BÜLENT ŞIK DAVASI

Hafize Öztürk Can
6 Şubat 2019
SATIRBAŞLARI

Binbir türlü davayla boğuşuyoruz. Hepsinde ayrı adaletsizlikler, usûlsüzlükler var. Ama bazı davalar, baştan aşağı ayna işlevi görüyor, göz önüne serdikleriyle ve gözden kaçırdıklarıyla. Bugünkü Şule Çet Davası öyleydi. Yarınki Bülent Şık Davası da öyle.
Şule Çet Davası, duruşmada yaşananlarla, sanık temsilcilerinin davranış ve imalarıyla, siyasal ve ekonomik iktidarın kurduğu toplumsal ve adli düzenin, “erkek adalet”in aynasıydı. Yarınki Bülent Şık Davası da, en temel yaşam ihtiyacımızın, içtiğimiz suyun, üzerinde tarım yaptığımız toprağın nasıl zehire bulandığının, kamu sağlığının sağlık bakanlığı eliyle nasıl hiçe sayıldığının aynası olacak.
Ama önce davanın ayrıntılarını hatırlayalım:
Sağlık Bakanlığı, 2011-2016 yılları arasında, “Kocaeli, Antalya, Tekirdağ, Edirne, Kırklareli İllerinde Çevresel Faktörlerin ve Sağlık Üzerine Etkilerinin Değerlendirilmesi” adı altında 16 ayrı projeden oluşan kapsamlı bir araştırma yürüttü. Araştırma sonucunda Ergene Çayı havzasında çeşitli gıdalarda ve içme suyunda pestisitler, ağır metaller gibi toksik bileşenler tespit edildi. Kocaeli ili ve Ergene havzasındaki suların kurşun, alüminyum, krom, arsenik kirliliği yüzünden içilemez durumda olduğu kayıt altına alındı. Araştırmada yer alan onlarca akademisyenden biri de, henüz o tarihlerde Akdeniz Üniversitesi’nden KHK ile ihraç edilmemiş olan gıda mühendisi Yrd. Doç. Dr. Bülent Şık’tı. Şık, araştırmanın üzerinden üç yıl geçmesine rağmen vahim sonuçların bakanlıkça açıklanmaması üzerine, sonuçları bir yazı dizisiyle kamuoyuyla paylaştı. Ardından Sağlık Bakanlığı, Şık hakkında suç duyurusunda bulundu. Bülent Şık “göreve ilişkin sırrın açıklanması”, “yasaklanan bilgilerin temini” ve “yasaklanan bilgileri açıklama” suçlarından 5 ila 12 yıl arası ceza talebiyle yargılanıyor. Üstelik Şık, söz konusu araştırmanın 16 ayağından sadece birinde yer almış, içinde yer aldığı çalışmanın da ancak küçük bir bölümünü açıklayabilmişti. Diğer 15 araştırmanın muhtemel vahim sonuçları hâlâ bilinmezliğini, araştırmadaki diğer akademisyenler ise sessizliklerini  koruyor. Araştırmaya konu olan illerde kanser vakaları hızla artarken, basit bir etik ilkeye, araştırmacının halk karşısındaki sorumluluğuna göre davranan Şık’ın duruşması 7 Şubat 2018’de, Çağlayan Adliyesi 2. Adliye Ceza Mahkemesi’nde, saat 10:00’da yapılacak.
Şule Çet Davası’nın toplumsal cinsiyetten emek ilişkilerine, siyasal nüfuzdan temel hak ve özgürlüklere uzanan boyutlarının cezasızlıkla kalmayacağını, bunun da ancak toplumsal mücadeleyle olabileceğini görüyoruz, anlıyoruz. Bülent Şık Davası’nın da, içtiğimiz su, yediğimiz gıda, soluduğumuz hava, bütün bir geleceğimiz adına, her şeyden önce bir kamu bilgisine dönüşmesini umuyoruz.
3 Şubat’ta İstanbul Tabip Odası’nda Bülent Şık’a destek amacıyla “Dünyamız Zehirlenmesin” başlığıyla bir panel düzenlendi. Onur Hamzaoğlu, Aslı Odman ve Olcay Bingöl’ün de katıldığı panelden Hafize Öztürk Can’ın davayı tıp etiği açısından, yani davanın esasından ele aldığı konuşmasına kulak veriyoruz. Yarın sabah, bu üzerinde yaşadığımız topraklarda canlı hayatının geleceğinin yargılanışını takip edeceğiz.
Foto: Saner Şen, “Dilovası” / Nar Photos

SELIKOFF, BRUNO, HYPATIA, ONUR, BÜLENT

Hafize Öztürk Can: Bu ortamda olmaktan bir yandan üzüntü içindeyim, bir yandan da yaşamsal sorunları paylaşan insanlarla birlikte olmanın onurunu taşıyorum. Sevgili Bülent (Şık) çok değer verdiğim, çok çalışkan ve bu ülkenin sorunlarını cesaretle dile getiren az sayıdaki bilim insanından biri. Onunla yan yana olmaktan onur duyuyorum.

Burada olmanın nedeni, Bülent’in başına gelenlerin bilim etiği açısından ne anlama geldiği konusunda görüşlerimi paylaşmak. Tıp etiği uzmanı olmamın getirdiği bir görev olarak alıyorum bunu. Bilim etiğine ilişkin elimizde pek çok ulusal ve uluslararası düzeyde üretilmiş metin var. Özellikle tıpta, o uluslararası metinler doğrultusunda hazırlanmış pek çok yasal düzenleme mevcut.

Bilimle etiğin neden el ele vermesi gerektiğini belki Brecht’in şu önemli saptamasıyla daha net açıklayabiliriz: “Bilim adamları kendilerini yalnızca bilgi için bir çalışmayla sınırlarsa bilim sakat kalacak ve yeni buluşlar yeni dertler getirecektir. Zamanla keşfedilebilecek her şeyi keşfedebilirsin, ama ilerlemen insanlıktan uzak olacaktır. Seninle insanlık arasındaki uçurum o kadar büyüyebilir ki, senin yeni bir buluş üzerine duyduğun coşkunun karşılığı evrensel bir haykırışa dönüşebilir.”

Bunu Japonya’ya iki atom bombası atıldıktan hemen sonra söylüyor. Bilim insanının toplumsal sorumluluğunu bir cümleyle dile getirmiş. Evet, bilimle etik el ele gitmelidir. “Araştırmacılar bilimsel araştırmalarda neden yanılır? Bir araştırma sorusu nasıl oluşturulur, araştırma nasıl uygulanır ve araştırmanın sonuçları nasıl rapor haline getirilir?” meselesi, yani en azından sağlıkla ilgili araştırmalarda araştırmanın planlanmasından yürütülmesine ve sonuçların yayınlanmasına kadar olan sürece dair pek çok mevzuat denebilecek metin ve etik ilkeler var.

Bu etik ilkelerin takipçisi olabilecek kurumlar, yasal düzenlemelerle oluşturulmuş, araştırma etik kurulları var. Ancak, bir araştırmanın sonuçlarının kamuoyuyla paylaşılmasına dönük açık düzenlemelere ulaşmak mümkün değil. O kadar metin içinde araştırmacıların kimlikleri, araştırmada kullanılacak formatlar, bir araştırma deseninin nasıl hazırlanacağına ilişkin pek çok açık düzenleme olmakla birlikte, araştırma sonuçlarının toplumla paylaşılmasına ilişkin bir-iki düzenleme var. Bunlardan biri, TC hükümetinin de imzaladığı İnsan Hakları Biyotıp Sözleşmesi’ne ek protokolü. İkinci bir metin ise Avrupa Konseyi Biyoetik Uzmanları yönetim biriminin hazırladığı bir kılavuz.

Araştırmalarda etik sorumluluklardan genel olarak söz etmeyeceğim, çünkü konumuz bu değil. Konumuz, doğrudan araştırma sonuçlarının, insanların sağlığını etkileyebilecek yaşamsal sonuçları olan araştırma sonuçlarının toplumla paylaşılmasında araştırmacının sorumluluğu nedir? Araştırma kurumlarının sorumlulukları nelerdir? Çünkü suçlama buradan geldi sevgili Bülent’e.

Bir bilim insanı yaptığı araştırmanın sonuçlarını topluma duyurmakla elbette görevlidir. Bilim etiği bize bunu söylüyor. Bilim etiğini savunan ve bunun bedelini ödeyen çok örnek var. Mesela Hypatia, önce öldürülmüş, sonra da yakılmıştır. Çünkü astronomi, felsefe, matematik alanında İskenderiye Okulu’nda kurulu düzenin ve dinsel egemenliğin karşı söylemlerini öğrencileriyle paylaşma konusunda inatçı olmuştur.

Sevgili Onur’un (Hamzaoğlu) başına gelenlerle, 2010’dan itibaren hep aklıma Giordano Bruno gelmiştir. Öldürülmesi 1600. Güneş merkezli evren tasavvur etmişti. Kilisenin tepkisini çekmişti. Dendi ki, “bu tezlerini geri al, nedamet getir, seni affedeceğiz”. Fakat o öyle bir yanıt verdi ki, Roma’da bir meydanda kazığa bağlanarak yakıldı. “Ne gördüğüm hakikati gizlemekten hoşlanırım ne de bunu açıkça ifade etmekten korkarım. Aydınlık ve karanlık arasındaki bilim ve cehalet arasındaki savaşa her yerde katılırım. Bundan dolayı her yerde zorlukla karşılaştım ve cehaletin babaları olan resmi akademisyenlerin yanısıra kalın kafalı çoğunluğun öfkesine hedef olarak yaşadım” demiş.

Boşuna aklıma “Onurumuzu Savunuyoruz İnisiyatifi” oluşturulduğunda Bruno gelmedi. Her dönemde, hakikati dile getirmek konusunda dirençli davrananlar, hakikati haykıranlar, kurulu düzenin tepkisini çeker. Selikoff’un başına gelenleri hepimiz biliyoruz. Sevgili Cem Terzi, Onur’un davası sırasında bize hatırlatmıştı. Selikoff, asbestin insan sağlığına zararını ortaya koymuştu. Endüstrinin tepkisini çekmişti ve endüstriyle iş birliği yapan akademisyenler tarafından kriminalize edilmişti.

Peki Onur’la Bülent’in başına gelenlerin Selikoff’tan, Bruno’dan, Hypatia’dan ne farkı var? Sadece biçim değiştirmiştir. Tüm bunları ele almak için başka bir şeye ihtiyaç var. Bilimsel araştırmayla ortaya çıkan sonuçların ürettiği sorunları çözmenin yolu politik ve toplumsal olarak örülecek ağlarda oluşur. Bizim yaşadığımız dramatik sonuçlar budur.

Eğer sonuçlar hep beraber paylaşabilseydi, bugün Bülent yargılanmayacaktı. Ya da Onur sonuçlarını toplumla paylaştığında Kocaeli Üniversitesi etik kurulu Onur hakkında “suç işlemiş” kararı vermeyecekti. Dolayısıyla bilim ve biyoetik de yetmiyor. Toplumun, gelecek nesillerin  sağlığını doğrudan ilgilendiren sonuçlar gösteriyor ki, araştırmaların toplumla zamanında paylaşılması gerekiyor. Paylaşanların değil, paylaşmayarak suç işleyenlerin yargılandığı bir dünyaya ihtiyaç var. Onu da birlikte örmemiz gerekiyor.

 

^