Milli Görüş hareketini ve onun kısa ömürlü iktidarı boyunca önerdiği politikaları hatırlayanlar Necmettin Erbakan’ın faiz karşıtı politikalarına aşinadır. Milli Görüş’ün bağrından kopup gelen AKP’nin “yenilikçileri” faiz karşıtı politikalara itiraz edip hareketten ayrılarak “yeni olanla” kucaklaşmayı gerçekleştirdi. Takip eden 25 yılda ise AKP Türkiye’si finans kapitalizmin deney tahtası ve –özellikle dar gelirli kitlelere neredeyse “hibe” gibi pazarlanan ihtiyaç kredileri gibi bir dizi finansal araç vasıtasıyla– bir borçlular cehennemi haline geldi.
Burada, “faiz yasağı” üzerine epeydir yürütülen tartışmaları, bu yasağın hangi söylemlerle eğilip bükülerek bugünkü “düşük faiz” söylemine evrildiğini ve bütün bunlar yaşanırken ailenin borç temelli politikalarla nasıl gerilimli bir alana dönüştürüldüğünü özetlemeye çalışacağım.
Erbakan’ın “mikrop” diye tanımladığı faize dayalı finansal sistem AKP’de de hep huzursuzluk kaynağıydı. Ancak, AKP iktidarı “mikrobu kontrol edilebilir seviyede tutma” söylemini yerleştirdi. Söylem “haram faiz”den “makbul düşük faiz”e doğru bir geçişle şekillendi.
Seçimin ilk turundan itibaren şaibe tartışmalarının yanı sıra, muhalefetin neden yanıldığı, Erdoğan’ın giderek derinleşen yoksullaşmaya rağmen dar gelirli muhafazakâr seçmeni milliyetçilik vurgulu politikalarla nasıl konsolide ettiği soruları gündeme oturdu. Bu yazının bu tartışmalara finans ve borçlanma ekseninde katkı sağlamasını, istikrar söyleminin borçlu kitlelerin hayatındaki karşılığını anlamak açısından bir başlangıç noktası sunmasını umuyorum.
Aynı zamanda, döviz piyasalarının iyice istikrarsızlaşmasının ardından ihtiyaç kredilerine ve kredi kartlarına gelen müdahaleler ve akabindeki gelişmeler de tüm bu finansal araçların AKP Türkiye’sindeki kritik işlevleri hakkında bir kez daha düşünmeyi zorunlu kılıyor.
Haramdan makbule
1996’da Necmettin Erbakan’ın genel başkanı olduğu Refah Partisi’nin ortaya attığı “Adil Düzen” programına kısaca bakınca muhafazakâr hareket içinde derin çatallanmalara neden olan, temelde faiz ve finans meselesine dayanan siyasi krizlerden ilkinin izini sürebiliriz. Devleti merkeze alan, faiz konusunda İslâmi çekinceler barındıran ve “aşırı sömürüden” imtina etmeye çalışan melez bir kapitalizm arayışındaki programın en öne çıkan maddelerinden biri, devletin faizli işlemleri ortadan kaldırması ve vatandaşlara doğrudan faizsiz kredi sağlamasıydı.
Bir önceki kuşağın muhafazakârları faiz karşıtlığına dayalı politikalar üretmeye çalışırken AKP iktidarı ise küresel finansal entegrasyonu, bankalar eliyle yaygın bir borç ekonomisini yerleştirmeyi ve bu yolla halkı istikrar söylemine organik şekilde ikna etmeyi amaçladı. Böylelikle temelde borçlanabilme kapasitesini artırarak istikrarı kolektif bir arzu nesnesi haline getirebildi.
Faizin haram olduğu söylemi yerini ulusal ve bireysel kalkınmaya hizmet eden düşük faiz söylemine bıraktı. Ama bu keskin dönüşüm esnasında, faiz hâlâ “küresel zulüm sistemini” imliyordu. Böylece faiz üzerine bina edilmiş eşitsizlik söylemini destekleyen bir dizi milliyetçi duygulanım sabit kaldı.
Necmettin Erbakan’ın “mikrop” diye tanımladığı faize dayalı finansal sistem AKP içinde de hep huzursuzluk kaynağıydı. Ancak, AKP iktidarı “mikrobu kontrol edilebilir seviyede tutma” söylemini yerleştirdi. Söylem “haram faiz”den “makbul düşük faiz”e doğru bir geçişle şekillendi.
Erdoğan yıllarca mitinglerinde düşük faizin vatandaşa ve ülkeye katkısını vurguladı. Bu geçişin salt dini bir kandırmaca ya da göz yummaya dayandığını düşünmek kolaya kaçmak olur. AKP, özellikle de Erdoğan, oldukça başarılı bir şekilde “mikrop” söylemini tedavisi ve kontrolü mümkün düşük faiz[1] söylemine çevirdi. Bunu da “milli ve yerli değerlere” sadık kalarak, istikrarla eş anlamlı hale getirilebilecek, yerel gelişmenin önemli yapıtaşlarından biri olabilecek yeni bir faiz tanımı çerçevesinde gerçekleştirdi.
Sonuçta, faizin haram olduğu söylemi yerini düşük olduğu müddetçe kabul edilebilir ve daha da önemlisi ulusal ve bireysel kalkınmaya hizmet edebilir faiz söylemine bıraktı. Ama en önemlisi, bu keskin dönüşüm esnasında, AKP Erbakan’ın faiz eleştirisinin en can alıcı noktalarından bazılarını canlı tuttu: Faiz yaygın olarak hâlâ “küresel zulüm sistemi”ni imliyor, bölgesel, ülkesel, hatta kişisel ezilmişliğin ve aşağılanmanın bir göstergesi olarak varlığını sürdürüyordu.
Dolayısıyla, faiz üzerine bina edilmiş eşitsizlik söylemini destekleyen bir dizi milliyetçi duygulanım da geçiş sürecinde sabit kaldı. Sadece faiz yasağının yerini oldukça soyut, sınırları durmadan yeniden çizilen bir “faiz lobisi” söylemi aldı.
“Borca batmış ve yenilmiş” aşağılanma imgesi
Faiz lobisi söyleminin, düşük faiz ısrarının ideolojik gücünü ortaya koyabilmek için can alıcı ve belki de Türk milliyetçiliğinin en uzun vadeli ve kapsayıcı temellerini barındıran bir kabulü hatırlamakta yarar var. Faizin, finansın ve devlet borcunun uluslararası alanda sürekli yeniden üretilen eşitsizliğin kaynağı olduğu, bu yüzden de hepsiyle mücadele edilmesi gerektiği fikri cumhuriyetin kurucu ideolojilerinin başında geliyor.
Liseye kadar ulusal eğitim sisteminin çarkından geçmiş herkes Düyûn-ı Umûmiye’yi hatırlar. 1800’ler boyunca kaybedilen topraklar, beraberinde azalan gelirler, çökmüş bir vergi sistemi ve özellikle Ruslara karşı sürdürülen savaşlar sonrası (özellikle de Kırım Savaşı) Osmanlı 1850’lerin ortasından itibaren borçlanmaya başladı. Altı yılın ardından ilk borç krizi baş gösterdi[2]. Ardından, yaklaşık 25 yılda işler içinden çıkılamayacak raddeye geldi. Osmanlı artık gırtlağına kadar borca batmıştı.
Faiz yeni anlatıda “başa gelen” bir şeydir, kaçış yoktur, temas bulaşma demektir, ona karşı ancak bağışıklık kazanılabilir. Borcun kaypak, karşıtlığı dayatan ilişkiler etiği nedeniyle, “borçlular” kaderlerini daha büyük bir eşitsizlik üzerinden anlatma ve anlama imkânı bulur.
Borçların tahsili için önce sermayedarlarının çoğu Avrupalı olan Osmanlı Bankası görevlendirilir, ardından II. Abdülhamid döneminde, Avrupalı finansörlerin baskısıyla, 1881’de bir tür denetleyici kurum olarak Düyûn-u Umûmiye-i Osmaniye Vâridat-ı Muhassasa İdaresi kurulur. Herhalde çoğumuz cumhuriyetin kuruluşundan sonra devletin hızla bu borçları ödediğinin, “yenik ve borç batağına saplanmış” Osmanlı’dan kalma “bu lekeyi nasıl temizlediğinin” görkemli hikâyesini hatırlarız.
Ancak, tam da bu “borçlandırma” anlatısı Osmanlı nefreti üzerine kurulu erken dönem cumhuriyet ideolojisinde bir gedik açar: Resmi tarihte ilerlemeye sırt çevirmiş ve imparatorluk saplantısına kapılmış olarak resmedilen Osmanlı’yı anlamaya, çöküşünü “başa gelen bir şey” olarak okumaya kapı aralar.
Zira, Osmanlı salt borçlu değildir, (Avrupalı sermayedarlar ve devletler eliyle) “borçlandırılmıştır.” Bu borçlandırılma ve devamında gelen “ulusal aşağılanma” hikâyesini Erdoğan’ın “IMF’ye borcu bitirdik” söyleminin altında yatan tarihsel altyapı olarak nitelendirmek pekâlâ mümkün.
Faiz bu anlamda “başa gelen” bir şeydir, kaçış yoktur, temas bulaşma demektir, o halde ona karşı ancak bağışıklık kazanılabilir. Borcun kaypak, ikiliği dayatan ve her zaman birbiri üzerine katlanan borçlu-alacaklı ilişkiler etiği nedeniyle, “borçlular” kaderlerini daha büyük bir eşitsizlik üzerinden anlatma ve anlama imkânı bulur. Faiz bu eşitsizliğin somut temsilidir.
Borçluluk yakından tanıdığımız bir dizi olumsuz duygu uyandıran bir durum olduğundan salt faiz ve borç üzerinden anlatılan küresel eşitsizlik artık finansal kalkınmaya dair bir bakış açısı da sunan güncellenmiş milliyetçilik anlatısıyla birleşince kitleleri devletin arkasında yedeklenmeye teşne hale getirir.
En önemlisi de borçluluk ve alacaklılık kaçınılmaz olarak tanıdığımız, bir dizi olumsuz duygu ve imaj uyandıran durumlar olduğundan salt faiz ve borç üzerinden anlamaya davet edildiğimiz küresel eşitsizlik artık finansal kalkınmaya dair bir bakış açısı da sunan güncellenmiş milliyetçilik anlatısıyla birleşince kitleleri devletin arkasında yedeklenmeye teşne hale getirir.
Duygulanımlar açısından “devlet borcu” tam da bu yüzden ilgi çekici bir konu, çok güçlü ve bir o kadar da karmaşık bir siyasi olgudur. Borç, dolayısıyla faiz, oldukça doğrudan ve kişisel bir eşitsizlik alanını yaratmaya muktedirdir. Borçluluk paradigması mücadele halindeki sayısız güçleri iki kutba indirgemeye müsait bir imgelem gücü barındırır.
Bu anlamda, borç kutuplaştırıcı etkisi, ete kemiğe büründürdüğü “biz ve ötekiler” ayrımı vasıtasıyla çoğu kez faşizan bir duygulanımsal güce sahiptir. Bu gücün en belirgin örneklerinden birini dünyayla indirgemeci bir ilişkilenme biçimi olarak “faiz lobisi” söyleminde, bu söylemin hangi dönemeçlerde devreye sokulduğunda ve gördüğü işlevde arayabiliriz.
Duygulanımlar dünyasından finansal gerçekler dünyasına
Türkiye ekonomisini “krizlere gebe” olarak tanımlayan AKP’nin ilk seçim bildirgesi tam da 2001 krizi sonrası modern bir finans piyasasının ve gerekli denetleyici kurumların acilen kurulması ve güçlendirilmesi gerektiğini öngörüyordu. Bu nedenle de bir dizi “yapısal reform” sıralayarak ancak bu yolla para politikalarında “istikrarın” sağlanabileceğini, Türkiye’nin on yıllardır içinde bulunduğu “borç-faiz kısır döngüsünün kırılacağını”[3] ve “sürdürülebilir bir borç yapısına ulaşılabileceğini”[4] iddia ediyordu.
Bu anlamda, bir önceki kuşak muhafazakâr siyasetin ekonomiye dair önemli kabullerinden olan faiz yasağının tersi istikamette bir politika yürütülmesinde ısrar ediyordu. Bir dizi yapısal reformla krizlerden kurtulacak Türkiye bizi dünya standartlarına ulaştıracak ve küresel piyasalara entegre olacaktı.
2001 krizi sonrası Kemal Derviş tarafından devreye sokulan “Türkiye’nin Güçlü Ekonomiye Geçiş Programı” ile AKP’nin 2002 itibarıyla ortaya koyduğu finansal gelişme söylemi arasında kayda değer farklılıklar olduğunu söylemek mümkün değil. Bu programların ikisi de finansal genişleme ve finansal içerilme politikalarını bir dizi özelleştirme hamlesiyle birlikte ekonominin toparlanması ve istikrar için elzem kabul ediyordu.
Bu açıdan, AKP’nin finansa dair söylemi Kemal Derviş’in Türkiye’ye uyarlanmış IMF politikalarının biraz “ayar çekilmiş”, daha “yerli ve milli”, finansal kalkınma odaklı ve krizlerden kurtulma umuduyla kendini meşrulaştıran bir versiyonu olarak nitelendirilebilir.
Osmanlı’yı çöküşe sürükleyen borca, çöküşün hayaletine dayanan, bu hayaleti 2001 krizi çerçevesinde yeniden dirilten milliyetçi duygulanımlar dünyasına referansla yeni finansal gelişim söylemi yaygınlaştı. Duygulanımlar dünyasından finansal gerçekler dünyasına geçtiğimizde bu yeni söylem bir zorunluluktu.
2005 sonrası dönemde oldukça yerleşik hale gelen finansal entegrasyona ve gelişmiş bankacılık sektörüne karşı bu hevesli yaklaşım bütün bu siyasi krizlerin ve yol ayrımlarının ekseninde, 2001 krizini kendine dayanak noktası haline getirerek kuruldu. Büyük ölçüde Osmanlı’yı çöküşe sürükleyen borca, çöküşün hayaletine dayanan, bu hayaleti 2001 krizi çerçevesinde yeniden dirilten milliyetçi duygulanımlar dünyasına referansla bu yeni finansal gelişim söylemi yaygınlaşabildi. Bu duygulanımlar dünyasından finansal gerçekler dünyasına geçtiğimizde ise faize ve finansa dair bu yeni söylemin bir zorunluluk olduğu açıkça görülüyor.
2000’lerin arifesinde küresel dinamikler 1997’deki Asya finansal krizinin ardından bir kez daha değişmişti. 2001 krizi sonrası ulusal finansal gelişmenin ve küresel piyasalara açılmanın eşlik etmediği bir toparlanma ve büyümeyi hayal etmek imkânsızdı. AKP’nin yenilikçileri de muhtemelen bu kabulle hareket ediyordu.
Erdoğan Milli Görüş’ten miras aldığı faizin eşitsizliğin en önemli göstergesi ve yeniden üretiminin başat nedeni olduğuna dair muhafazakâr ve popülist söylemi sürdürürken, işler arka planda çok farklı yürüyordu.
Borçlanma olanaklarını düşük gelirli hane halkına açacak yaygın borçlanma ekonomisini yerleştirme projesi yeni denetleyici kurum ve mekanizmalarının geliştirilmesi ve BDDK’nın güçlendirilmesi ile birlikte AKP’nin gündemindeydi. Uzun vadede bu politikayı “zaruri” ve hatta “kalkınmacı” olarak sunacak diğer politikaların zemini de hazırlanıyordu.
Diyanet: Zaruretler haramı mubah kılar
2001 krizi esnasında yüzde 60’lara çıkan faiz oranları 2001’in ikinci yarısından itibaren tam gaz yürütülen politikalarla 2003’te yüzde 20’lere kadar gerilemişti. Ama AKP için bu yeterli değildi. 2003’te Erdoğan’ın Merkez Bankası’na yaptığı ilk uyarı tam da bu sınıra işaret eder: Erdoğan MB’nin açtığı 450 milyon dolarlık döviz ihalesinin ardından artan faiz oranlarına müdahale edilmesi ve aşağıya çekilmesi gerektiğini dile getiriyordu. Bu söylem müteakip yıllarda gündelik popülizmin vazgeçilmezi haline gelecekti.
Faize karşı bu yeni siyasi tutumu Diyanet de hemen benimsedi ve finansa dair yeni ahlâki tutumun şekillenmesine önayak oldu. Diyanet’ten tarihinde belki de ilk defa faizin ve faizli kredilerin belli durumlarda caiz olduğuna dair peşpeşe açıklamalar, hatta fetvalar gelmeye başladı. Türkiye ekonomisinin geniş çaplı finansallaşma sürecine Diyanet’in katkısı görmezden gelinemeyecek bir seviyede oldu.
Diyanet finansa dair yeni ahlâki tutumun şekillenmesine önayak oldu. 2007’den itibaren faizli kredilerin belli durumlarda caiz olduğuna dair peşpeşe açıklamalar, fetvalar gelmeye başladı. Türkiye’nin finansallaşma sürecine Diyanet’in katkısı görmezden gelinemeyecek seviyede oldu.
AKP’nin 2007 sonrası döneminde Diyanet böylesi yol ayrımlarında etkili bir biçimde ahlâki söylem üreten ve rıza üretmeye yardım eden bir kurum haline geldi. Diyanet’in tavır değişikliği ve borçlanma olanaklarının dar gelirli nüfusa açılması sonrası çekirdek aileye yüklenen yeni anlamın finansal içerilme politikaları açısından ne ifade ettiğine bir örnek üzerinden yakından bakalım.[5] Bu örnekle dikkat çekmek istediğim nokta Diyanet’in “ahlâk-bükücü” rolünden ziyade çekirdek ailenin bu yeni ahlaki söylemin nasıl odak noktası haline getirildiği, aileye ne ölçüde bir sorumluluk yüklendiği, borçluluğun “aile babalığı”, “zaruri ailevi ihtiyaçlar” gibi popülist anlamlarla, ataerkil duygular rejimiyle nasıl donatıldığı.
“Ticari ve İktisadi Hayat Kaynaklı Dini Problemler” Diyanet’e bağlı Din İşleri Yüksek Kurulu tarafından 2007’de ikincisi düzenlenen Güncel Meseleler Üzerine İstişare toplantısında tartışılması hedeflenen dört ana başlıktan biriydi. Toplantının Diyanet Yayınları tarafından 2009’da basılmış kayıtlarından bir dizi tartışmanın iç içe geçtiğini görüyoruz.
Tartışmaların kesiştiği iki ana başlık ortaya çıkıyor. İlki, katılım bankacılığının meşruluğu, ona bağlı faizsiz işlem iddialarının tartışmaya açılması ve toplantı sonunda katılım bankacılığına karşı oldukça eleştirel bir tavır alınması. İkincisi ise faiz ve Kuran’da faizli işlemleri tanımlamak için geçen “ribâ”nın[6] birbirinden ayrıştırılarak “zaruri durumlarda” faizle işlem yapan bankalardan kredi alınmasının meşru ve caiz kabul edilmesi.
Toplantıda ilahiyatçı katılımcıların sıklıkla vurguladığı gibi, eğer faiz en basit anlamıyla para üzerinden, paranın zamanla değer kazanması yoluyla kâr elde etmek anlamına geliyorsa ve Kuran’da yasaklanan esasen buysa, bu iki benzer işlemi birbirinden nasıl ayırabileceğiz? Eğer ayıramıyorsak, katılım bankalarının faizsiz işlem iddiaları göz boyamaktan mı ibaret?
Bu sorular ekseninde dönen toplantının ilk yarısında en önemli tartışmalardan biri küresel finans sektörüne karşı bir alternatifin mümkün olup olmadığı. Katılım bankacılığı modeline getirilen bütün sert eleştirilere, katılım bankacılığı denince akla gelen ilk isim olan Albaraka Türk’ün Genel Müdürü Fahrettin Yahşi cevap vermek zorunda kalıyor ve hatta konuşmasının sonunda modern finans kurumlarına ve kredi modellerine ihtiyaç olduğunu, “tek başına katılım bankacılığının Müslümanların finansal ihtiyaçlarını karşılamaya yeterli olmadığını” söylüyor.
Oturumun ikinci bölümündeyse, tartışma faizle çalışan bankalardan alınacak kredilerin, özellikle de ihtiyaç kredisinin caiz olup olmadığı etrafında dönüyor. Alternatifin olmadığı ve faiz yasağının yeniden yorumlanması gerekliliği genel kabul gördükten sonra, sıra hangi durumlarda faizle işlem yapılabileceğini tanımlamaya geliyor.
Burada en sık başvurulan örnek Sahabeler döneminden, çoğumuzun “zaruretler haramı mubah kılar” diye hatırlayacağı hadis. Basit bir örnekle anlatacak olursak, eğer çölde susuzluktan ölmek üzereysek ve bulabildiğimiz tek içecek şarap ise o şarabı içmek sadece caiz değildir, şarabı içmeye mecburuzdur, çünkü her şeyden evvel bize buyurulan şey hayatta kalmaktır.
İhtiyaç kredisine ve “ihtiyaç sahibi”ne bakış açısı bu “hayat-memat” ikilemine indirgenmiş örnekle özetlenebilir. Bu anlamda, “ihtiyaç sahibi Müslümanın, özellikle de ailesinin zaruri ihtiyaçları söz konusu olduğunda” kredi alması caizdir. Her zaruret durumunun özgün olduğu ve özel olarak değerlendirilmesi gerektiği de Diyanet profesörleri tarafından belirtiliyor.
Bu yorumlar devletin genel politikası olarak düşük faizi arzulayan siyasi söylem ile Diyanet’in “ihtiyaç sahibi aile (babası)” vurgusu arasındaki paralelliği ve düşük faizli kolay kredilere dayanan borç ekonomisinin özellikle işçi sınıfı aileler açısından anlamını ortaya koyuyor.
Konut ve otomobil fetvaları
Yine aynı dönem, Din İşleri Yüksek Kurulu üyelerinden Saim Yeprem 2007’de ihtiyaç, ev ve araç kredilerine dair, basında “fetva” olarak yer alan bir açıklama yayınlıyor: “Konut ve otomobil temel ihtiyaçtır. Kredi almadan ev sahibi olunamıyorsa faizli kredi kullanımında dinen bir sakınca yoktur.”[7]
Haber şöyle devam ediyor: “İhtiyaç ve teşvik kredilerine de onay verdiklerini anlatan Yeprem, bu konudaki bakış açılarının İslam’ın temel kurallarından olan ‘zaruretler haramı mubah kılar’ hükmü olduğunu söyledi.” Yeprem ardından Osmanlı döneminde de böylesi durumlarda faizle borç almanın caiz olduğuna dair fetvalar yayınlandığını belirtilerek örnekler sıralıyor.
Erdoğan’ın “düşük faiz, düşük enflasyon” söylemiyle taçlandırdığı 2015 sonrasında ise işler daha da ilginçleşiyor. Yeprem’in söyleminin bir başka versiyonu Diyanet tarafından 2020 Ocak’ta yayınlandı. “Sosyal Konut Fetvası” olarak bilinen açıklama şöyle:
“Kalkınmaya yardım eden düşük faiz” söylemiyle dar gelirli haneler borçlandırılırken borçluluk “aile babalığı”, “zaruri ailevi ihtiyaçlar” gibi popülist anlamlarla, ataerkil duygular rejimiyle donatıldı.
“İslâm’da faiz, kesin olarak haram kılınmıştır. Bir zaruret bulunmadıkça faiz almak da vermek de caiz değildir. İş kurmak veya genişletmek, ev, araba satın almak üzere kişi, kuruluş veya bankalardan alınan faizli krediler de bu kapsamdadır ve caiz değildir. TOKİ aracılığıyla devreye alınan son uygulama ise devletin, alt veya orta gelirli vatandaşlarına yönelik ürettiği bir sosyal konut projesidir. Bu projede, peşinat haricindeki tutar, kamu bankaları vasıtasıyla kredilendirilmekte olup devletin söz konusu borçlandırmadaki amacı, faiz geliri elde etmek değil, aksine ödeme güçlüğü içindeki vatandaşlarının ev sahibi olmalarına yardımcı olmaktır. Bu itibarla, devlet TOKİ’nin bu uygulamasında başka bir yolla konut alma imkânı tanımadığından, belirtilen niyet ve amaçlar doğrultusunda söz konusu projeden yararlanmak caizdir.”[8]
Bu açıklamanın bütün çelişkileriyle birlikte çarpıcı bir şekilde ortaya koyduğu üzere, günümüz Türkiye’sinde faiz ve faizli borcun her türlüsü dini olarak yasak değil, bilakis alt ve orta gelirli vatandaşlar devletin ve Diyanet’in onayıyla, bankalar ve TOKİ aracılığıyla borçlanmaya teşvik ediliyor.
Bunun ötesinde, devletiniz size miras beklemeden, kimseye boyun eğmeden ve kimsenin (özellikle de yakınlarınızın) aşağılamasına maruz kalmadan borçlanma ve bu yolla mülk edinme olanağı sunuyor. Kabaca tarif ettiğim bu yeni devlet-vatandaş ilişkisi AKP’nin dar gelirli seçmenle kurduğu bağda çok merkezi bir yere oturuyor.[9]
Borçlandırarak içerme arzusu
Öte yandan, çok kısa bir süre konuşulup rafa kaldırılmış olsa da hatırlatmakta yarar var, Barış Süreci görüşmeleri sırasında “PKK gerillalarının topluma kazandırılması” için AKP’nin önerdiği başlıca projelerden biri de yine borçlandırmaya dayanıyordu.
Geri çekilme sürecinde kentlere dönecek gerillaların bir girişimcilik eğitimi programının ardından verilecek düşük faizli kredilerle topluma faydalı girişimcilere dönüştürülmesi öngörülüyordu. AKP’nin barış anlayışı da temelde finansallaşma ve borçlandırma yoluyla belli tip özneler yaratmayı amaçlayan bir “içerme” arzusundan ibaretti.[10]
Pandemi dönemindeki destek politikalarını hatırlayacak olursak, devletin nasıl da borçlanma imkânı sağlamayı neredeyse vatandaşını güçlendirecek bir sosyal yardım politikası olarak resmettiğini de açıklıkla görüyoruz. Biz Bize Yeteriz kampanyasıyla iban üzerinden yardım toplayıp yardımları “ihtiyaç sahibi” vatandaşlara aktarmak dışında, hemen her “yardım” düşük faizli ve ödeme ertelemeli “destek kredileri” dağıtılmasından ibaretti.
Barış Süreci sırasında “PKK’lıların topluma kazandırılması” için AKP’nin önerdiği başlıca projelerden biri yine borçlandırmaya dayanıyordu. Kentlere dönecek gerillaların girişimcilik eğitiminin ardından verilecek düşük faizli kredilerle topluma faydalı girişimcilere dönüştürülmesi öngörülüyordu.
Bunun sonucunda, sadece pandeminin ilk düzlüğünde, yani 2020 Nisan ayı boyunca, kredi piyasası 6 milyar TL genişleyerek en hızlı büyüyen sektör oldu. Yine aynı dönemde, son yıllarda iyice siyasallaşmış bir kurum haline gelen BDDK’ın öncülüğünde militarist bir üslupla “Finansal İstikrar Kalkanı” diye adlandırılan proje kapsamında, özel bankalar defalarca uyarıldı, dönemin Hazine ve Maliye Bakanı Berat Albayrak özel bankalara kamu bankalarını örnek alarak “faizleri düşürmelerini, vatandaşa bu dönemde borç kapılarını kapatmamalarını” öğütledi.
Albayrak birkaç ay sonra ise söylemini sertleştirerek, “gözünü kâr hırsı bürümüş” özel bankacılık sektörünü zor durumdakilere kredi vermeyi reddederek “milleti ihtiyaç ânında yalnız bırakmakla” suçladı. Bu süreçte vatandaşın kredi vermeyen bankaları devlete şikâyet etmesinin yolu açıldı ve birçok kişi BDDK’ya şikâyette bulundu. Temmuz 2020 itibarıyla, sekiz özel banka uyarıları görmezden gelmeleri nedeniyle toplam 350 milyon lira cezaya çarptırıldı. “Ulusal finansal dayanışma ve bağışıklık” pandemi Türkiye’sinin, en azından AKP’yi destekleyen medya ve seçmen nezdinde, önemli siyasi söylemlerinden biri haline geldi.
Bütün bu borç, faiz ve egemenlik ekseni Erdoğan’ın elini uluslararası ölçekte de güçlendiren ve hatta “Müslümanların emperyalizme karşı savaşan neferi” olma projesini sürdürmesini sağlayan bir araç haline geldi. Erdoğan salt küresel finans sistemine karşı savaş anlatısıyla borçlanmanın duygulanımsal gücünü artan milliyetçiliğin temel dayanağı haline getirmeyi ve bu sayede uluslararası alanda kendisine antiemperyalist bir aktör olarak destek toplamayı başardı.
“Alternatif Finansta Yeni Ufuklar” programı için 2018’deki konuşmasının başlangıcında, Erdoğan 2008 krizini örnek gösterip temelde ABD ve Avrupa’yı suçluyor, küresel finansı bir “hükümranlık rejimi” olarak tanımlıyordu. Konuşma boyunca küresel hükümranlıktan sıyrılmak, Türkiye’ye yönelik “ekonomiyi havaya uçurmayı hedefleyen” saldırıları bertaraf etmek için alternatif finans modellerine yönelmenin elzem olduğunu tekrarlıyordu.
Dahası, bu hamlenin salt savunmaya yönelik yeni bir kalkınma projesi olmadığı, “bölgedeki diğer Müslüman ülkelere öncülük etmesi beklendiği ve İstanbul’u alternatif finansın merkezi haline getireceği” de varsayılıyordu.
Borçlular cehennemi
AKP iktidarının ilk on yılını dayandırdığı ve cumhuriyetin kuruluş dönemindeki söylemleri bir anlamda yeniden dirilten “IMF’ye (ya da batıya) borcu bitirdik” söylemi bugün eski işlevini sürdüremese de küresel finans ve borç üzerinden bakınca karşımızda hâlâ karşıtlık üzerinden resmedilen bir dünya var. Bugün toplam dış borç 450 milyar dolara ulaşmış durumda. Üstelik alışıldık borçluluğun yanı sıra 2006 sonrası sürekli artan hanehalkı borçlanması sürdürülemez bir noktaya ulaşmış durumda.
Son dönem Marksist araştırmacılar[11] finansın bu açıdan oldukça tehlikeli ikili bir siyasi işlevi olduğuna, borcun hem küresel hem de yerel ölçekte ilksel birikimi mümkün hale getirdiğine işaret ediyor.
Erdoğan’ın “faiz lobisi” söylemiyle “kan emici” diye nitelendirdiği küresel finans piyasaları ve birikim modellerinin yanı sıra, hane halkının yaygın şekilde kredi piyasasına dahil edilmesiyle finansal içerilme politikaları yerel ölçekte de kapitalizmin temel el koyma ve birikim araçlarından biri haline geldi.
Son dönemde, bankaların kredileri durdurma ve faiz artırma yoluna gitmesi sonrası birçok vatandaş çareyi esnafa belli bir komisyon vererek kredi kartlarından dolaylı olarak nakit avans çekmekte buldu. Borcun borçla döndüğü bu evrende artık nakit paraya ancak bu şekilde erişilebiliyor.
Böylesi finansallaşmış bir dünyada kitleleri yönetebilmenin temel yöntemi borçlanma olanaklarını, faiz oranlarını, kredi sözleşmelerinin maddelerini kontrol etmekten geçiyor. Seçimin ikinci turu öncesinde nakit avans işlemlerinin durdurulmasının ve tüketici kredilerinin sınırlandırılmasının yarattığı paniği ve hemen ardından gelen hükümet müdahalesini bu gerçeğin en güncel kanıtı olarak okumak mümkün.
BDDK’nın Aralık 2022’de yayınladığı verilere göre, tüketici kredileri yaklaşık 1 trilyon 85 milyar liraya ulaştı. En büyük kalem 674,8 milyar lira ile yine ihtiyaç kredileri oldu. BDDK ve Merkez Bankası’nın son düzenlemeleri her ne kadar faiz oranlarını düşük tutmak ve bu sayede dar gelirli kesimlere “kredi musluğunu kapatmamak” için bankaları zorlamayı hedeflediyse de görünen o ki, işler beklendiği gibi yürümüyor.
Bu düzenlemeler sonrası düşen kârlılık oranları nedeniyle bireysel kredi hacimlerini düşürmeyi hedefleyen özel bankalar ya kredi vermeyi tamamıyla bıraktı ya da iki seçim arasında aniden faiz oranlarını iki katına kadar çıkardı. Kamu bankalarının ise dayatılan faiz oranlarıyla daha ne kadar kredi verebileceğini bilmiyoruz, ama durumun orta vadede sürdürülemeyeceği kesin.
Yine de son 15 yılda öngörülenin ötesinde büyümüş bir kredi piyasası ve bankacılık sektörüyle karşı karşıyayız. Pandemi boyunca ve hızını kesmeyen kriz koşullarında dahi bankacılık sektörü kârlarını katlanarak artırdı. Kârlılık oranları salt 2022’de bir önceki yıla göre yüzde 366 arttı. Dolayısıyla, kredileri bir süre için durdurma kararlarının altında yatan neden hükümetin baskıcı kredi piyasası politikalarına bir ölçüde de olsa direnmeye çalışmaktan ibaret.
Günümüz Türkiye’si artık bir borçlular cehennemi. Türkiye’de finans bu yüzden kaçınılmaz bir şekilde sınıf mücadelesinin de temel başlıklarından biri haline geldi ve daha uzun süre de böyle kalacak. Şirketler, hatta sendikalar maaş bankası anlaşmalarını yaparken banka promosyonlarıyla ilgili taleplerini müzakere etmek, çalışanları için daha kolay borçlanma olanakları (kredi kartları, düşük faizli krediler ve daha az işlem ücreti vs.) sağlamak zorundalar.
Borçlanmanın bin türlü farklı devlet aygıtı yoluyla teşvik edildiği, caiz ve hatta zaruri kabul edildiği bir ortamda, bir “aile babasının” borçlanma cesareti gösterip gösteremediği üzerinden değerlendirildiği bir cehennemde artan hane halkı borçluluğu aile dediğimiz alana yeni gerilimler ve fay hatları yüklüyor.
1990’ların sonunda kredi kartı borcunu ödeyemediği için intihar eden genç “aile babası” erkeklerin yerini bugün düşük maaşlı ve birden fazla bankaya ihtiyaç kredisi borcu bulunan, temel kavgası borcu sürdürebilmek olan yeni bir kuşak aldı. Tam da bu nedenle istikrar söylemi gündelik hayatta ciddi bir karşılık bulabiliyor.
Yoğun borç yükü altında, kuracağı en küçük hayal bile yeni borçlanmalarla mümkün olan, düzenli ve maaşlı çalışan ama birikim yapma imkânı enflasyonla birlikte imkânsızlaştırılan işçi sınıfı için bu cehennem ne kadar daha sürecek? Sonu gelmeyen borçlar içinde, çekirdek ailenin hırpalayıcı ahlâki rejiminde herkesin payına derin bir yetersizlik hissi, sıkışmışlık, çaresizlik, kin ve öfke düşüyor.
[1] Özgür Demirtaş ve başka birçok liberal ekonomistin vurguladığı gibi, düşük faiz politikasının pratikte ne kadar uygulandığı ve potansiyel borçlular için olumlu bir etkisi olup olmadığı oldukça tartışmalı bir mevzu. Ama yazıda altını çizmek istediğim asıl mesele “düşük faiz” söyleminin Erdoğan tarafından farklı anlarda nasıl harekete geçirilebilen etkili bir siyasi araç haline geldiği. Bu yüzden düşük faiz politikasının reel ekonomideki işleyişine dair tartışmayı bu çerçeveyle sınırlandırıyorum. Erdoğan’ın düşük faiz söylemi iyi faiz/kötü faiz ve iyi borç/kötü borç ayrımlarına gitmeyi mümkün kıldığı ve bu açıdan ulusal finansal politikalara kitlesel rıza örgütlemeye yaradığı için önemli.
[2] Bu konuyla ilgili daha detaylı analizler için Edhem Eldem’in makalesine bakılabilir: Ottoman financial integration with Europe: foreign loans, the Ottoman Bank and the Ottoman public debt. European Review, 13(3), 431-445.
[3] AKP seçim bildirgesi, 2002, s. 36. Şu adresten ulaşılabilir: https://www.akparti.org.tr/media/318780/3-kasim-2002-genel-secimleri-secim-beyannamesi-sayfalar.pdf
[4] AKP seçim bildirgesi, 2002, s.44
[5] Yazının bu kısmını Boğaziçi Üniversitesi Sosyoloji Bölümü’nde 2016’da tamamladığım yüksek lisans tezimden aldım.
[6] Bu anlamda ribâ ile faiz arasında yapılan ayrım çağa uygunluğun ve yeniden yorumlama ihtiyacının bir kez daha altını çiziyor.
[7] http://arsiv.sabah.com.tr/2007/03/14/eko107.html
[8] https://kurul.diyanet.gov.tr/Cevap-Ara/38340/toplu-konut-idaresi–toki–tarafindan-uygulanan-sosyal-konut-projesinin-dini-hukmu-nedir-?enc=QisAbR4bAkZg1HImMxXRn2t8ij%2beDtMkJdRGirgyeb8%3d
[9] Alıntıladığım ikinci fetvada göze çarpan başka bir vurgu da “kamu bankaları”: Ekonomik anlamda işlerin karışmaya başlayıp Tayyip Erdoğan’ın artan bir sıklıkla yeniden “faiz lobisi” söylemine başvurduğu 2015 sonrasında kamu bankaları adeta finans sektörünün dışında, faizli işlem yapmayan, kâr amacı gütmeyen ve salt “milletin ve vatandaşların çıkarları için çalışan” kurumlar olarak tasvir edilmeye başlandı.
[10] Çok aramama rağmen bununla ilgili burada alıntılayacağım bir haber kaynağı bulamadım, elimdeki link de artık çalışmıyor; muhtemelen barış süreci sonunda ilgili haberler hızlıca ortadan kaldırıldı.
[11] Joseph Vogl’un henüz Türkçeye çevrilmemiş The Asdendancy of Finance (Finans Hakimiyeti) isimli kitabı (Polity Yayınları, 2017) bu tartışmalara giriş için çok iyi bir kaynak.