İki yıldır tutuklu olan Diyarbakır Büyükşehir Belediye eşbaşkanı Gültan Kışanak’ın kendisi gibi hapsedilen Kürt ve sosyalist kadın siyasetçilerle yaptığı söyleşiler Kürt Siyasetinin Mor Rengi ismiyle kitaplaştı. Aysel Tuğluk, Burcu Çelik Özkan, Çağlar Demirel, Diba Keskin, Dilek Hatipoğlu, Edibe Şahin, Evin Keve, Fatma Doğan, Figen Yüksekdağ, Gülser Yıldırım, Leyla Güven, Mukaddes Kubilay, Nurhayat Altun, Sara Kaya, Sadiye Süer Baran, Sebahat Tuncel, Selma Irmak, Servin Karakoç, Yıldız Çetin, Zeynep Han Bingöl ve Zeynep Sipçik’in mücadele deneyimlerini aktaran Kışanak’a Kürt Siyasetinin Mor Rengi’ne ilişkin sorularımızı ilettik, aşağıdaki cevapları aldık…
Kürt Siyasetinin Mor Rengi’nde kadınların Türkiye ve Kürt siyasetindeki varlığını, giderek artan etkisini tartışıyorsunuz. Bu konuda çeşitli akademik çalışmalar, tezler, kitaplar olduğu halde, hapisteki Kürt kadın siyasetçiler olarak sizi böyle bir kitap hazırlamaya yönelten ne oldu?
Gültan Kışanak: Kürt kadınların nasıl bir mücadele vererek, hangi süreçlerden geçerek bugünlere geldiğine dair yazılı fazlaca kaynak yok. Çok şey yaşadık, çok mücadele ettik, çok deneyim ve tecrübe biriktirdik. Ama bütün bunları yazıya döküp kadınlarla, toplumla paylaşma, geleceğe devretme konusunda eksik kaldık. Belki başkaları bizim hakkımızda yazdı, ama bu deneyimi yaşayanlar olarak bizler yazmadık. Kürt Siyasetinin Mor Rengi’yle bu eksiği bir parça tamamlamaya çalıştık. Kadınların özellikle siyaset alanında kendilerine alan açması, kabul görmesi, erkek egemen zihniyete karşı mücadelesi dışarıdan göründüğü kadar kolay bir süreç değil. Son derece zorlu, büyük emek ve ustalık isteyen bir mücadele. Kadınların emeği, mücadelesi ve kazanımları görünür olsun istedik. 1990’lardan bu yana demokratik Kürt siyasetine emek vermiş kadınlar olarak bugün cezaevinde olmamız devlet denen mekanizmanın erkek egemen zihniyetin hamisi olduğu gerçeğini de çarpıcı bir şekilde gösteriyor. Kürt sorunu bir yönüyle de kadın özgürlük sorunudur. O nedenle, cezaevindeki kadınlar üzerinden Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesini anlatmak istedik. Böylece yaşadığımız sürece de bir cevap vermiş olduk. Ayrıca, kadınlara seslenerek “eril zihniyet pusuda, hiçbir şey bitmedi daha, mücadeleyi bırakırsak kazanımlarımız bir bir elimizden gider” mesajı vermenin önemli olduğunu düşündük.
Siyaset yapmanın, örgütlenmenin son derece kısıtlandığı bu dönem kadınların siyasete dahil olmasını nasıl etkiliyor?
Bir alanda daralma yaşandığında her zaman “ilk gözden çıkarılacaklar” listesi yapılır. Örneğin, enflasyon karşısında alınan ilk tedbir kadın ve çocuklar için yapılan harcamalarda kısıtlamaya gitmek, eğitim ve kültür harcamalarını düşürmek olur. Siyasette de alan daraldıkça, siyasetteki kadın sayısı ve etkisi azalır. Herhangi bir ilde tek milletvekili çıkarma imkânı varsa, orada çoğunlukla erkek aday gösterilir. Yüzde onluk seçim barajı da bu anlamda kadınların siyasete katılımını engelleyen bir etken. Biz bunları defalarca tecrübe ettik. Bir de kutuplaşan, küfürleşme düzeyine gerileyen siyaset daha çok “erkek işi” haline geliyor. Böyle bir ortamda kadınlar ya siyaset dışı kalıyor ya da “erkek tarzı siyasete” yenik düşülüp “erkek gibi” siyasetçi olunuyor. Kadınlar siyasete aktif bir şekilde dahil olup kadın dilini, kadın rengini, kadın bakış açısını yansıtmadıkları sürece otoriter, erkek egemen siyaset asla değişmez. Evet, bunun bedeli belki ağır oluyor, ama başka bir yolu da yok. Bu anlamda biz HDP’den seçilen kadın arkadaşlarımızın kadın bilinci ve cesaretiyle siyasette etkin olmalarını bekliyoruz.
Kitapta BDP ve geçmişteki diğer siyasi partiler içinde kadınların etkinliğiyle ilgili bazı önyargılardan örnekler veriyorsunuz. “Kadınlar bu işi yapamaz” türü önyargılar Kürt hareketi içinde ne kadar kırılabildi? Kendi partiniz içinde bu konuda yaşanan en ciddi sorun nedir?
Bu kitabın gereksiz bazı tartışmalara vesile olmasını, eleştirilerin ve tespitlerin kişiselleşmesini, siyaset ya da magazin malzemesi olmasını istemedik. O nedenle, hepimiz temkinli bir dille, genel değerlendirmeler yaparak parti içindeki erkek egemen yaklaşımları anlatmaya gayret ettik. Ortak mücadele platformu olan HDP deneyimine fazlaca girmedik. Daha çok Kürt kadınlar olarak yaşadıklarımız üzerinden değerlendirmeler yaptık. Kitabın tamamına bakıldığında Kürt siyasetinde de gelgitlerin yaşandığı dönemler görülecektir. Bence bizim partilerimizdeki en büyük eksiklik, teori ile pratik arasındaki farktı. Kadını ve erkeğiyle, herkes teorik olarak “kadın özgür olmadan toplum özgür olmaz” düsturuna inanıyordu demek abartılı olmaz. Pratikte ise geleneksel eril zihniyet kendini gösteriyordu. Ve her defasında bunun gerekçeleri hazırdı: “Kadınlar yeterli değil”, “toplumun beklentilerini dikkate almamız gerekir” vs. Erkek arkadaşlarımızın şu sorular üzerinden kendilerini sorguladıkları pek söylenemez: “Acaba egemen mi davrandım? Özgüven kırılmasına neden oldum mu? Kadının kendini ifade etmesine yeterince fırsat tanıdım mı? Toplumsal cinsiyet ayrımcılığının aşılması için ben ne yapabilirim?” Kadın özgürlüğü toplumsal bir mesele değil de sadece kadınların sorunuymuş gibi düşünülüyor. Elbette haksızlık yapmak da istemem. Belki biz kadınlar da erkeklere yeterince sorumluluk yüklemedik ya da kendimizi biraz geride tuttuk. Siyaset toplumdaki cinsiyetçi yargıların baskısı altında olan bir alan. Çünkü halktan oy/onay alman gerekiyor. Bir toplum demokratikleşme anlamında ne kadar ilerlerse, siyasete de bu o oranda yansır. Fakat tersi de geçerli. Toplumdaki cinsiyet ayrımcılığını ortadan kaldırmak için siyaset ne kadar mücadele etmişse, toplumsal dönüşüm de o kadar hızlı oluyor. Bu bir sarmaldır. Bu çarkı cinsiyet ayrımcılığını azaltacak şekilde çalıştırmayı bilmek, gerçek anlamda demokratik siyasete, demokratik topluma ve kadın özgürlüğüne inanmakla, bunun bilincine varmakla ilgili. Toplumdaki cinsiyetçi önyargıların arkasına sığınmak, bunun avantajlarından yararlanmak da önemli bir sorun alanı. Bir de genel siyaset gündeminin kadın gündemlerini alt sıralara itme baskısından kaynaklanan sorunlar var. Bu da kadın özgürlüğünün halkın özgürlüğüyle bağını görmemekten kaynaklanıyor. Soldaki klasik “hele bir devrim olsun, kadın sorunu da çözülür” yaklaşımının yurtsever versiyonu şöyle: “Hele Kürt sorunu bir çözülsün, o zaman kadın sorunu da çözülür.” Özellikle temsiliyete dayalı siyaset inanılmaz bir popülizm üretiyor. Demokratik siyasetin bununla baş etmeyi bilmesi, ilkelerden, özgürlük ve eşitlik politikalarından taviz vermemesi gerekiyor. Bu konularda da zaman zaman tökezlediğimiz oldu.
Kürt sorunu bir yönüyle de kadın özgürlük sorunudur. O nedenle, cezaevindeki kadınlar üzerinden Kürt kadınlarının özgürlük mücadelesini anlatmak istedik. Ayrıca, kadınlara seslenerek “eril zihniyet pusuda, hiçbir şey bitmedi daha, mücadeleyi bırakırsak kazanımlarımız bir bir elimizden gider” mesajı vermenin önemli olduğunu düşündük.
Diğer siyasi partilerden veya Türkiye’nin batısından size yönelik ne gibi önyargılar gözlemliyorsunuz?
En önemli önyargı Kürt kadınların verdiği muazzam özgürlük mücadelesinin yeterince görülmemesi ve Kürt siyasetinin yedeğinde gelişen bir hareket olarak kodlanması. Böylece Kürt toplumuna ve siyasetine dair ne kadar önyargı varsa hepsinin Kürt kadın hareketine yansıtılması söz konusu. “Hakkını veriyoruz, sizin partideki kadınlar çok iyi çalışıyor” dedikleri oluyor, ama bu bile bizdeki özgürlük mücadelesini takdir ettikleri anlamına gelmiyor. “Partiniz için çok iyi çalışıyorsunuz” diyorlar aslında. Oysa bizler kadın özgürlük taleplerini öteleyen bir particiliği reddediyoruz. Hem kendimizi hem partimizi, hem de toplumu demokratik, ekolojik ve kadın özgürlükçü bir gelecek temelinde değiştirmeye çalışıyoruz. Daha kotayı bile doğru dürüst uygulamayan, yönetiminde kadınların hiçbir etkisinin olmadığı, sesini çıkarmaya çalışan kadınların sürekli tırpanlandığı partilerdeki kadınların bile “özgürlükçü”, “feminist” kabul edilmesi, bizlere ise “Kürt siyasetinin gölgesi” muamelesi yapılması önyargı değil de ne?
Kadın siyasetçilerin Kürt toplumunda sayıca artması ne gibi değişiklikler yarattı?
Kürt toplumu kadınların da siyasette önemli görevler üstlenebileceğini ve hakkıyla bu görevi yerine getirebileceğini gördü. “Kadınlar yapamaz” önyargısı büyük ölçüde yıkıldı. Kadınlarda da özgüven duygusu gelişti, “ben de yapabilirim” diyen kadınların sayısı epeyce arttı. “Kadına güven” bir toplumda demokratik-eşitlikçi normların gelişmesinin zeminidir. Bu zeminin artık çok güçlü olduğunu düşünüyorum. Şimdi bunun üzerine yeni özgürlük alanları inşa etmek mümkün. En önemlisi de kadına yönelik şiddet, zorla evlendirme, küçük yaşta evliliğe zorlama, çokeşlilik gibi olgularda hatırı sayılır ölçüde bir gerileme görülmesi. Tabii ki hâlâ bu konularda ciddi sorunlarımız var. Ama şunu görüyoruz ki, kadın hareketinin yetişemediği yerlerde de toplumda karşı refleksler gelişiyor. Bu tür uygulamalar ayıplanıyor, onay görmüyor. Zaten kadına yönelik şiddet ve ayrımcılık konusunda en zor aşılacak eşik toplumun bu konulardaki rızası, kabullenmesi, normal görmesi. Kürt toplumunun ret ve kabul ölçüleri değişiyor, kadınlara yönelik ayrımcılığı, şiddeti reddeden, kadının özgür iradesini kabul eden yeni değer yargıları oluşuyor. Bütün bunlar çok önemli kazanımlar. Ancak hiçbir şey daha bitmiş değil. Mücadeleyi bıraktığımız an tüm yanlışların hızla geri geleceğini de bilerek, kadın özgürlük mücadelesini büyütmeliyiz.
İl-ilçe belediyelerinin ortalama seksen-doksan yıllık geçmişi var. Bu sürede, birkaç istisna hariç, hiçbir belediyede kadınlar yönetime gelmemiş. 2014’teki yerel seçimlerde DBP’nin kazandığı 101 belediyeden 96’sında eşbaşkanlık vardı.
Aysel Tuğluk kitaptaki yazısında “Halk vekil seçerken kadın-erkek ayırmıyor” diyor. Gerçekten böyle mi? Halktan veya erkeklerden “keşke şu bölgeden erkek aday gösterseydiniz” gibi talep veya tepkiler olmuyor mu?
Bu sorunun muhatabı takdir edersiniz ki Aysel Tuğluk. Kitapta ben söyleşileri yaptım, sorularıma verilen yanıtlara göre yazıları düzenledim. Kitap kolektif bir emeğin ürünü. Bu vesileyle kitapla ya da Kürt kadın hareketiyle ilgili söyleşi taleplerinin sadece bana değil, kitapta yazıları bulunan tüm arkadaşlara yöneltilmesinin önemli olduğunun altını çizmek istiyorum. Sorunuza kendi adıma şu yanıtı verebilirim: Tabii ki benzer yaklaşımlarla her zaman karşılaşıyoruz. Toplumsal zeminimizde kadın özgürlük ve eşitlik ölçütlerinin tamamen yerleştiğini söyleyemeyiz. Erkeklerin siyasette kadınlara yer açılmasını kabullenmede yaşadıkları zorluk ve toplumu gerekçe göstererek kendi eril-iktidarcı yönlerini gizleme çabaları var. Erkek egemenliği her zaman toplumsal meşruiyetten güç devşirmeye çalışıyor. Toplumsal zemindeki cinsiyetçi yargıların avantajlarını kullanmaktan geri durmuyorlar. Erkekler “kadın aday gösterirsek kaybederiz, halk kadın adaya oy vermez” söyleminin arkasına gizleniyor. Oysa hakikat, bazı sandalyeleri kadınlara bırakmak istememeleri, siyasetteki egemenliklerini, iktidarlarını sürdürme arzusu. Siyaset kurucuların, aktörlerin kadınların rolünü görmezden gelerek topu “topluma” atması eril zihniyetin kurnazlığı. Fakat siyaset kurumu demokratik ve eşitlikçi normlara göre kendisini yeniden yapılandırdığında, toplumsal önyargıların çok çabuk değiştiğine tanık olduk, bunu yaşadık.
TBMM’de olduğunuz dönemde, diğer siyasi partilerden kadın vekillerin ne gibi sorunlarla karşılaştığını gözlemliyordunuz?
Genel olarak biz kadınların en temel sorunu, verili toplumsal cinsiyet normlarını kabul etmiş olmak, bunu içselleştirmektir. Ayrımcılığı önleme stratejisinde birinci basamak farkına varmak, ikincisi reddetmek, üçüncüsü de karşı tarafta değişim yaratmaktır. Diğer partilerdeki kadınların çoğunlukla, partide erkek egemenliğini normal kabul ettiklerine, hatta erkek liderleri yüceltme yarışına girdiklerine tanık olduk. Çünkü konumlarını parti liderine ve erkek yöneticilere borçlu olduklarını düşünüyorlar. Pek de haksız değiller. Siyasi partilerdeki katı merkeziyetçi, hiyerarşiye dayalı yapılanmalar, kadınları erkek lidere ya da etkili erkek yöneticilere muhtaç hale getirmiştir. Bu nedenle Siyasi Partiler Yasası’nda ve siyasi parti tüzüklerinde giderek eşit temsili hedefleyen cinsiyet kotasının bulunması son derece önemli. Son yıllarda özellikle iktidar partisinde kadın milletvekili sayısında görece artış yaşandı. Ama parti yönetiminde ve kabinedeki kadın sayısında ve etkisinde aynı oranda artış yaşanmadı.
Kadın milletvekili sayısındaki artışı neye bağlıyorsunuz?
Nicel artışta Kürt kadın hareketindeki güçlü çıkışın etkili olduğunu düşünüyorum. Beni daha çok şaşırtan CHP gibi kendini çağdaş, modern, hatta solda tanımlayan bir partide hâlâ kadının esamisinin okunmaması. CHP’nin seçmen tabanında eğitimli kadın profilinin yüksek olduğu da görülüyor. Neden parti içinde erkek egemenliğine itiraz eden bir kadın hareketi gelişmiyor? Belki de kadınlar CHP’den umudunu kesmiştir. Siyasi partilerde cins bilincine dayalı örgütlü kadın yapısı olmadan, tek tek kadınların etkili olmasının bir tek yolu var. O da “erkek gibi” siyaset yapmak. Zaman zaman diğer partilerde bu kadın profiline de tanık oluyoruz.
Kürt toplumunun ret ve kabul ölçüleri değişiyor, kadınlara yönelik ayrımcılığı, şiddeti reddeden, kadının özgür iradesini kabul eden yeni değer yargıları oluşuyor. Bunlar çok önemli kazanımlar.
1999’dan bu yana çok sayıda kadın belediye başkanlığı yaptı. Eşbaşkanlığınız döneminde, kadın başkanla erkek başkan arasında çözüm yöntemleri bakımından ne gibi yaklaşım farkları oluyordu?
Erkek başkanlarla kadın başkanlar en çok “öncelikler” konusunda farklı yaklaşımlar gösteriyor. Doğal olarak hem bütçe hem de kadro imkânları, yapılacak işler konusunda bir öncelik sıralaması yapılmasını gerektiriyor. Erkekler daha çok başka kentlerde gördükleri büyük, “görkemli” projeleri kente taşımak istiyor. Kadınlar ise daha çok gündelik hayatı kolaylaştıracak sosyal politikalara, yerel özellikleri koruyacak kültürel yapılanmalara, toplumun tüm kesimlerinin yararlanabileceği kentsel hizmetlere öncelik vermek istiyor. Kabaca, birinde şatafat, diğerinde ihtiyaç faktörü ön planda. Bu durum, kadın başkanları küçümsemeye kadar varabiliyor. “Siz böyle ufak-tefek işlerle uğraşın, biz büyük projelerle uğraşalım” demeye getiriyorlar. Erkek egemen zihniyetin ürünü olan mega projelerin kentleri beton yığınına çevirdiği, daha fazla parası olanların yararlanabildiği kentsel hizmetler çöplüğüne dönüştürdüğü gerçeği orta yerde duruyor. Ama bizim erkek başkanlar da bir türlü bu sevdadan vazgeçmiyor. Çalışanlar veya yönetici pozisyonda olanlar arasında kadın sayısını artırma konusunda hep tartışma yaşanıyordu. Siyasette olduğu gibi yerel yönetimde de sürekli kadınların yapamayacağı, yeterli olmadıkları şeklinde gerekçeler öne sürülüyordu. Belediyelerin genel yönetici profili de kadınlara kendilerini geliştirme fırsatı tanıma konusunda çok kötü. Erkek daire başkanları, müdürler, kadınların önünü açma konusunda çok isteksiz. Kadın çalışan ve kadın yönetici sayısını artırma konusunda özel bir politika izlenmeden bu tablonun değişme ihtimali yok. Belediyelerde kadın işi-erkek işi ayrımı da çok keskin. Neredeyse tüm işler erkek işi olarak kabul ediliyor. Oysa kentsel hizmetlerde kesinlikle kadın yaklaşımlarına ihtiyacımız var. Kentlerimiz eşitlikçi değil. Sosyal ve ekonomik ayrışma, mekânsal düzeyde de her geçen gün daha belirgin hale geliyor. Tüm bunlar eril zihniyetin ürünü. Tabii Kürt siyasetinin genel olarak “demokratik, halkçı, yerel yönetim” perspektifi var. Bu perspektif kadın başkanı da, erkek başkanı da bağlıyor. Ama iş uygulamaya gelince, erkek başkanların aklının mega projelerle donatılmış, eşitsizlikleri kentsel hizmetler temelinde yeniden üreten kent profiline kaydığı görülüyordu. Bir de erkekler tek başlarına karar vermeyi çok seviyor. Ortaklaşmak, farklı fikirleri dinlemek, farklı önerileri duyduktan sonra kendi fikrini değiştirmek erkeklere çok zor geliyor. Hatta bunu gereksiz gördükleri, süreci boşu boşuna uzattığını düşündükleri de oluyor. Kadınlar karar verme süreçlerinde daha dışa dönük. Bu durum bazen özgüven eksikliği olarak bile tanımlanıyor. Aslında hem kendimizi hem erkek arkadaşların yaklaşımlarını daha ayrıntılı tartışmaya ihtiyaç var. Dışarıda bu tartışmaların yapıldığını umuyorum. Önümüzde yerel yönetim seçimleri var ve eşbaşkanlık sadece kadınlar açısından değil, demokratik siyaset adına da önemli bir kazanımdı.
Sizce kadın belediye başkanları yönetimde oldukları kentlerde ciddi bir farklılık yaratabildi mi?
İl-ilçe belediyelerinin ortalama seksen-doksan yıllık geçmişi var. Bu sürede, birkaç istisna hariç, neredeyse hiçbir belediyede kadınlar yönetime gelmemiş. Değil kadın belediye başkanı, bir tek kadın çalışanı olmayan belediyeler var. Belediye çalışanları neredeyse “sosyal politika”nın adını duymamıştı. Son 10-15 yılda önemli değişiklikler oldu. Belediye hizmetleri yol, su, çöp toplama ve zabıta demekti. Şunu büyük bir özgüvenle söyleyebilirim ki, belediyelerde gerçek anlamda kentsel hizmetler Kürt siyasi geleneğinin yerel yönetimlerde göreve gelmesiyle başladı. Kadın belediye başkanları, belediyelerin sosyal politikalarına öncülük ettiler. Belediyelerin sosyal politikası, Ramazan ayında yoksul ailelere gıda dağıtmaktan ibaretti. Sosyal projeler ilk önce kadın belediye başkanları döneminde pilot uygulama olarak başladı. Sonra diğer belediyelerde uygulandı. Kent nüfusunun yarısını oluşturan kadınlar, belediyenin kapısından içeri girmemişti. Kadınlar belediyeyle tanıştı. Belediyeye gitmeye, taleplerini iletmeye başladı. Çocuklarla ilgili belediye ritüeli bayramlarda birkaç oyuncak götürüp Çocuk Esirgeme Kurumu’nu ziyaret etmekten, basına poz vermekten ibaretti. Kadın ve çocuklara yönelik projelere hep kadınlar öncülük etti. Bütün bunlar belki beklentileri karşılamadı, gerçek anlamda kadın bakış açısıyla kentlere yeni vizyonlar kazandırmak gerekiyordu. Ama bu yapılanlar da reel duruma göre başarı olarak okunmalı. 2014’teki yerel seçimlerde DBP’nin kazandığı 101 belediyeden 96’sında eşbaşkanlık vardı. Kadın yerel yönetim pratiğinin fark yaratabileceği bir dönem olabilirdi. Hem deneyim vardı hem de politik kararlılık. Ama kamuoyunun da bildiği gibi, seçimlerden hemen sonra başlayan yeni siyasal süreç belediyeleri çalışamaz duruma getirdi. Eşbaşkanlık uygulamasının yasadışı ilan edilmesi de çalışmaları sekteye uğratan bir etkendi. Bir buçuk yıl bile görevde kalamayan belediye eşbaşkanları oldu. Biz kadınlar başarılarımızı da eksiklerimizi de büyük bir samimiyetle değerlendirmeliyiz. Bu, daha iyisini yapma iddiasının bir gereğidir. Ama “kadın başkan oldu da ne oldu?” tarzı bir söylem de kabul edilmemeli.
Sizce Kürt siyasetine yönelik büyük operasyon şu an ne aşamada ve nereye kadar böyle devam edecek?
Özel olarak Kürt siyasetine, ama genel olarak demokratik siyasete karşı yoğun baskı süreci hâlâ devam ediyor. Bu aşırı baskıcı ve otoriter yönetim tarzının artık çıkmaz bir sokağın sonuna doğru yol aldığını düşünüyorum. Bu anlamda, kısa vadede olmasa da bazı değişikliklerin gündeme geleceğini sanıyorum. Artık ne ekonomi ne iç politika ne de dış politika bu baskı rejiminin sürdürülmesine müsait. Fakat şunu unutmamak gerekir ki, hiçbir baskıcı, otoriter rejim kendiliğinden “yeter artık, biraz da demokrat olayım” demez. Demokratik muhalefetin baskısını hissetmesi ve baskı politikalarını sürdüremez duruma gelmesi gerekir. Bu anlamda muhalefetin ve demokrasi güçlerinin bu kadar bekleme pozisyonunda olması anlaşılır değil. Herkes toplumun bu iktidardan bıkmasına bel bağlamış gibi görünüyor. Müdahale edilmeyen aşırı baskı suskun bir korku toplumu yaratabilir. Hatta dozajı ayarlanmış baskı, bir süre sonra kanıksanabilir.
Ayrımcılığı önleme stratejisinde birinci basamak farkına varmak, ikincisi reddetmek, üçüncüsü de karşı tarafta değişim yaratmak.
Giriş yazınızda, kitabı hazırlarken partinizden hapisteki diğer arkadaşlarınızın adresini istediğinizi, fakat bu adreslerin çoğunun yanlış çıktığını aktarıyorsunuz. Bu partinize yönelik bir serzeniş mi? Sizce HDP ve DBP son üç yıllık ağır baskı ve manipülasyonlar karşısında yapmaları gerekeni yapabildiler mi?
Bu üç yıllık sürecin bir yılını dışarıda yaşadım. Ağır bir baskı süreci yaşadığımız çok açık. Tüm demokrasi güçleri adeta nefes alamaz hale getirilmek isteniyor. Ama koşullar ne olursa olsun, mutlaka direnişin olanakları yaratılabilir. Bunun kolay olmadığının farkındayım. Ama tek çaremiz nefes alabileceğimiz kanalları yaratmaktır. Cezaevlerinde yaşanan hak ihlâlleri, hasta tutsakların durumu, ağır tecrit koşulları, hukuksuz yargılamalar demokratik siyasetin temel gündemlerinden biri olmalı. Bir kere bile hâkim karşısına çıkarılmadan on yıl hapis cezası verilen belediye eşbaşkanları var. SEGBİS (Sesli ve Görüntülü Bilişim Sistemi) denilen sanal bir yargılama yöntemi bulmuşlar. Siyasi tutsaklar mahkeme yüzü bile görmüyor. Bulundukları cezaevinde bir kamera karşısında savunma yapmaya zorlanıyorlar. Hiçbir dönem bu kadar hukuka aykırı yargılama süreçleri yaşanmadı. Demokratik muhalefet, fırtınanın geçmesini bekleyemez. Yoksa arkasından kasırgaya tutulabiliriz.
12 Eylül döneminde Diyarbakır Cezaevi’ndeydiniz. O günlerle bugünü nasıl kıyaslarsınız? Şu anki koşullarınız nasıl?
İçinde yaşadığımız sürecin giderek daha fazla 12 Eylül dönemine benzediğini düşünüyorum. Hatta 12 Eylül’de en azından belli bir süre sonra darbecilerin yönetimi bırakmaları söz konusuydu. Şimdi toplum neredeyse seçimlerden umudunu kesecek noktaya getiriliyor. “Seçimi kazansak bile iktidarı bırakmazlar, oyları çalar, seçim sonuçlarını değiştirirler”, “seçimi kazansak bile belediyeleri elimizden alırlar” algısı iyi bir duruma işaret etmiyor. İkincisi, 12 Eylül döneminde darbecilerin “akan kanı durdurduğu” yönündeki algı çok kısa sürede yıkıldı. Tam tersine, toplum darbeye ortam hazırlamak için çatışmaları körükledikleri gerçeğini bir süre sonra gördü. Bugün iktidar demokratik siyasetle ilgili öylesine bir tehdit algısı yarattı ki, toplumun tüm kesimleri tüm haksızlıklara gözünü kulağını kapattı. Toplumda yaratılan suskunluk açısından da 12 Eylül dönemine benzer bir süreç yaşıyoruz. 1982’de cezaevinden çıktığımda, dışarıda beni en çok etkileyen şey, topluma hâkim olan korku ve suskunluk haliydi. O dönem hiçbir şekilde dışarıdan haberdar olamıyorduk. O nedenle dışarıdaki bu korku atmosferini anlamamıştık. Şimdi dışarıdaki atmosferi bir parça da olsa anlıyoruz. Ve dışarıdaki suskunluğu, ülkenin koca bir cezaevine dönüştüğünü, insanların ekonomik krizle ilgili bir yorum yapmaya bile çekindiklerini görüyoruz. Toplumun üzerindeki ölü toprağını atması ve kendine güveninin yeniden tesis edilmesi gerekiyor. Bu konuda siyasete büyük görevler düşüyor.
Erkekler daha çok başka kentlerde gördükleri büyük, “görkemli” projeleri kente taşımak istiyor. Kadınlar ise daha çok gündelik hayatı kolaylaştıracak sosyal politikalara, toplumun tüm kesimlerinin yararlanabileceği kentsel hizmetlere öncelik vermek istiyorlar.
Bir yandan yerel seçimlere gidiliyor, ama iktidara yakın kalemler HDP’den seçilecek belediye başkanlarının tekrar görevden alınabileceğine ilişkin “kulis bilgileri” de aktarıyor. Partinizin buna karşı bir B planı veya sizin bu konuda bir öneriniz var mı?
Türkiye hukuk sisteminde yerel yönetimler üzerinde merkezi hükümetin idari ve mali vesayeti söz konusu. Ancak, anayasanın 127. maddesinde “mahalli idareler seçilmiş temsilciler eliyle yürütülür” denerek, yerel yönetim seçimleri güvence altına alınmış ve merkezi hükümetin vesayet yetkisi sınırlandırılmıştı. Belediye Kanunu’nda da bu sınırlamanın çerçevesi çizilmişti. Belediye Kanunu’na göre, herhangi bir nedenle görevden uzaklaştırma, istifa, ölüm vs. sebebiyle belediye başkanlığının boşalması halinde, belediye meclisi kendi üyeleri arasından birini belediye başkanvekili olarak seçiyor, belediye yine seçilmişler eliyle yönetiliyordu. Fakat AKP hükümeti belediyelere el koyabilmek için OHAL sürecinde çıkardığı 674 sayılı KHK ile Belediye Kanunu’nda değişiklik yaparak kendisine belediye başkanını görevden uzaklaştırma, yerine bir memur atama ve belediye meclisini devre dışı bırakma yetkisi verdi. Bu KHK kesinlikle anayasaya aykırıdır. İktidara yerel yönetim seçimlerinin sonuçlarını tamamen ortadan kaldırma keyfiyeti veren bir düzenlemedir bu. O yasal düzenleme orada durduğu sürece, hükümet istediği belediye başkanını görevden uzaklaştırarak yerine kayyım ataması yapabilir. Artık iktidarın sınırlı bir vesayet yetkisi değil, seçimle işbaşına gelmiş yerel yönetimleri tamamen ortadan kaldırma yetkisi var. Yine, ne yazık ki anayasayı bile devredışı bırakan bu hukuksuzluğa karşı yeterince siyasi ve hukuki mücadele verilmedi. Kamuoyunun gündemine bile yeterince getirilmedi. Fakat durum ne olursa olsun, yerel seçimler siyasal geleceğimiz açısından son derece önemlidir. İnsanların “seçimlerden sonra şöyle olur, böyle olur” diye kaygılı ve çekingen davranması seçim sonuçlarını son derece olumsuz etkiler. Bu yerel seçimlerde, bütün kaygıları bir yana bırakıp halkın iradesine el konulmasına görkemli bir cevap verilmeli.