1991’den 2002’ye 24 sayı çıkan Türkiye’nin ilk fanzini Mondo Trasho’nun hikâyesiyle başlayalım.
Esat Cavit Başak: Genellikle Deniz Pınar’ın Narmanlı Han’daki dükkânında (De-Tone) toparlıyorduk sayfaları ve muhabbeti. ‘91-’92 arası aylık ve gayet düzenli çıktı Mondo Trasho, sonra da kafasına estiğince. Mondo’su sabit kalıp bir konu ya da bir kavram etrafında dönen sayılar da oldu: Mondo Atropo, Mondo Akinetono, Mondo Arkıno (Cüneyt Arkın ve filmleri), Çöplük Dünya, Mondo Porno, Mondo Pyro ve Mondo Desparado… Mondo Desparado, tek sayfa, A3 olarak bir afişti. Western çizgi romanlarında bir kare olur, kahraman birinci kattan camı kırıp aşağıdaki atına atlar. Aradaki katı fotokopiyle çoğaltıp gökdelen yapmıştım. Kahraman yirminci kattan atlıyordu atına. Mondo’ların galiba sonuncusudur –madde suistimali dönemimin zirve yaptığı zamanlardan. O ata atlayan bendim.
Söylemeyi tasarladığın şeyi sözcüklerle ifade edebilmek çok zorlu bir konu. Tüm cevaplarımı “görsel” olarak oluşturmak isterdim, kaynakları belirsiz devasa bir kolaj olarak yani.
Fanzin bir örgütlenme biçimidir diyebilir miyiz?
Evet, fanzin bir örgütlenme biçimidir ve bu bir teori değildir. Pratiğinin ve sonuçlarının gözler önünde olduğu, birbirinden farklı, bambaşka kolektifleri birleştiren, onları besleyen bir koca gerçeklik. Metal fanzini olarak yola çıkıp kendi altkültürünü oluşturan Laneth, Antalya tayfası anarşist arkadaşların çıkardığı Coelacanth, Serhat’ın (Köksal) müthiş projesi 2/5BZ’nin “yayın organı” Gözel ve İzmir tayfasından Girdap’ın farklı isimler altında, dişiyle tırnağıyla on seneyi aşkın sürdürdüğü fotokopi maceraları aklıma ilk gelenler.
Söz, ses ve imgeyi, kuramı, fantastik kurguyu, fantezi müziği, sıradanlığı ve aşkınlığı, angajmanı, esrikliği, pornoyu ve popu birbiriyle çarpıştırıyorsun. Ortaya çıkan etkiyi nasıl değerlendirmeli? Bir strateji olarak, göstermek ve görünür kılmak hakkında ne düşünüyorsun?
Rudolf Arnheim’ın “soyutlama” üzerine yazdığı bir makaleden alıntıyla cevaplamaya çalışayım: “Kayıp bir kol saati, onu unutan sahibinin bir soyutlaması değildir. Ama Nagazaki’de, atom bombasının patladığı tepede kurulmuş küçük bir müzede bulunan eski model, bozuk duvar, kol ve masa saatleri sergisi, ziyaretçilerin kalp atışlarını durduran bir soyutlamadır. Bütün saatler 11:02’de durmuştur ve hep birlikte zamanın böyle aniden sonuna varmak, masum günlük eylemin ölümü, aynı müzede sergilenen dehşet fotoğraflarının aktardığından çok daha güçlü bir deneyim yakınlığını iletmektedir. Olayın temel veçhesi, olayın kendisini akla getirmektedir.”
Gezi’de sokağın fanzin gibi işlediğini gördük. En doyurucu hazların sürpriz olanlar, tasarlanamayacak olanlar olduğunu gördük. Deneyimden bir şeyler öğrenmek, ihtiyacımızı dünyada yaşamakla bağdaşır kılmanın yollarını bulmak anlamına gelir.
Görsel algının görsel düşünme ile aynı şey olduğuna iyi bir örnek bu. Söylemeyi tasarladığın şeyi sözcüklerle ifade edebilmek çok zorlu bir konu. Tüm sorularını “görsel” olarak cevaplandırmak isterdim. Bu konuda daha başarılı ya da daha anlaşılır olacağımı düşünmek bana garip gelmiyor. Evet, “bir strateji olarak göstermek ve görünür kılmak” olarak çerçevelediğin bir yöntem peşindeyim. The Transformers çizgi roman ve filmindeki kurgu karakterlerden biri, Pontiac Firebird ile Volkswagen Beetle hibriti Bumblebee adlı bir Autobot’tur ve panelindeki otoradyosu aracılığıyla insanlarla “konuşur”. Ama bu konuşma radyoda yayınlanan seslerin bir cut-up’ı, kolajı olarak gerçekleşir. Maceraları sırasında kullandığı mottolarından birini, “Actions speak louder than words”ü (Eylemler sözlerden daha yüksek sesle konuşur) söyleyebilmek için üç ayrı istasyondan yayınlanan üç ayrı sesi kolajlamak zorundadır. Bir şarkıda geçen “Actions speak”, bir spikerin kullandığı “louder”, bir reklamda geçen “than words” gibi. Bu benim görsel bir iş yaparken kullandığım teknikle tıpatıp örtüşüyor ve zaten standart bir kolaj da tam olarak böyle oluşur. Tüm cevaplarımı tam da böyle oluşturmak isterdim, kaynakları belirsiz devasa bir kolaj olarak yani.
Gezi’de sokağın fanzin gibi işlediğini görmüştük. Gezi’den aklında ne kaldı?
Cevap sorunun içinde. Tam olarak katılıyorum: Kısa devre ile ve kısa vade için de olsa sokağın fanzin gibi işlediğini gördük. Herkesin elinden geleni yaptığını –ki bu “herkes”e, oradaki özgürlükçü ortama standart dikta şiddetiyle karşılık veren Erdoğan ve yancıları da dahil–, mizahın, ironinin ve eylemin “ülke genelinde” sokağa ilk defa bu kadar uygulamalı ve içten döküldüğünü, bastırılanın tekmesinin ne kadar güçlü, yıllardır sistematik olarak uygulanan faşist şiddetin aslında ne kadar zavallı olduğunu, pasif olduğu varsayılan bir çoğunluğun nasıl harekete geçebileceğini, sosyal medya ve alternatif iletişim yollarının nasıl farklı amaçlar için kullanılabileceğini deneyimledik. En doyurucu hazların sürpriz olanlar, tasarlanamayacak olanlar olduğunu gördük. Deneyimden bir şeyler öğrenmek, ihtiyacımızı dünyada yaşamakla bağdaşır kılmanın yollarını bulmak anlamına gelir. Sadece kolektif ihtiyaçlarımızın bile ne kadar basit, ulaşılabilir olduğunu görmek, buna karşılık her türlü faşist-kapitalist uygulamanın ne denli pespaye olduğunu gözlemlemek çok güzeldi. Devletin ve baskı kurumlarının ne kadar kırılgan olduğu gördük.
Bir Fransisken papazın 1500’lerdeki günlüğü gibi: “Hava kirli, insanlar güce tapıyor, herkes birbirinin kuyusu kazıyor.” Hepsinin özeti ve Ece Ayhan’cası şu galiba: “Sorun eskidir kardeşler, yeni hiç değildir.”
Sanat alanında herkes muhalif, politik, eleştirel, anti-kapitalist. Buna karşın üretim ve iletişimde egemen kurumsal tavırlara alternatif geliştirme riskini alan çok az. Nasıl açıklamalı bunu?
“Her şeyin fiyatını bilirler, hiçbir şeyin değerini bilmezler.” Oscar Wilde’ın sinizm üzerine bu sözü yüz küsur sene önce söylemiş olması hiç farketmiyor, hâlâ güncel. Tıpkı, yazıldığı tarih not düşülmese geçen hafta yazılmış gibi duran bir Fransisken papazın 1500’lerdeki günlüğü gibi: “Hava kirli, insanlar güce tapıyor, herkes birbirinin kuyusu kazıyor.” Hepsinin özeti ve Ece Ayhan’cası şu galiba: “Sorun eskidir kardeşler, yeni hiç değildir.” O kurumlar varlıklarını sürdürdüğü sürece kapılarında sıraya girecekler de olacaktır, onların ve kuyruklarının işlevlerini, geçerliliklerini sorgulayanlar da. Bu kurumlar dışında tutarlı iş üretilebileceğini, daima yeni bir iletişim yöntemi bulunabileceğini, sürekli olarak üretimde ve dolaşımda olarak gösterebilmeliyiz. Büyük sıkıntı dönemlerinin sonunda yeni kavramlar, yeni yöntemler kendiliğinden ortaya çıkıyor; “uygulamalı” Kaczynski’den (Unabomber) pasifist-anarşist Zerzan’a…
“Acil bir hayat tasarımı” diyorsun bir söyleşide. Seninki nasıl bir tasarım?
İzmir ve çevresinde yaşıyorum. Çandarlı, Dikili, o taraflara kaydım. Kişisel sebepler, ekonomik sebepler, başka sebepler, zaten bir yerden sonra hepsi iç içe giriyor, tek bir sebep oluyor. Hareket halinde olmak bana hep iyi geldi, geliyor. Posta adresim değişiyor, ama elektronik posta adresim sabit. Ulaşım aracı olarak bisiklet, posta olarak mail kullanmak fena fikirler değil. İkisinin de hızı yeterli. “Macera” kısmı ise en eğlenceli olanı.
“Ellerinde ‘Portakal orada kal’, ‘Faşist Hollanda’ yazılı dövizleri taşıyıp ‘Evet’ yazılı tişörtler giyen gençler yanlarında getirdikleri portakalları sıkarak suyunu içti. Grup Hollanda polisinin atom bombası attığını iddia etti! Şaka gibisin T.C.” Bu tür haberlerin ülkesinde “saçma” kavramının felsefi değeri, ironinin politik etkisi nasıl savunulur?
Bir devlet, bir din ya da herhangi bir kurum mitine göre yaşamak, sokak ağzıyla söyleyeyim, “çok sakat”. Devasa bir yalan hamuru içinde, ilerleme mitinin kaçınılmaz olduğu kabul ettirilmiş bir toplumla yoğruluyoruz. Bir yanda, yedeğinde yüzlerce kötülük saklayan, istediği gibi kesip biçebileceği, her duruma uyarlanabilen bir inanç sistemi ile donanmış devlet, diğer yanda, “milli hassasiyetleri” jonglör ustalığıyla çeviren, Yunanca “poli” çok, “tika” yüz anlamında kullanılan iki kelimenin yan yana getirilmesiyle oluşan kavramın has Türkçesini uygulayan bir “Reis”. Uydurma bir tarihe sarılıp “refah” düşleri kurmak! Devlet eliyle cinayetin, idamın propagandasını yapmak, inanç sömürmek, ataerkil, erkek egemen bir sistemi savunmak, sıraladıkça çoğalan bir acayip sıkıntılar kümesi. “Hep ileriye ve geriye bakarız’” diye yazmıştı Shelley, “var olmayan için iç çekip durarak”. Hakikaten de dev bir şakanın içinde gibi değil miyiz? Ancak, tüm bu olumsuzlamalara karşın, statükoyu sorgulamalıyız. Hangi şart altında olursa olsun, yalnızca kendi dilimizce “saçma kavramına felsefi değerini” ve “ironinin politik etkisini” verebileceğimize inanıyorum.