EDWARD SAID (1935 - 2003)

1 Kasım 2023
Edward Said (1 Kasım 1935, Kudüs - 25 Eylül 2003, New York)
SATIRBAŞLARI

Edward Said: 1991’in sonlarında bana lösemi teşhisi kondu. Hayatımı tedavime ve hastalığıma göre düzenliyorum. Bu da hayatımın yarısını, hatta daha fazlasını kapsıyor. Hastalığımın hayatıma büyük bir dahli oluyor, yapmayı planladığım pek çok şeyi iptal etmek zorunda kalıyorum. Kalan zamanıma da mümkün olduğu kadar çok şey sığdırmaya çalışıyorum.

Birçok insan hastalığından bahsetmez. Ben hep bahsediyorum, zira üzerinde konuşunca rahatlıyorum. Kendimi bir sosyal varlık olarak görmemi sağlıyor. Ayaklarım yere basıyor. Ölüm korkumu uzun zaman önce yitirdim. Hastalığın ilk zamanlarında çabuk ölmekten korkuyor insan. Şimdi aldırış etmiyorum. Önemli olan, makûl nitelikte bir hayat yaşamak. Geleceği hiç kurcalamam. Ne kadar zamanım kaldığını sorgulamam. Ben de herkes gibi zamanı gelince öleceğim. Fakat bunun hesabını yapmam. Önemli olan, bugünü mümkün olan en iyi şekilde değerlendirmek.

İki Edward

(elinde iki tane çocukluk fotoğrafı) Bu fotoğraflar doğumumdan birkaç ay sonra çekilmiş olmalı. Annemle birlikteyim. Onun varlığı benim için çok önemliydi, bana karşı hep çok müşfik ve koruyucuydu. Bunun sebebi, benden önce, ancak birkaç gün hayatta kalabilmiş bir çocuk daha doğurmuş olmasıydı galiba. Ben de, gördüğünüz gibi, daha fazla yaşamayı becerdim.

Bağımsız bir varlık olarak kendimin farkına varmaya başladığımda, çok-kimlikli olduğumun da farkına varmaya başladım. Filistin’de doğmuştum; annem, babam Filistinliydi, ama babam Amerikan vatandaşıydı. Bu benim hayatımda önemliydi, çünkü bu sayede Amerika’ya gitmeden Amerikan vatandaşlığını elde etmiştim.

Oryantalizm, zihinde “öteki”nin üretilmesidir. Oryantalizmin kökeni hükmetmektir; “bilgi” ve “hükmetmek”, emperyalist bağlamda, neredeyse eşanlamlıdır.

Annem yarı Filistinli, yarı Lübnanlıydı. Ayrıca Hıristiyan bir aileydik. Dolayısıyla Mısır’da oturduğumuz dönemde sıradışı bir konumdaydık. Filistinliydik, Amerikalıydık, Hıristiyandık. Kahire’nin o günlerdeki kozmopolit kültüründe bile garip karşılanırdık. Tanımlanamayan bir kimliğimiz vardı. Bu yüzden kendimi hep azınlık gibi hissettim, çok-kimlikliliğim genel değerleri tartışmama imkân veriyordu. Galiba çocukluğumda birbirine paralel iki hayatım vardı, ikisine de Edward diyelim.

Çocukluğumun ilk döneminde, birinci Edward’ın disiplin, aile, düzen gibi değerleri vardı. Sonraları o Edward’ın bana ait olmadığını farkettim. O, bütün bu bağlamların, kimliklerin mahsulüydü. İkinci Edward’sa, ki onu yeraltındaki Edward olarak da tanımlayabiliriz, beni özgürleştirdi. Benim özgürlüğüm oradaydı. Hayal gücüm, okuma merakım, zevklerim, müziğe düşkünlüğüm, fantezi dünyam, isteklerimin peşinde koşmam, arzularım hep bu ikinci kimliğimdeydi. İkinci Edward güçlüydü ve birinci Edward’a direniyordu. Ona asla boyun eğmedi.

İngiliz olmak ya da olmamak

Filistin, özellikle çocukluk dönemimde benim için eğlenceli bir yerdi. Mısır’da okuyor, tatillerde Filistin’e gidiyorduk. Orada aile bağlarım, akrabalarım, bir geçmişim vardı; Mısır’daysa böyle bir şey yoktu, bir yabancıydım. 1948’de teyzelerim, kuzenlerim, dayılarım, amcalarım Filistin’den sürüldüler. Böylece Filistin’de aile bağım kalmadı.

Edward ve kızkardeşi Rosemarie, Kahire, 1940

Filistin benim için, ‘67 savaşına kadar, mültecilikle, insani sefaletle, çaresizlikle, hastalıklarla, talihsiz insanlarla özdeşleşmişti. Kahire’de teyzemle göçmen kamplarına, mülteci evlerine, hastanelere giderken bunun Filistin trajedisinin bir parçası olduğunu düşünürdüm, fakat sebeplerini çok iyi anlayamamıştım. Gerçekte olup bitenlerin ne olduğu hakkında berrak bir fikrim yoktu. Bunu ancak Amerika’ya gittiğimde kavrayabildim. Filistin’den uzaklaşmamla birlikte orası hakkında okumaya, düşünmeye başladım.

13-14 yaşımdayken Kahire’de Victoria Lisesi’ne gitmeye başlamıştım; Arap, İtalyan, Yahudi, Ermenilerden oluşan öğrencilerle tamamı İngiliz olan öğretmenler arasında bir düşmanlık vardı. Küçümsenirdik. İngiliz olmamayı bir kusur, bir eksiklik olarak görüyordum. Diğer çocukları bilemem ama, benim için gerçek ülkem, yerim yurdum İngiltere’ydi. Gerçek tarih oradaydı. O dönemde okuduğum tarih ve coğrafya kitaplarının hepsi Avrupa hakkındaydı. Yetiştiğim dünyayı tanımıyordum, ancak sonraları kendimi tekrar eğittiğimde Mısır hakkında bir şeyler öğrenebildim. Filistin’de ve Mısır’da yaşadığım yıllarda durumumu sorgulamıyordum. Oranın ait olduğum yer olduğunu düşünüyordum. Fakat pasaportumda Amerikan vatandaşı yazıyordu. Amerika’yla başkaca bir bağlantım yoktu. Okuldan atıldığım zaman, 1951 şubatıydı galiba, babam Amerika’daki yatılı okulların kataloglarını getirdi, arkadaşlarına danıştı, sonra da bir okula kaydedildim ve Amerika’ya geldim. Nereye geldiğimi bilmiyordum. Ama durumdan hoşnuttum, çünkü Mısır’daki okulda kişiliğim baskı altındaydı. Oradan kurtulmak güzel bir değişiklikti.

Gurbet duygusu

1951’de annem ve babamla birlikte New York’a gelip bir hafta kaldık, sonra trene bindik, beş saat sonra Massachusetts’in uzak bir köşesinde, tenha bir istasyonda indik. Elimde kocaman iki valiz vardı. Bizi bir araba karşıladı, okula gittik. Yurtta bir odaya yerleştirildim, aynı gün içinde tek bir tren olduğu için annem ve babam New York’a dönmek üzere benden ayrıldılar. Vedalaştık; yalnız kalmıştım.

Ayrımcılığa ve “öteki”nin aşağılanmasına, boyun eğdirilmesine dayanan bir bilgi sistemi, hümanizmle taban tabana zıt değil midir?

Okulda tenis takımına girdim. Antrenörümüz Filistinliydi. Ayrıca İngilizce öğretmeniydi, ilk günlerde onunla Arapça konuşmak istediğimde “yok kardeşim, Amerika’dayız artık, Arapça geçmişte kaldı, biz Amerikalıyız ve İngilizce konuşacağız” demişti.

Hayatım boyunca içimde hep bir gurbet duygusu oldu. Kendimi hiçbir zaman tek bir yere ait hissetmedim. Toplumun marjında, kıyısında olmak, genelin içinde olmamak, bir topluluğa ait olmamak duygusunu çözümleyebilmek biraz zaman aldı.

Çocukluğumdan beri kendimi hep sürgünde, gurbette hissediyorum. Fakat çok-kimlikli olmak, birden çok dil konuşmak bazen bir keşif kaynağı olabiliyor. Bir zevk, bir eğlence olduğunu söyleyemem. Ama, tek bir yerde yaşamış, tek bir kültürle beslenmiş, tek perpektifli insanların göremediği şeyleri görebiliyorsunuz.

Oryantalizm, emperyalizm, kültür

Oryantalizm kitabım (1999’da Berna Yıldırım çevirisiyle Metis tarafından “Şarkiyatçılık” adıyla yayınlandı) 18. yüzyılın sonunda ve 19. yüzyılın başında Fransa’da başlayıp bir bütünlük arz eden ve bu tarihten önceki tasvirlerden farklı olan Doğu dünyası betimlemelerinin kaynağını ve bunun arkasında yatan zihniyeti araştırmayı amaçlıyordu. Oryantalizm, temel olarak, zihinde “öteki”nin üretilmesidir. “Öteki” insanın kendisini anlamayı kolaylaştırır, ama oryantalizmin kökeni hükmetmektir; “bilgi” ve “hükmetmek”, emperyalist bağlamda, neredeyse eşanlamlıdır. Doğu tasviri, Hint, Mısır, İran ve Afrika toplumlarında zihinlere işgal yoluyla girer. Emperyalist sistem kazanç sistemi olarak yerleşince, oryantalizm kavramı da bir sistem olarak yerleşebilmiştir.

Oryantalizm, emperyalizm veya bizatihi kültür dediğimizde ilahi bir durumdan değil, tarihten bahsediyoruz. Bu olguları ancak insan emeğinin, insan iradesinin bir ürünü olarak inceleyebiliriz. Bunun dışında üzerinde durulması gereken başka konular da var. Mesela tarih üzerine bir kavga yaşanıyor. Tarih kime ait, kim geçmişin öyle veya böyle olduğunu söyleme hakkına sahip? Bazı şeyler nasıl zihinden, hafızadan siliniveriyor? Resmi tarih nedir, gayrıresmi tarih nedir? Ne bastırılıyor, ne hatırlanıyor, bunlar neden ve ne zaman oluyor, vesaire.

Bilgi nedir?

İnsanların farklılıklarına ve bu farklılıkların Doğu, Batı gibi bütünlükler yaratmalarına şüpheyle bakıyorum. Bunlar, genetik veya fiziksel farklılıklardan ziyade tarihsel farklılıklardır. Batının değerleri falan gibi şeyler benim için demagojiden ibaret. Zira bu söylemi analiz ettiğimizde o değerlerin aslında evrensel olduğunu görürüz. Mesela özgürlüğe, insan haysiyetine, kardeşlik veya sevgiye, şefkate inanmayan insan yoktur zaten. Kendini beğenmişliğin, savaş ve saldırganlığın doğuştan geldiğine inanmıyorum; bu, değişik nedenlerle imal edilen siyasi bir refleks. Bu doğal kaynaklar, petrol mesela, ya da jeostrateji, yani değişik coğrafyaların kimin tarafından kontrol edilleceği meselesinden kaynaklanıyor.

Benim ilgimi çeken, aralarına sınırlar çizilen kültürlerin sürekli olarak birbirlerini besleyebilmeleri. Kültürlerin arasındaki sınırların yerini birlikte yaşama, dayanışma almalı. Bence karşılıklı dikey olarak yerleşmiş, aralarında uçurumlar olan kültürler yerine, birbirlerine paralel kültürler oluşturulmalı. Bunu müzikteki kontrpuan terimiyle ifade edebiliriz.

Eğer diyalog ve barıştan bahsedilecekse, bu bağımsızlık, toplumların kaderlerini belirlemesiyle ve birlikte yaşamaktan bahsederek yapılmalı. Barış değil, eşitlik ve birlikte yaşama vurgulanmalı.

Benim oryantalizm hakkındaki temel sorum şuydu: Doğu ve Batı arasında yapılan ayrımın emperyalizmle bağlantılı olduğu da anlaşıldığında, bir hümanizmin ortaya çıkması nasıl beklenebilir? Ayrımcılığa ve “öteki”nin aşağılanmasına, boyun eğdirilmesine dayanan bir bilgi sistemi, hümanizmle taban tabana zıt değil midir? Belki de yaratılan bu ayrımı tamir etmek mümkün değil. Hümanizm ve bilgi arasındaki bu sorunun üzerinde 25 yıldır kafa yoruyorum.

Bilgi sabit, donmuş, raflardaki sessiz sedasız duran bir şey değildir. Borges’e bakılırsa, kütüphaneler ürkünç yerlerdir. Halbuki bilgi, sürekli hareket halinde, dinamik, başkalarıyla paylaşılan, birbirini anlamaya ve diyaloğa dayanan bir olgudur. İnsanlık hakkında ortak fikirlere, insanlığın tarihine, insanoğlunun özgürlüğüne dairdir.

Amerika’da Filistinli olmak

Amerika’da bir Filistinli veya bir Arapsanız, hep yanlış taraftaymış hissine kapılıyorsunuz. Bir örnek vereyim. 1967’de, savaş sırasında, Columbia Üniversitesi’nde asistan olarak görev yapıyordum. Metroda el radyolarında haberleri dinleyen insanlar görürdüm. Birbirlerine “durumumuz nasıl?” diye sorup “iyi gidiyoruz” diye cevap veriyorlardı. Bu insanlar Amerikalıydı, fakat kendilerini İsrail’le ve onların zaferleriyle o kadar özdeşleştirmişlerdi ki, bir Arap olarak, utancımdan yerin dibine girerdim.

Bu, insanın kimliğini reddetmesine müsait bir zemin. Politik faaliyet içinde olunca kimliğimi reddetmem daha zordu, çünkü kaybeden ve ezilen taraftan olduğum belliydi. Sadece kaybeden değil, muteber olmayan taraftaydım.

Medya, ortalama insanın kafasına İsrail ve Yahudilerin demokratik, öncü, yaratıcı ve bize benzeyen “beyaz ırktan” insanlar olduğu yolundaki anlatıyı yayıyor ve pekiştiriyordu. Araplarsa fanatik ve saldırgandı. Dolayısıyla “öbür tarafta” olmak oldukça meşakkatliydi. Kendimi, suçlu olduğum halde masumiyetimi ispatlamaya çalışan bir insan gibi görmeye başlamıştım.

Aynı tarihi, coğrafyayı, çıkarları paylaşan iki toplum için tek çıkar yol, iki toplumlu bir devlettir. Bu ancak barış ve demokrasiyle sağlanır, savaşla değil. Savaş hiçbir şeyi çözümlemedi ve çözümlemeyecek.

Ortadoğu’nun zencileri

1967’deki savaştan sonra Filistin siyasetine ilgi duymaya başladım. Alenen bir sömürge durumu vardı. 1977’de Filistin Ulusal Konseyi üyesi oldum. Arap-Yahudi çatışmasının başrolündeki oyuncuları hep Filistinlilerle İsrailliler, yani Filistin’in yerel halkları olmuştu. Bu davaya beni bağlayan da buydu. Ortada büyük bir adaletsizlik vardı. Zira insanların yerlerinden yurtlarından edilmesi, etnik temizliğe maruz kalmaları söz konusuydu.

İsrail-Filistin çatışmasında ayırt edici durum diaspora olgusudur. Bu, Filistin-israil meselesini, diyelim Güney Afrika’daki durumdan farklı kılıyor, zira o insanlar yerleşiktir. Bu çatışmadaysa diasporadaki insanlar önemli rol oynuyor. Mesela İsrail, dışarıdan göç ve destek alıyor. Filistinliler için de mülteciler önemlidir. FKÖ’nün kurucuları yurtdışında yaşayan Filistinlilerdi. Arafat 1968’de Filistin Kurtuluş Örgütü’nü (FKÖ) yönetmeye başlamadan önce Kuveyt’te yaşıyordu. Bu savaşa göçmenler yön vermiş, biçimlendirmiştir; propaganda dolayısıyla, temelde toprak meselesi olan bu savaş, daha genel bir duruma dönüşmüştür. Enformasyon, propaganda, kültür iç içe geçip daha büyük bir bütün oluşturuyor.

Edward Said ve kızı Necla

Filistin ve İsrail savaşında, iki tarafın birbirlerini nasıl algıladığı son derece önemlidir. İsrailliler ve Filistinliler birbirlerini hep dışlamışlardır. Filistinliler için İsrail tarihi, kabaca, Filistinlilere yapılan baskıdan, zulümden ibarettir. Kolektif zihinde “İsrail hayatımızı mahvetti” gibi bir söylem mevcuttur. Araplar, İsraillilerin tarih içinde çok acı çekmiş, dışlanmış, katledilmiş bir topluluk olduğuna inanmakta zorluk çekiyor. İsrailliler açısından da durum farklı değil. İsraillilerin çoğu, Filistinlileri aşağılık insanlar, o bölgenin “pis zenci”leri olarak görüyor. Bütün bunlar yaygın söyleme yerleşmiştir.

İsrailliler, 1948’i bağımsızlık savaşı olarak algılıyor. Ama “kimden bağımsızlıktır” diye sorduğunuzda, “ülkemizi kazandık” derler. Evet, ama ne pahasına? Bu tür bağlantıları kurmak gerekiyor. Evet, bağımsızlık kazandılar, ama bu Filistin toplumunu mahvetmek pahasına oldu. Böyle bağımsızlık kazanılmaz. Bu duruma yeni bir dinamik getirmek çok güç. Hem entelektüel hem de siyasi olarak çok ilginç bulduğum bu söylemi biraz daha katmanlaştırmak istiyorum. Bu tarih düz bir çizgi değil ve sonuçta savaşı kaybetmek gibi bir şey değil. İsraillilerin ve Filistinlilerin tarihleri birçok yerde birleşir, birbirine bağımlıdır. Bu, yazılması gereken ilginç bir tarihtir. Diasporadaki entelektüeller bu tarihi aydınlatmada ve başka bir şekilde yorumlamada önemli bir rol oynayabilir.

Filistin, yerleşik Arap düzenine ters düşen sosyo-politik bir oluşum. Çünkü demokrasi, eşitlik, insan hakları, yurttaşlık hakları ve ifade özgürlüğü taraftarı bir hareket. Elbette bunların hiçbiri Arap devlet sistemini ilgilendirmiyor.

Diyalog ve barış kelimeleri, kullanıla kullanıla anlamlarını kaybettikleri için hoşuma gitmiyor. Eğer diyalog ve barıştan bahsedilecekse, bu bağımsızlık, toplumların kaderlerini belirlemesiyle ve birlikte yaşamaktan bahsederek yapılmalı. Barış değil, eşitlik ve birlikte yaşama vurgulanmalı. Filistin’de bunlar mevcut. Okulları, hastaneleri, sosyal kurumları yöneten kadınlı erkekli yurttaşların angajmanı olmasaydı, ikinci intifada gibi korkunç bir dönemi atlatamazdık. Filistin’de Sharon’un yok etmeyi başaramadığı bir sivil toplum altyapısı var. Bu olgu, mücadelemizin gelecek dönemlerinde Filistin’in yönetimini ayakta tutacak. Bu, eski FKÖ modeli olan askeri bir yönetimden çok, kültürel ve siyasi bir yönetim biçimi olacak. Tek çare, tek umut bu. El Fetih’in silahlı direnişi ve FKÖ mücadelede gerçekten de önemli bir rol oynadı, fakat bu model artık miyadını doldurdu.

İsrail için de aynı şey geçerli. Ordu İsrail toplumunun temel direğini oluşturuyordu, ama şu anda o kadar destek görmüyor. Bunun sorumlusu ordunun kendisi. Savaş suçları işlendi, sivil insanlar cezalandırıldı. Yani gelecekten barış bekleniyorsa, geleceğin öncüsünün ordular olması beklenemez. Liderlik barış için çaba göstermeli.

Arafat’la herhangi bir bağlantım kalmadı. 1992 sonrasında onunla konuşmayı kestim. Ulusal Kongre’den istifa ettim. Ona ve kararlarına yazılarımla ilk ben muhalefet ettim. Bence çok fazla hata yaptı. En büyük hatası Oslo kararlarıdır. İmzaladığı için değil, imzalarken toplumuna danışmadığı için, “işte durum böyle, antlaşma bu. Kabul ederseniz, ben de ederim, reddederseniz de istifa ederim” diyemedi. Halkına seçenek vermedi, halkıyla hiç iletişim kurmadı. Bence bu bir cürümdür.

90’lı yıllarda Oslo kararları işlemeye başladı. Oslo egemenlikten, yerleşimlerden, işgalin bitmesinden, baskıdan ve sudan bahsetmiyordu. İsrail’in suyunun çoğu Batı Şeria’dan gelir. Su pompaları Filistin bölgesindedir. Gözümün önünde Batı Şeria ve Gazze Şeridi, İsrail’in bir parçası haline geliyordu. O zamanlardan itibaren ayrı bir Filistin devleti oluşumunun coğrafi olarak imkânsız olduğunu anladım.

Aynı tarihi, coğrafyayı, çıkarları paylaşan iki toplum için tek çıkar yol, iki toplumlu bir devlettir. Bu ancak barış ve demokrasiyle sağlanır, savaşla değil. Savaş hiçbir şeyi çözümlemedi ve çözümlemeyecek.

Bunu uygulamak için pratik bir yöntem öneremiyorum. Ben siyasetçi değilim. Fakat bunun aşamalı olarak gerçekleşeceğine inanıyorum, ilk aşamada iki taraf da birbirlerinden kurtulmanın imkânsız olduğunu kabullenmeli. Onlar aynı topraklarda birlikte yaşayan, fakat aralarında eşitlik olmayan iki ayrı toplum.

Edward Said (solda) ve Filistin asıllı Amerikalı akademisyen İbrahim Abu-Lughod, Mart 1988’de, dönemin ABD Dışişleri Bakanı George Shultz ile görüştükten sonra Washington’daki basın toplantısında

Filistin’in haklı tehdidi

İsrailliler Filistinlilerin hayatlarına çok ağır biçimde hükmediyorlar. İsrail içinde yaşayan Filistinlileri ele alalım. Onlar İsrail vatandaşı, fakat Yahudilerle aynı haklara sahip değiller. Göç etme hakları yok, toprak sahibi olma hakları yok. Buna İsrail’de yalnızca Yahudilerin hakkı var. Filistinlileri koruyan bir anayasa veya sözleşme yok. Bunu yapmaları gerekecek. Şimdi İsrail’de böyle bir anayasa ve sözleşme oluşturmaya yönelik bir hareket var. Aynı durum Filistin için de geçerli. Bunlar barışa yönelik adımlar. Bu yüzden de, yurtdışında yaşayan bir Filistinli olarak, geleceğe yönelik barışçıl formüllere İsraillilerin de dahil edilmesi gerektiğini düşünüyorum. Bu yüzden terörizme, intihar saldırılarına karşıyım. Bu tür eylemler insanları muhtaç oldukları diğer insanlara yabancılaştırıyor.

Arap dünyasının günümüzdeki tek ortak sorunu Filistin. Arap toplumlarında Filistin’e karşı büyük bir sevgi var. Ama bunu rejimler paylaşmıyor. Bu da çok anlaşılabilir bir şey. Çünkü Arap devlet sistemi, Filistin’in kendisine yönelik bir tehdit olduğunu biliyor. Sorun sırf toprak sorunu değil. Filistin, yerleşik Arap düzenine ters düşen sosyo-politik bir oluşum. Çünkü demokrasi, eşitlik, insan hakları, yurttaşlık hakları ve ifade özgürlüğü taraftarı bir hareket. Filistinlilerin istediği bu. Elbette bunların hiçbiri Arap devlet sistemini ilgilendirmiyor. Çünkü baskıcı, anti-demokratik, sosyal yönleri zayıf rejimler bunlar. Bu da çağdaş dünyanın en feci sonuçlarını yaratıyor. Bence Filistin’in önemi, sivil toplumun bazı kesimlerinde uygulanması zor bir çözümle karşı karşıya bulunmasından ve yerleşik düzen için haklı bir tehdit teşkil etmesinden kaynaklanıyor.

John Berger ve Edward Said, Fransa’da, Berger’ın evinde

Entelektüelin görevi

Filistinli bir entelektüel olarak benim için önemli olan, Filistin konusunu canlı tutmak. Bu da, yalnızca Amerika’da veya Avrupa’da geçerli olan siyasi çizgiye değil, Arap dünyasında, hatta Filistinliler arasında geçerli olan siyasi düşüncelere bile muhalif olmayı gerektiriyor. Çünkü belli çevrelerin müttefik oldukları bakışları, görüşleri eleştirmek gerekiyor. Entelektüellerin görevi, soru sormak, düşünceyi kışkırtmak, rahatsız etmek, tartışma yaratmak, toplumu düşünmeye zorlamaktır…

Sonuç olarak, entelektüelin başlıca görevi, iktidarı asla meşrulaştırmamak, hep eleştirel olmaktır. Bu ister güçlünün, ister zayıfın iktidarı olsun, fark etmez; iktidar, iktidardır. Entelektüeller iktidara muhalefet ederken alternatif çözümler, modeller de üretmelidir. Ayrıca insanlara umut kaynağı sağlamakla da yükümlüdürler. Entelektüel, insanlara bir perspektif sağlamalıdır.

Entelektüelin görevi vaaz vermek değil, angaje olmaktır. Yazmak, örgütlemek, ajitasyon tek başına kotarılacak işler değildir, toplumsal hareketin içinde yapılmalıdır. Fakat bu toplumsal hareketin de eleştiriye ihtiyacı vardır.

Mülteci olmak kaderimiz değil, savaş esiri olmak kaderimiz değil, gerilla olmak kaderimiz değil, işgal ordusu olmak kaderimiz değil. Seçme şansımız var! Bu yüzden bunu belirtmek lâzım. Yanlış anlaşılmak istemem. Bir entelektüelin görevi vaaz vermek, vaiz rolü oynamak değildir, angaje olmaktır. Entelektüel, etrafındaki sorunlarla alâkadar olmak durumundadır. Ama yazmak, eleştirmek, kışkırtmak, örgütlemek, ajitasyon yapmak tek başına kotarılacak işler değildir. Bunlar bir toplumsal hareketin içinde yapılmak zorundadır. Fakat bizatihi bu toplumsal hareketin de eleştiriye, muhalefete ihtiyacı vardır, çünkü hiçbir hareket yüzde yüz doğru olamaz. Filistin bunun mükemmel bir örneğidir.

Son iki seneki intifada dönemi boyunca, New York’ta, Filistinli olduğumdan dolayı mimlendiğimi hissediyorum. Söylemin biçimi öylesine yönlendirilmiş ki, televizyonlarda çok kısa cümleler kurmanızı istiyorlar. 11 Eylül’den bir süre sonra bir söyleşi yapmıştım, bu bir Amerikan televizyonuyla yaptığım son söyleşi oldu. Üç dakikadan uzun sürerse, uzun bir söyleşi sayılıyor. Sorular da şöyle: “Terörizmi lanetliyor musunuz?!” “Filistinli çocuklara neden Yahudilerden nefret etmeleri gerektiği öğretiliyor?!” Düzey bu. Derhal suçlanıyor ve bir dakikadan az bir zaman içinde masumiyetinizi kanıtlamaya çalışıyorsunuz. Bir savaş gibi yani. Artık o tür söyleşiler yapmıyorum. Medyanın icat ettiği saçma sorulara cevap vererek zamanımı harcamak istemiyorum.

Walt Whitman’ın dizesi

Birtakım değerlerin, karakteristiklerin şu veya bu halka, topluma özgü olduğu söylemek sonun başlangıcı bence. Feci bir düşünce tarzı bu. Evrensel değerler, evrensel değerlerdir. Ahlâk, cömertlik, zeka, ödüllendirme bütün kültürlerde var. 20’lerde, 30’larda Almanya’nın tepetaklak olmasının sebebi, Almanlara özgü bir misyonun olduğu fikriydi… Bu İtalyanlara, şu Yahudilere, bu Araplara has özelliktir demek insanlığın ölümüdür. İnsan bu kalıpların dışında düşünebilmeli.

Okullardaki eğitim size kültürel mirasınızın, tarihinizin, halkınızın, lisanınızın dünyanın en iyi kültürü, tarihi, halkı, lisanı olduğunu öğretiyor. Hepimiz böyle eğitiliyoruz. Okula, kültürünüzün, geleneklerinizin berbat şeyler olduğunu öğrenmek için gitmiyorsunuz. Sonra hayatın akışı içinde gerçeğin size öğretildiği gibi olmadığını görüyorsunuz. Asıl eğitim, okulda öğretilenleri zihninizden silmek ve dünyaya çok daha geniş bir pencereden bakmak…

Memleket sevgisi, belirli bir yeri sevmek, benim anlayamadığım bir şey. Ben böyle bir bağlılık hissedemiyorum. Çünkü dünyayı insanların bulundukları ülkeyle bağlarını kesip hareket ettikleri bir yer olarak görüyorum. Göçler var, iltica var. Galiba dünyaya bir başka bakış benimkisi. Bir yeri özlemle anmak, oraya özel anlamlar yüklemek, burayı dönülecek bir yuva olarak algılamak –bu tür duygular benim için söz konusu değil. Örneğin Filistin’e olan ilgim, iflah olmayan bir ülke olmasından ve baştan beri sürgün yeri olmasından kaynaklanıyor. İnsanlar Filistin’e dönmezler, Filistin’den gelirler. Bence bu bir hayatta kalmaya çalışma meselesi, adalet arama meselesi. Öyle herkesin çiftliği, güzel evi olacak gibi gerçekdışı bir cennet yaratmak değil, acıları hafifletmek meselesi.

Çekilen çabaların sonunda yurda dönüş gibi bir kavrama da inancım yok. New York kendine has bir yer. Bir geçicilik söz konusu. Sürekli bir hareket var. İş, zevk, suç, tarih, yok etme… Tarihsel olarak New York Amerika’ya giriş noktası, fakat burada kalınmıyor, başka yerlere gidiliyor. Bunların toplamı, bu şehri benim için mükemmel bir yer haline getiriyor. Çünkü bu ülkede, aidiyet, yerleşik olma, ulusallık, milli ruh gibi şeylere anlamsızca ideolojik bir önem veriliyor. Bunlar benim düşüncelerime tamamen ters şeyler.

Walt Whitman’ın şöyle bir dizesi var: “İçimde kalabalıklar gizli.” Bu elbette karmaşıklığın ve bilginin abartılı bir ifadesi, biraz da kibir içeriyor, ama doğru bir söz. Bizim içimizde birden çok “ben” var. Edebiyatın, hayal gücünün güzelliğinin bu çoğullukla ilgisi var. Yaşadığımız hayat, kimliği sınırlama, sabitleme, zamanı daraltma peşinde. Kimlik her şeyin özü olmak durumunda sanki, ancak bu yekpare bir kimlik. Bence çok-kimliklilik daha olumlu ve özgürleştirici. Bunu hiç gerçekleştiremeseniz bile…

Sonuçta şu soruyu sorarsınız, bu soruyu belki de bir göçmen hayatının sonuna yaklaşırken soracaktır: “Ne önemi var?” Bir yere sahip olmanın bir önemi var mı? Belki de bir yere sahip olmamak daha iyidir. Belki de bir yerin dışında olmak, içinde olmaktan daha önemlidir. Bir yere sahip olmak, onu idare etmek, ona hükmetmek gibi dertleriniz olmaz. Eğer kimliğiniz daha çoğulcu ve başkalarının kimliğiyle iç içeyse, bütün bu birlik, bütünlük, bölünmezlik meseleleri de anlamını yitirir. Bunun hiç sakıncası yok. Bu bence, “bu budur, şu şudur, o öyledir, buna inanmıyorsan düşmanımsın!” diyen fundamentalizmden çok daha olumlu bir yaklaşım…

Çeviren: Ali Yıldızalp – Yücel Göktürk
Express, sayı 25, Mayıs 2003

EDWARD SAID’İN GÖZÜYLE FİLİSTİN MESELESİ

Vicdanın evrensel ilkeleri

2002 yine İsrail’in Filistin’e saldırılarının hızlandığı bir dönemdi, giderek şiddetlenen çatışmalar İsrail’in Jenin kampı kuşatmasıyla doruğuna varıyordu. Edward Said o günlerde Les Inrockuptibles dergisinin sorularını yanıtlamıştı…

Edward Said, 3 Temmuz 2000, Güney Lübnan, İsrail sınırı

Amerikan dış politikasının “İsrailizasyon süreci”ne girdiğinden söz ediyorsunuz. Bununla ne kastediyorsunuz?

Edward Said: Filistin direnişini terörizme indirgeyen İsrail’in yaklaşımıyla, kendisine muhalif herkesi terörist gören Amerika’nın yeni tavrı arasında benzerlikler var. Her iki durumda da, vardığı yeri, sonuçlarını düşünmeden, kesinlikle denklik gözetmeden her yolu kullanarak düşmanına saldırma söz konusu. Her iki durumda da devlet terörü sorgulanmıyor: Mülteci kamplarına saldıran İsrail ve Afganistan’da sivilleri bombalayan, Irak’a bir milyon çocuğun ölümüne yol açan yaptırımlar uygulayan ABD’nin uyguladığı devlet terörü. Bu küstah, yıkıcı politika hiçbir zaman arzuladığı güvenliği sağlamayı başaramayacaktır.

11 Eylül’den sonra, Afganistan’a müdahale etmek konusunda, Arap devletlerinin rızasını almak için Bush’un Şaron’u yumuşamaya zorlayacağı düşünülmüştü bir an. Ama, tam tersi oldu: Şaron baskıyı artırdı.

11 Eylül’den sonra ABD’ye yaptığı gezilerde Şaron Bush’u tamamen manipüle etti; Şaron onun gözünde, terörizmle mücadele eden bir savaşçı haline geldi. Şaron Amerikan televizyonlarında kendisinin Batı Şeria ve Gazze’de yaptıklarının, Amerikalıların Afganistan’da yapmayı planladığı şeyin aynısı olduğunu anlattı: Terörizme karşı yurttaşlarımızı savunmak. ABD’nin Şaron’un yapmasına izin vermediği tek şey, Arafat’ı öldürmek. Onun dışında istediğini yapıyor.

“Şiddet sarmalı” lafından hiç hazzetmiyorum. Ortada bir simetri yok. Bir tarafta, sömürge savaşı yürüten bir devlet, diğer tarafta, devleti, ordusu, hatta hareket etme özgürlüğüne sahip olmadığına göre tam mânâsıyla bir önderi dahi olmayan bir halk var.

1993’te Oslo’da başlayan “barış süreci” anlaşmalarına çok eleştirel yaklaştınız. Sizce güncel durum bu anlaşmaların ve uygulamalarının sonucu mu?

Filistinliler bugün Oslo’nun bedelini ödüyor, bu konuda en ufak bir şüphem yok. Bedel ikiye, hatta üçe, beşe katlandı. Anlaşmanın imzalanmasından hemen iki-üç yıl sonra bile nereye doğru gidildiği görülüyordu. Müzakereleri yürütenler büyük başkentlerin merkezlerinde güzel arabalarla dolaşıp hükümet ve devlet başkanlarıyla görüşürken, bölgedeki Filistinlilerin yaşam koşulları gittikçe ağırlaşıyor, ücretler düşüyor, işsizlik artıyor, dolaşım özgürlüğü kısıtlanıyordu.

Bu arada, en vahim olanı unutmamak lâzım: İsrail kolonilerinin yüzde 60 artışı, Oslo sürecinden bu yana en liberal olduğu kabul edilen Barak yönetiminde oldu. Böyle bir durumda, bir patlamanın yaşanacağını öngörmek için deha ya da kâhin olmak gerekmiyor.

Barış sürecinden bugüne ne kaldı?

Arafat’ın çevresinde, Oslo sürecini kaldığı yerden devam ettirmek için Amerikalı ve İsraillilerle birlikte masaya oturmaya hazır olanlar var. Ama 1998’den bu yana, İsrailliler en ufak bir geri çekilmeye yanaşmadı. Filistinli sorumluların bazıları, zaman içinde Oslo terimlerinin yerine, işgalin durdurulması talebini –ki bu müzakere edilemez bir şeydir– koydu. Bu çok daha sağduyulu ve gerçekçi bir tavır: Sona erdirilinceye kadar işgale karşı mücadele etmek gerekir. Oslo anlaşmaları çerçevesinde hiç kaale alınmayan bu yaklaşım, Filistin programının merkezi unsuru olma yolunda.

Edward Said ve Mahmud Derviş

Öte yandan, Arafat’ın Tunus-Beyrut grubuna alternatif bir akımın ortaya çıktığı görülüyor. Eğitim ve sağlık kurumlarında önemli yerlerde bulunan, kadın hareketi içinde yer alan sivil toplumun bazı üyeleri kendilerini ifade etmeye, sadece FKÖ’yü değil, işgale karşı Filistin direnişinin bütün kesimlerini temsil edecek bakanlık değişikliklerinin yapılmasını talep etmeye başladılar.

İkinci intifada, sizce aynı zamanda Arafat’a karşı da mı yönelmişti?

Bu, Arafat’a yönelik bir eleştiriydi. Simgesel olarak, Arafat karmaşık bir figür: Bir yandan, Mr. Filistin, ama diğer yandan, yetersizliği, zaman zaman sertliği ve en çok da etkisizliği temsil ediyor. Arafat bütçesinin yüzde 60’ını bürokrasi ve güvenliğe harcıyor, bütçenin sadece yüzde 2’si Filistin topraklarının altyapısına ayrılıyor. İnsanlar usandılar ve haliyle liderlerine öfkeleniyorlar.

Filistin direnişinin aldığı bu biçimi, bu şiddet sarmalını nasıl yorumluyorsunuz?

“Şiddet sarmalı” lafından hiç hazzetmiyorum Ortada bir simetri yok. Bir tarafta, sömürge savaşı yürüten bir devlet, diğer tarafta, devleti, ordusu, hatta hareket etme özgürlüğüne sahip olmadığına göre tam mânâsıyla bir önderi dahi olmayan bir halk var. İsrail’in askeri işgali sürekli bir şiddettir ve her zaman intihar saldırılarını, sivillere yönelik saldırıları kınamakla birlikte, Filistinlilerin karşılık verme imkânları bana son derece sınırlı geliyor.

İşgal altındaki Filistinlilerin maruz kaldığı muameleyle karşı karşıya kalırsanız, elinizin altındaki mümkün olan bütün araçlardan yararlanırsınız.

Başlangıcından beri ikinci intifadanın askerileşmesine karşı çıktım. Her zaman örgütlenme ve siyasal yollar üzerinde ısrarla durmanın, ahlâki argümanlarla doğrudan İsraillilere seslenmenin, işgal altındaki topraklarda görev yapmayı reddeden yedek askerlerin tavrını daha geniş olarak benimsemeye onları ikna etmeye çalışmanın çok daha gerekli olduğunu düşündüm. Ama işgal altındaki Filistinlilerin maruz kaldığı muameleyle karşı karşıya kalırsanız, elinizin altındaki mümkün olan bütün araçlardan yararlanırsınız.

İsrail’de kafelerde, gece kulüplerinde bombalarla gençlerin öldürülmesini görmek çok dehşet verici, çok ürkütücü –ve yine bir kez daha bu eylemleri kınıyorum– ama mülteci kamplarında yaşananlarla, İsraillilerin otuz yıldır okullara, hastanelere düzenledikleri saldırılarla kıyaslayınca… Ayrıca bu yeni bir şey değil, Sabra ve Şatila’yı düşünün, 70’li yıllarda kampların bombalanmasını… İsrailliler her zaman sivilleri hedef aldı.

Korkunç bir durumdayız: Siyasi zaferden başkasını umut edemeyiz, çünkü ABD tarafından desteklenen bu denli güçlü bir devlete karşı askeri bir zafer kazanamayız. Buna karşılık, İsrailliler, askeri açıdan kazansalar da, siyasi bir zafer dayatamazlar.

Daha yaratıcı, daha farklı bir Filistin direnişi için çağnda bulunuyorsunuz. Bu direniş nasıl biçimler alabilir?

Direniş, her şeyden önce, İsraillileri de kapsamalı, onları da dahil etmelidir. Uzun vadede tek çözüm yolu, aynı zihniyetteki İsrailli gruplarla birlikte hareket etmektir. Barış ve yan yana yaşama mesajımız, işgalin sona erdirilmesi talebimiz giderek artan sayıda İsraillinin siyasi hedefi haline gelmelidir. Buna ulaşabiliriz, çünkü bizim ilkelerimiz vicdanın evrensel ilkeleri ve değerleri: Kendi kaderini tayin hakkı, hoşgörü, yan yana yaşama ve her türden ayrımcılık ve apartheid biçiminin ortadan kaldırılması.

Bizim ilkelerimiz vicdanın evrensel ilkeleri ve değerleri: Kendi kaderini tayin hakkı, hoşgörü, yan yana yaşama ve her türden ayrımcılık ve apartheid biçiminin ortadan kaldırılması.

Kendi kaderini belirleme hakkı İsrail için de geçerli: İstediklerini yapmakta özgürler, ama bugüne kadar seçtikleri tek yol, Filistinlilere tahakküm uygulamak oldu. Filistinlilerin topraklarını ellerinden alıyorlar ve onlara hayatı zindan ediyorlar. En başından beri İsrail devletinin politikası bu, ama giderek artan sayıda İsrailli geleceğin böyle kurulamayacağını anlıyor. Sürekli olarak Filistinlilerle karşı karşıya gelerek yaşanamaz. Dolayısıyla, ötekinin bilgisizliğiyle savaşmak için eğitim alanında yapılacak çok şey var. Ortak çabalara çok net şeylerle başlanabilir: Örneğin, ambulanslara ateş edilmesinin kesinlikle yasaklanmasını talep etmek gibi; Filistin Tıbbi Yardım Komitesi ile insan Hakları için İsrailli Hekimler Örgütü bunu yaptılar.

Filistin tarafında, sivil toplumda bu yeni akımların ortaya çıkmasına çok inanıyorsunuz ve İslâmcılarla Arafat’ın birlikte Filistinlilerin ancak yüzde 40’ını temsil ettiğini hatırlatıyorsunuz…

Bu açıdan bakıldığında, bugünkü durum biraz özel: Şu anda hepimiz Arafat’ın arkasındayız, yeni bir siyasi program oluşturmaktan ziyade savunma zamanı şimdi. Ama güncel bağlamdan soyutlarsak, uzun vadede eğilim, Arafat’ın popülaritesinin azalması, Hamas ve İslâmi Cihad’ın da mütevazi bir düzeyde kalması doğrultusunda. Filistinlilerin çoğunluğu kendilerini bu akımlarla tanımlamıyor. İslâmi partilerin geleceği yok, siyasi projeleri yok. Ayrıca, Filistinliler arasında çok fazla gayrımüslim ve ateist var. Yeni fikirleri olan yeni bir kuşağa ihtiyacımız var. Arafat simgesel bir figür, ama ölümsüz değil, ayrıca yalnız da değil. Bu yeni kuşağa yer açması lâzım.

İsrail hükümeti, Filistin sivil toplumunun yeni kuşağı ile İsrail sivil toplumu arasındaki diyaloğu ne pahasına olursa olsun engellemek istiyor gibi.

İsrail her zaman rasyonalite ve hoşgörüyü, yan yana yaşamayı ve ılımlılık olarak adlandırılabilecek tutumu savunanları, bombalarıyla birlikte kendilerini havaya uçuran kamikazelerden daha tehlikeli gördü. İsrail hükümeti bu teröristlerle karşı karşıya olmayı, işgalin statüsünü ahlâki düzeyde çökertenlere tercih ediyor. Hiç kuşkusuz, bizim gücümüz de burada yatıyor.

Çeviren: Siren İdemen
Express, sayı 12, Nisan 2002

İLK BASKISININ 25. YILDÖNÜMÜ DOLAYISIYLA ŞARKİYATÇILIK’A ÖNSÖZ

Akla vurulan kelepçeler

1978’de yayınlanan “Şarkiyatçılık” sömürgecilik sonrası edebiyat ve tarih çalışmalarında çığır açmıştı. Kitabın 25. yılı için yazdığı önsöz tarihsel metinlere, kişilere ve olaylara, bunlara dayanarak üretilen modern mitlere bakışta yöntem üzerine ders niteliğinde…

Şarkiyatçılık, günümüz tarihinin tam bir kargaşa olarak adlandırılabilecek dinamikleriyle yakından ilgili, bu dinamiklerle “göbek bağı” olan bir kitap. 1990’da sona eren Lübnan iç savaşının anlatıldığı bir bölümle başlar. Lübnan’daki iç savaş sona erdi ama, şiddet hâlâ devam ediyor, hâlâ hunharca kan dökülüyor dünyada. Oslo süreci başarısız oldu, ikinci İntifada başladı, Filistinliler yeniden işgal edilen Gazze ve Batı Şeria’da binbir eziyete uğradı, intihar saldırıları en korkunç haliyle kendini gösterdi, elbette ki bunların hiçbiri 11 Eylül 2001’de olanlardan, Afganistan ve Irak savaşlarının ardından o topraklarda yaşananlardan daha korkunç ve dehşet verici değildi. Ben bu satırları kaleme aldığım sırada Britanya ve ABD’nin Irak işgali devam ediyor. İşgali takip eden günlerde olacaklar düşünülemeyecek kadar korkunç. Tüm bunlar, medeniyetler çatışması olarak adlandırılan sürecin sonu gelmeyen, önlenemeyen, onarılamayan birer parçası.

Ortadoğu’nun, Arapların ve İslâm’ın ABD’deki algılanış biçiminin olumlu yönde değiştiğini söyleyebilmeyi isterdim, ama heyhat, ne gezer, hiç değişmedi. Pek çok nedenden dolayı, Avrupa’da durum Amerika’ya nazaran daha iyi. Amerikalı liderlerin ve entelektüel çanakçılarının anlamakta güçlük çektiği şey, kendi geleceğimizi yazabilmek ve sayıca az olanlara kendi yaşam biçimlerimizi dayatabilmek için tarihi, kara tahtaları siler gibi silemeyeceğimiz. Washington’daki ve diğer yerlerdeki görevlilerin Ortadoğu’nun haritasını değiştirme planları yaptıklarını duyuyoruz sıkça, sanki bu antik toplumlar ve binlerce insan içi fıstık dolu bir kavanozmuş da, sallanabilirlermiş gibi. Lâkin bu “Şark” adı verilen yarı mitolojik yapı, Napoleon’un 18. yüzyılın sonunda Mısır’ı işgal etmesinin ardından günümüze değin pek çok kez inşa edildi, yeniden yapılandırıldı. Bu süreçte, tarihin sayısız tortusu, baş döndürücü çeşitlilikteki insanlar, diller, tecrübeler ve kültürler bir kenara itildi, gözardı edildi, Bağdat’tan alınan ve anlamsız parçalara bölünen hazinelerle birlikte kum tepelerinin ardına atıldı. Tarihin erkekler ve kadınlar tarafından yazıldığı, silindiği ve yeniden yazıldığı iddiasındayım, bu nedenle de “bizim” Doğumuzun, sahip olmamız ve yönetebilmemiz için bizim “Şark”ımız olduğuna inanıyorum. Bu bölgenin halkının ne olduklarına, ne olmak istediklerine dair görüşlerine, bunu elde etmek için verdikleri mücadeleye saygım sonsuz.

Her imparatorluk, diğerlerine benzemediğini, aydınlatmak, medenileştirmek, demokrasi getirmek gibi misyonlarının olduğunu söylemiştir.

Arap ve Müslüman toplumlara, geri kalmış oldukları, demokrasiden yoksun oldukları, kadın haklarını ihlâl ettikleri gerekçesiyle, modernite, aydınlanma ve demokrasi gibi kavramların, üzerinde karar verilmiş, tercih edilmiş kavramlar olduğunu unutarak bilinçli
bir öfke ve şiddetle binlerce saldırıda bulunuldu. Dış siyasetten bahseden uzmanların, kanaat önderlerinin, gerçek insanların konuştuğu dilden bihaber olanların insanın nefesini kesen o yavan ilgisizliği, Amerikan gücünün bölgede suni bir serbest pazar “demokrasi”si kurması için zemin hazırladı.

Ama öteki insanlar ve öteki zamanlar hakkında anlayış, merhamet, detaylı bir inceleme ve bizzat onların faydası için yapılan analizler sonucu elde edilen bilgiyle, kendini tasdik etmek için düzenlenen bir kampanya dahilinde elde edilen bilgi arasında büyük fark vardır. Seçimle göreve gelmemiş küçük bir grup Amerikalı yetkili tarafından, bir üçüncü dünya diktatörlüğüne karşı, dünyaya hâkim olmak, güvenliğin ve kıt kaynakların kontrolünü elde bulundurmak gibi tamamıyla ideolojik nedenlere dayanan, asıl nedenleri gizlenen emperyalist bir savaş açılması, araştırmacı sıfatlarına hıyanet eden Şarkiyatçılar tarafından bu savaşa gerekçeler üretilmesi ve hatta savaşın aceleye getirilmesi, hiç kuşkusuz tarihin en büyük entelektüel felaketlerinden biridir. George W. Bush’un Pentagon’u ve Ulusal Güvenlik Konseyi üzerinde etkili olan isimler arasında en etkinleri Bernard Lewis ve Fouad Ajami gibi isimlerdi, Arap ve İslâm dünyası uzmanları. Amerikan şahinlerinin aklına Arap düşüncesi ve yüzyıllardır süregelen İslâm’ın düşüşü gibi kavramları, bu düşüşü sadece ve sadece Amerikan gücünün değiştirebileceği gibi akıl almaz bir fikri sokanlar onlardı.

Bugün, ABD’deki kitapçılar, başlıklarıyla İslâm, terör, Arap ve Müslümanların tehdidi hakkında bağırıp çağıran, güya bu garip ve oryantal insanların yüreğine nüfuz etmeyi başaran, onların ciğerini okuyan sözde uzmanların fikirlerinin yer aldığı, siyaset polemikçileri tarafından kaleme alınmış yıkık dökük, sıkıcı kitaplarla dolu. CNN’in, Fox’un ve sayısız muhafazakâr ve sağcı radyonun sunucusu, sayısız bulvar gazetesi ve suya sabuna dokunmayan pek çok gazete bile, Amerika’yı bu yabancı iblise karşı kışkırtmak ve karıştırmak amacıyla o hep aynı, doğruluğu bir türlü kanıtlanamayan hikâyeleri ve külliyatlı genellemeleri evirip çevirip sundular. Oradaki insanların “bizim” gibi olmadığı ve “bizim” değerlerimizi takdir etmedikleri –geleneksel Şarkiyatçılık dogmasının temel düşüncesi– gibi iyi örgütlenmiş bir genel kanı olmadan savaş da olmazdı. Pentagon’un ve Beyaz Saray’ın Amerikalı danışmanları, Malezya’nın, Endonezya’nın Hollandalı fatihleriyle, Hindistan’daki, Mezopotamya’daki, Mısır’daki, Batı Afrika’daki Britanya ordularıyla, Hindiçini’ndeki ve Kuzey Afrika’daki Fransız ordularıyla aynı âlimlerin klişelerini, aynı aşağılayıcı basmakalıp örnekleri güç ve şiddet kullanımlannı haklı çıkarmak için aynı bahaneleri (neticede hepsinin anladığı tek dil kuvvete başvurmak) kullandılar. Şimdi bu kişilere, bir de, ders kitaplarının yazılmasından tutun da, Irak’ın siyasi hayatının ve petrol endüstrisinin yeniden şekillenmesi için gerekli anayasanın yazılmasına kadar pek çok görevi olan bir özel müteahhitler, hevesli girişimciler ordusu eklendi.

Her imparatorluk, resmi söyleminde diğerlerine benzemediğini beyan etmiştir; yaşananın özel bir durum olduğunu, aydınlatmak, medenileştirmek, düzen ve demokrasi getirmek gibi misyonlarının olduğunu ve gücü en son çare olarak kullandığını söylemiştir. Ve daha da üzücü olanı, bu merhametli, fedakâr imparatorluklar hakkında rahatlatıcı sözler eden bir entelektüel korosu olmuştur hep, günümüzde hâlâ olduğu gibi.

Yayınlanmasının üzerinden geçen yirmi beş yıldan sonra, Şarkiyatçılık bir kez daha aynı soruyu soruyor: Modern emperyalizm bitti mi, Napoleon’un iki yüzyıl önce Mısır’a girmesinden günümüze kadar geçen zaman zarfında devam ediyor muydu? Araplara ve Müslümanlara kurban edebiyatı yapmanın ve imparatorluğun kendilerine ne denli zarar verdiğinden bahsetmenin günümüzde sadece sorumluluktan kaçmak anlamına geldiği söylendi hep. Başarısız  oldunuz, yanlış yaptınız dedi modern Şarkiyatçılar. Napoleon’la başlayan o satırları hatırlayın, Şark araştırmalarının yükselişi ve Kuzey Afrika’nın ele geçirilmesi, benzer şekilde Vietnam’da, Mısır’da, Filistin’deki teşebbüsleri, 20. yüzyıl boyunca Körfez’deki, Irak, Suriye, Filistin ve Afganistan’daki petrolün ve stratejik noktaların ele geçirilmesi için verilen mücadeleyi anlatarak devam eden satırları… Sonra da kısa süreli liberal bağımsızlık süresince yaşanan sömürgecilik karşıtı milliyetçiliğin yükselişini, askeri darbe dönemlerini, isyanı, iç savaşları, dini bağnazlığı, kalan son “yerlilere” karşı yürütülen mantık dışı mücadeleyi ve taviz vermeyen vahşeti…

Yapmaya çalıştığım şeye “hümanizm” diyorum inatla, sofistike postmodern eleştirmenlerin bu kavramı küçümsüyor olmalarına rağmen.

Bu evre ve dönemlerin her biri ötekine dair kendi çarpıtılmış bilgisini, indirgeyici imgesini, kendi polemiklerini yarattı. Şarkiyatçılık’ta yapmak istediğim, hümanist eleştiriyi kullanarak bizi esir eden, polemiğe ve korkuya dayalı kısa feveranların yerini alacak daha uzun bir düşünce ve analiz serisi sunmak, yeni bir mücadele alanı yaratmaktı. Yapmaya çalıştığım şeye “hümanizm” diyorum inatla, sofistike postmodern eleştirmenlerin bu kavramı küçümsüyor olmalarına rağmen. Hümanizmle kastettiğim, Blake’in “akla vurulan kelepçeler”ini çözmeye çalışmakla işe başlamak ve böylelikle bireyin aklını tarihe göre ve mantık çerçevesinde mütefekkir anlayışın amaçlarına hizmet edecek şekilde kullanabilmesini sağlamak. Ayrıca hümanizm, diğer yorumcular, diğer toplumlar ve dönemlerle müşterek hareket etme fikriyle desteklenir, ayakta kalır, bu nedenle de tecrit edilmiş, yalnız bırakılmış bir hümanist yoktur.

Bu nedenledir ki, her bilgi alanı birbiriyle bağlantılıdır ve dünyamızda olan hiçbir şey izole bir şekilde, dış etkilerden tamamıyla uzak, saf bir halde gerçekleşmez. Adaletsizlikten, ıstıraptan bahsederken tarih, kültür ve sosyo­-ekonomik gerçeklikler bağlamında ele almalıyız bu kavramları. Hayatımın büyük bir kısmını, 35 yılımı Filistin halkının kendi ulusal geleceklerini belirleme haklarını savunarak geçirdim, bunu Yahudilerin gerçeklerini, gördükleri zulmü, yaşadıkları soykırımı göz önünde bulundurarak yapmaya gayret ettim hep. En önemlisi, Filistin’de ve İsrail’de yaşanan eşitlik mücadelesinin insani bir amaca yönlendirilmesidir –bir arada varolabilmeye, daha fazla baskıya ve inkâra değil.

Uzmanlık alanı edebiyat olan bir hümanist olarak, geçmişi 18. yüzyıl, 19. yüzyıl başı Almanya’sına giden karşılaştırmalı edebiyat dalında kırk yıl uzmanlaşacak kadar yaşlıyım. Görüşleri, Herder ve Wolf gibi Alman düşünürlere, sonrasında Goethe, Humboldt, Dilthey, Nietzsche, Gadamer ve son olarak da 20. yüzyıl Romans dilleri uzmanları Erich Auerbach, Leo Spitzer ve Ernst Robert Curtius’a ilham veren Napolili bir düşünür ve dilbilimci olan Giambattista Vico’nun çok yaratıcı katkısından da bahsetmem gerek. Günümüzün gençleri için dilbilim, son derece eski ve küflü bir şeyi ifade ediyor. Oysa gerçekte dilbilim, yorumlamalı sanatların en temel ve yaratıcı olanıdır. Bunun en iyi örneği de, Goethe’nin genel anlamda İslâm’a, özellikle 14. yüzyıl iranlı Sufi şair Hafız’a olan ilgisi, West-östlicher Diwan’ın (Doğu-Batı Divanı) ve Weltliteratur (dünya edebiyatı) üzerine yaptığı, dünyanın tüm edebiyatlarının senfonik bir bütün olduğunu ve hepsinin teorik olarak kendi özelliklerini koruyarak ve genele aykırı gelmeyerek varolabileceklerini savunduğu çalışmasının ortaya çıkmasına neden olan tutkusudur. Günümüzün küresel dünyası birbirine iyice yaklaşıp tekleşirken bugün bunun gerçekleşmesinde gözardı edilemeyecek bir ironi gizli; Goethe’nin görüşlerinin özellikle engellemeye çalıştığı standardizasyona ve homojenliğe yaklaşıyor olabiliriz.

Daniel Barenboim ve Edward Said. Beraber söyleştikleri Paralellikler ve Paradokslar kitabı 2006’da Osman Akınhay çevirisiyle Agora Kitaplığı’ndan yayınlanmıştı

1951’de yayınlanan “Dünya Edebiyatının Filolojisi” adlı makalesinde Auerbach, tam da bu noktaya değinmişti. 1946’da yayınlanan, ama aslında Auerbach’ın savaş sürgünü olarak geldiği İstanbul’da filoloji öğrettiği yıllarda kaleme aldığı müthiş kitabı Mimesis, Homeros’tan Virginia Woolf’a kadar Batı edebiyatında temsil edilen gerçekliğin çeşitliliğinin ve bütünlüğünün kutsal kitabı gibidir. Auerbach’ın 1951 tarihli makalesini okuyunca, yazdığı müthiş kitabın, aslında, Goethe’nin İslâm edebiyatını anlamak için gerekli olduğunu savunduğu türden bir kavrayışı destekleyen, insanların ellerindeki metinleri dilbilimin ışığında bir bütün olarak, duyarlı bir şekilde, sezgileriyle, kapsamlı araştırmalar ve farklı dillerin bilgisini haiz bir şekilde okuduğu döneme yazılmış bir ağıt olduğu görülüyor.

Sözgelimi Dante gibi bir yazarın neden bahsettiğini kavrayabilmek için gerçeklerin mekanik bir şekilde bir araya getirilmesi sonucu ortaya çıkan yöntem yeterli değildi, pozitif dil ve tarih bilgisi bir zaruretti, ama bu da yetmiyordu. Auerbach ve ondan önce gelen isimlerin bahsettikleri ve gerçekleştirmeye çalıştıkları türden dilbilimsel bir kavrayış için gerekli olan en temel unsur, bir yazılı metni, yazıldığı dönemi ve yazarının dönemine bakış açısını göz önünde bulundurarak ele almak, o metnin hayatına öznel ve paylaşımcı şekilde girmekti. Bu anlayışta, başka bir döneme ve kültüre karşı duyulan bir düşmanlığa, yabancılaşmaya yer yoktu. Weltliteratur’de uygulanan haliyle dilbilim, cömertlik ve misafirperverlikle beslenmiş güçlü bir hümanist ruh içeriyordu. Bu nedenledir ki yorumcu, elindeki metinleri okurken zihninde her daim yabancı olan “öteki” için bir yer açıyordu. Aslında yabancı ve uzak olan bu metinler için zihinde yaratıcı bir şekilde yer açma eylemi de yorumcunun en önemli görevlerinden biriydi.

Tüm bunlar nasyonal sosyalizm yüzünden Almanya’da gözardı edilip yok edildi. Auerbach, savaştan sonra, fikirlerin nasıl standartlaştırıldığını, bilginin her geçen gün daha da uzmanlaştığını, nasıl bir araştırmacı olmak gerektiğini her daim sorgulayan kendisinin de temsilcisi olduğu dilbilimin çalışmalarının önünün nasıl kesildiğini üzüntüyle anlatıyordu. Auerbach’ın 1957’deki ölümünü takip eden yıllarda, her şey daha da kötüye gitti. Hümanist araştırma düşüncesinin ve uygulamasının kapsamı ve merkezi daraldı. Bugünkü öğrencilerimiz kelimenin gerçek anlamıyla okumuyorlar, dikkatleri internet ve medyada sunulan bölük pörçük bilgiler tarafından dağıtılıyor.

İnsanları “Amerika”, “Batı”, “İslâm” gibi yanlış seçilmiş başlıklar altında toplayan, binlerce birey için kolektif kimlikler yaratan bu korkunç çelişkiler bugünkü etkisini sürdürmemek, bu çelişkilere karşı çıkılmalıdır.

Daha da beteri, eğitim, medyanın genellikle yaptığı üzere, tarih bilincinden yoksun, sansasyonel yanı ağır basan, uzak elektronik savaşlara yoğunlaşan, izleyicinin kesin kanılara varmasını sağlayan, ama aslında yaşanan korkunç acıyı ve modern savaşların yıkımını göstermeyen yayınları sayesinde milliyetçi ve dindar Ortodoksluklarla tehdit ediliyor. “Terörist” yaftası yapıştırılan bilinmeyen bir düşmanın şeytanlaştırılması, insanları galeyana getirmek ve öfkelendirmek amacına hizmet eder, medyada gösterilen imgeler çok dikkat çeker ve 11 Eylül sonrasında olduğu gibi, kriz ve tehlike anlarında da istismara imkân tanır.

Bir Amerikalı ve bir Arap olarak, okuyucudan rica ediyorum: Bir avuç Pentagonlu sivil elitin ABD dış politikası için geliştirdiği, tüm Arap ve İslâm camiasını kapsayan basitleştirilmiş dünya görüşünü, kendine hükümetin sözlerini tasdik etmekten başka bir şey yapmayan sözde “uzmanlar” yaratma görevini biçen medyada sürekli tartışılan terörü, saldırıdan önce müdahaleyi meşru gören savaş anlayışını, tek yanlı rejim değişikliği gibi kavramları, tarihin en geniş askeri bütçesiyle desteklenmiş bu görüşleri hafife almasınlar. Fikirlere, tartışmaya, muhakemeye ve insanların kendi tarihlerini kendilerinin yaratması gerektiğini söyleyen laik inanca dayanan etik, artık yerini ABD ve Batı’nın ayrıcalıklı konumunu öven ve diğer kültürlere horgörüyle yaklaşan birtakım soyut fikirlere bıraktı.

Belki hümanist yorum ve dış politika arasında ani geçişler yaptığımı söyleyebilirsiniz. Benzeri görülmemiş bir gücün yanısıra aynı zamanda internete ve F-16 savaş jetlerine de sahip modern bir teknolojik toplumun Donald Rumsfeld ve Richard Perle gibi heybetli teknik-siyaset uzmanlarının kumandasında olması gerektiğini de iddia edebilirsiniz. Ama burada asıl yitirilen şey, insan hayatının ne bir formüle indirgenebilecek ne de bir kenara itilebilecek olan yoğunluğu ve karşılıklı dayanışma hissi oldu.

Bu, küresel tartışmanın bir yönü. Arap ve Müslüman ülkelerde durumun bundan daha iyi olduğu pek söylenemez. Roula Khalaf’ın dediği gibi, bölge, ABD’nin bir toplum olarak gerçekte ne olduğunu pek sorgulamayan kolay bir Amerikan karşıtlığının içine düştü. Çünkü Amerikan siyasetini etkilemekte görece olarak güçsüz olan hükümetler, enerjilerini bastırmaya ve halklarını sindirmeye yoğunlaştı. Bunun neticesinde de, öfkenin, kızgınlığın, insanlık tarihi ve gelişimi hakkında laik düşüncelerin yerini, başarısızlığın ve öfkenin aşılmasına, toplumların açılmasına yardımcı olmayan bir lanetlemeye, tekrara dayalı bir ezberciliğe, öteki olarak algılananı yok etmeye dayalı bir İslâmiyet aldı. İslâm’daki sıradışı içtihat geleneğinin zaman içinde yok olması, günümüzün en büyük kültürel felaketlerinden biridir. Bu durumun sonucunda, eleştirel düşünce ve modern dünyanın sorunlarıyla bireysel olarak mücadele etme kavramları ortadan kalkmıştır.

Bu, kültür dünyasının bir yeni-Şarkiyatçılık kavgasına, her şeyin üzerine sünger çeken bir reddiyeye doğru gerilediği anlamına gelmez. Geçen yıl Johannesburg’da gerçekleşen Birleşmiş Milletler Zirvesi, tüm sınırlamalara rağmen, aslında yeni bir kolektif karar mekanizmasının zuhur etmesinin bütün dünyada ne denli sıcak karşılandığını, genellikle iyi huylu olarak adlandırabileceğimiz “tek dünya” fikrinin artık kaçınılmaz olduğunu gösterdi. Tüm bunlara rağmen hiç kimsenin küreselleşmiş dünyamızın son derece karmaşık birliğini ve ahengini tam mânâsıyla anlayabilmesinin mümkün olmadığını da itiraf etmeliyiz.

İnsanları, “Amerika”, “Batı” ya da “İslâm” gibi yanlış seçilmiş başlıklar altında toplayan ve aslında korkunç bir çeşitlilik arzeden binlerce birey için kolektif kimlikler yaratan bu korkunç çelişkiler bugünkü etkisini sürdürmemeli, bu çelişkilere karşı çıkılmalıdır. Hümanist öğretinin mirası olan mantıklı yorum teknikleri, geleneksel değerlere ya da klasiklere dönmemizi tembihleyen bir yol olarak değil, dünyevi, laik, rasyonel söylemin aktif bir uygulaması olarak hâlâ hizmetimizde. Laik dünya, insanların yazdığı tarihin dünyasıdır. Eleştirel düşünce, düşman addedilenin üzerine doğru ilerleyen birliklere katılmayı emredenlere boyun eğmez. Yeniden üretilen bir medeniyetler çatışması yerine, ihtiyacımız olan şey, kültürlerin, birbiriyle örtüşen, birbiriyle alışverişte bulunan ve beraber yaşayan kültürlerin bu birlikteliğine yoğunlaşmaktır. Ama böylesine geniş bir algılama için de, acil eylem ve tepki talebinde bulunan bir dünyada erişilmesi güç olan zamana, sabra, yorumcuların şüpheci araştırmacılığına duyulan güvene ihtiyacımız var.

Hümanizmin merkezinde insanın bireyselliği ve şahsi sezgileri vardır, kabul edilmiş fikirler ve dışarıdan gelen otorite değil. Metinler, dünyevi diyeceğim yollarla üretilmiş ve yaşamaya devam eden metinler olarak okunmalıdır. Ama bu da hiçbir anlamda gücün dışlanması anlamına gelmez; aksine, en derin çalışmalarda bile ima edilen, bu çalışmalara yüklenen gücü bu yüzden göstermeye çalıştım. Son olarak, en önemlisi, hümanizmin, insanlık tarihinin çehresini bozan, hiç insani olmayan uygulamalara ve adaletsizliklere karşı tek ve hatta daha da ileri giderek son direniş yolu olduğunu söyleyeceğim.

Edward Said
Şarkiyatçılık’ın 25. yıldönümü baskısı için önsöz, Ağustos 2003
Çeviren: Çiğdem Dalay
Express, sayı 30, Ekim 2003

^