Yayınları, 2014). Son kitabım yine Dipnot Yayınları’ndan çıkan Aleviler de Bildirir (2020) adını taşıyor. SBF’de uzun yıllar Siyaset Bilimine Giriş, Siyasal Düşünce Tarihi ve Türk-İslâm Düşünce Tarihi derslerini verdim ve SBF müfredatına uzun yıllar sonra –hocamız Prof. Dr. Ümit Hassan’ın kulakları çınlasın– yine KHK’lı meslektaşım Prof. Dr. Zeliha Etöz ve Dr. Pınar Ecevitoğlu’yla birlikte lisans ve lisansüstü düzeyde Siyasal Antropoloji dersini kazandırdık. Ayrıca, yine bildiğim kadarıyla, Türkiye’de ilk kez lisansüstü düzeyde Alevilik: Toplum, Kültür Siyaset dersini açarak Aleviliğe başka bir gözle bakan ders programlarında yer verdik ve diğerleriyle birlikte bu dersi fakültedeki görevimden ayrılana dek yürüttüm.
2018’de anabilim dalı başkanlığından istifa etmenizin ve ardından akademisyenliği bırakmanızın sebebi neydi?
Çok basit: Barış Bildirisi imzacısı meslektaşlarım, arkadaşlarım atılmıştı. En başta yıllardır birlikte çalıştığımız Prof. Dr. Zeliha Etöz ve Yrd. Doç. Dr. Pınar Ecevitoğlu, yine birlikte çalıştığımız iki asistanım, ilk atılanlardandı. Sonra dostlarım, arkadaşlarım tek tek atıldı. Bütün bunlara seyirci kalmak mümkün değildi ve katlanılmazdı. Ama asıl katlanılmaz olan, atılmayanların, geride kalanların –birkaç istisnası hariç– inanılmaz ikiyüzlü, kötücül, evet, evet basbayağı kötücül tavırlarıydı.
Atılmalar 1 Eylül’de başladığında, o zamanki anabilim dalı başkanı –ki şimdi, benden sonra yine onu seçtiler, doğal olarak– tek bir dilekçe yazmaya korkuyor, tek bir açıklama yapmaktan çekiniyor, akademik kurulu toplantıya çağırmıyordu. Bu zihniyet, açık çatışma ortamında siperde saklanmaktan yanaydı. Gidenler sessizce gidecekti, adları bile hatırlanmayacaktı. Oysa burası SBF’deydi, Mekteb-i Mülkiye. Umurlarında değildi. Siperde saklanıp fırtınanın geçeceğini sanan bu zihniyet ve onun arkasına güç yığanlar, altı ay geçmeden, arkadaşlarımızı atan, koskoca fakülteyi tasfiye eden İbişgillerin sessiz ya da etkin destekçisi oldular! Siperde saklanmaktan öte, açıkça Erkan İbiş yönetiminin tetikçilerine dönüştüler. İşte o sancılı süreçte başkanlığı üstlendim ve tek bir amacı yerine getirmeye çalıştım: Atılanları, erken emekliliğini istemek zorunda kalanları, yurt dışına gitmek zorunda kalanları sessizce uğurlamamak, onların izlerini olabildiğince fakültenin her yerine kazımaya çalışmak. Bunu da belirli ölçülerde başardık sanırım. Sonra bir de baktım ki, başkanlık için bana oy veren tüm arkadaşlarım atılmış! Tek bir oyum bile kalmamış, bir tek oy bile! Artık anabilim dalında hiçbir şey yapma şansım kalmamıştı.
Bu arada, hakkımda açılan soruşturmaları, mahkemelerden dönen cezaları saymıyorum bile. Ne yapacaktım? Geride kalanlarla bir akademik kurul bile toplayamadığım halde, kuklalık mı yapacaktım? İdari birimlerin kâtipliğini mi? Bunun için sırada bekleyen biri vardı zaten. Son işlerimizi yaptım ve hemen istifa ettim. Benim ardımdan da, benden önceki kâtip-akademisyeni başkan yaptılar, sanırım hâlâ odur başkan ve o da koskoca anabilim dalını, fakülteye hiç uğramadan bölüm sekreterliğinden gelen yazıları uzaktan sevk etmekle yönetmeye girişti. Gerçekte o mu yönetiyordu? Elbette hayır. Kendi kısmi çıkarları için İbişgillerle kol kola giren birkaç isim.
Nedense ilk çalışmam, Alevilikte Toplumsal Kurumlar ve İktidar, bence yeterince güçlü olmamasına karşın epey rağbet gördü ve milliyetçi-faşist çevrelerde bir düşmanlık üretti. Bu kitabın sırrını, kendisi de Alevilik üstüne yazan bir okurum şöyle ifade etmişti: “Hocam, o kitapta inanılmaz bir tutku vardı.”
Birkaç ay sonra da zaten emekliliğimi istedim, ki baştan bunu da duyurmuştum. Geriye ne kalmıştı? Çöl diyemem, çöl bir ummandır. Yozgat’ın adı çıkmış, ama hadi şehir merkezleriyle sınırlı olarak söyleyeyim, SBF’den geriye bir Yozgat bile değil, bir Çankırı kaldı. Eğer ayrılmasaydım, bir yandan yeni soruşturmalar açarak yıldırı politikalarını sürdüreceklerdi, bir yandan da varlığımı kendi “arsız” demokratlıklarının kanıtı olarak ileri süreceklerdi. Buna izin vermek istemedim. Düşünün ki, emekli olduktan sonra, uzunca bir süre, benden sonra emekli olanların adı emekli öğretim üyeleri sayfasına konmuşken benim adımı o sayfaya koymadılar, sanki o fakültede 25 yılım geçmemiş, hiç derse girmemişim gibi. Sonra da zaten SBF’nin ve üniversitenin toplu yazışma listelerinden çıkarıverdiler. Bu hikâye elbette bir gün bütün tarafları ve boyutlarıyla yazılacak, çok uzun bir hikâyedir, geçelim.
İçinde yetiştiğiniz ve çeyrek yüzyıl öğretim üyesi olarak görev yaptığınız SBF’nin ve genel olarak üniversitelerin bugünkü durumunu nasıl görüyorsunuz?
Sırayla SBF’nin, ODTÜ’nün ve Boğaziçi Üniversitesi’nin uzun yıllara dayanan bir kriminalizasyon süreci var, bunu kimselere anlatmayı başaramadıysak da. Birinci sırada hedef SBF ve onun temsilinde Cebeci Kampüsü’ydü. Türkiye’de sosyal ve siyasal bilimler alanında, gerek lisans ve gerekse lisansüstü düzeyde SBF ve –bir zamanlar Basın Yayın Yüksek Okulu adıyla SBF’ye bağlı olan– İLEF tasfiyelerden önce inanılmaz bir atılım yapmıştı ve bu atılım kampüsü gerçekten bir üniversite vahasına çevirmişti. Tasfiyeler, polis saldırıları, onların kollayıcılığında paramiliter güçlerin saldırıları ve elbette tetikçi medyanın “gazıyla” önce fakülteler ve ardından kampüs yarı-açık cezaevine dönüştürüldü, her anlamda. Üniversite demek eleştirellik demektir, “delilik”, sapkınlık, norm dışılık demektir. Üniversite böyledir demek istemiyorum, bir üniversite bunlara sıcak bir yuva sağlayamıyorsa üniversite olmaz demek istiyorum. Bugün belki bir yerlerde tek tük böyle küçük birimler kalmıştır, bilemem, ama eleştirinin üniversitelerden kovulduğu çok açık. Bunda da, kimse kusura bakmasın ama, biz akademisyenlerin aymazlığı, gafleti ve, nihayet bugün, SBF özelinde söylersek, geride kalanların apaçık suç ortaklığı özel bir rol oynadı. Ama dedim ya, bunlar uzun hikâyeler. Fuzuli gibi söyleyip bağlayayım, mealen: “Ben akıldan isterim delaleti, aklım bana gösterir dalaleti.”