HAVLE KADIN DERNEĞİ’NİN KURUCULARINDAN MÜSLÜMAN FEMİNİST, MÜZİSYEN RÜMEYSA ÇAMDERELİ

Söyleşi: Tuba Çameli
3 Ağustos 2020
SATIRBAŞLARI

Mümin, feminist, müzisyen. Ve Müslüman feminist Havle Kadın Derneği kurucularından. Havle de kadın hareketinin bugüne dek oluşturduğu en geniş dayanışma-mücadele ağı olan Eşitlik İçin Kadın Platformu –EŞİK’in bileşenlerinden. İstanbul Sözleşmesi’ni, erken yaşta evliliği, din adına dayatmaları, feminizmin açtığı ufku Rümeysa Çamdereli’den dinliyoruz.
Gece Yürüyüşü, 8 Mart 2020

İstanbul Sözleşmesi kadına yönelik şiddetle mücadelede standardı saptıyor. Ancak, hem sözleşmenin kendisi hem de onu savunanlar saldırı altında. 1 Ağustos’ta, 24 saat içinde üç kadın daha katledildi. Kadın nefreti, kadın düşmanlığı gemi azıya aldı. Ne diyorsunuz bu duruma?

Rümeysa Çamdereli: Ne yazık ki çok farklı kurumlar, kişiler tarafından desteklenen bir söylem kadın nefreti, kadın düşmanlığı da bu destek nedeniyle yükselişte. Patriyarka kendisine tüm dünyadaki muhafazakâr trendlerde çok geniş bir alan buldu. Bu sürecin bir dibe gidiş olduğunu ve her dibin de bir yükselişi olduğunu umut ediyorum. Umarım bundan daha kötüsünü görmeden iyiye doğru gidişi ortak mücadeleyle örgütleyebiliriz.

Mizojini kitabının yazarı Jack Holland şöyle diyor: “Kadın düşmanlığının tarihi, binlerce yıl sürdüğü için eşi görülmemiş bir nefretin tarihidir. Öyle bir tarih ki, Aristoteles’i Karın deşen Jack’e, Kral Lear’i James Bond’a bağlar.” Türkiye’deki kadın düşmanlığı kimleri, hangi çevreleri birbirine bağlıyor?

Kendisiyle muhafazakârlık arasında –burada muhafazakârlığı dini muhafaza etme anlamında değil, yeniye olan mesafe anlamında kullanıyorum– gerekli mesafeyi koyamayan herkes ne yazık ki bu nefretin etrafında kolaylıkla bir araya gelebiliyor. Farklı ideolojilerden erkekler kadınları sokakta, evlerinin dışında istememekte buluşabiliyor. Ancak, bazı kesimler, mesela ana muhalefet partisine yakın çevreler, “politik doğruculuk” adına, kadın düşmanı olmadıklarını, kadınları desteklediklerini söyleyerek daha kolay “yalan” söylüyor. Kadın düşmanlığını geride bırakan bir hayatın tesisi için çok fazla çaba ve birlikte mücadeleye ihtiyaç var.

Kadın cinayetlerinin bir soykırım olduğunu düşünüyorum. TCK 103’teki değişikliği savunanlar, 6284’e ve İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanların hepsinin elinde cinayete kurban giden kadınların kanı var.

İstanbul Sözleşmesi öncelikle aile ve toplumsal cinsiyet eşitliği üzerinden eleştirilir oldu.

Dehşetle izliyorum yapılan açıklamaları… Kadın cinayetlerinin bir soykırım olduğunu düşünüyorum. TCK 103’teki değişikliği savunanlar, 6284’e (Ailenin Korunması ve Kadına Karşı Şiddetin Önlenmesine Dair Kanun) ve İstanbul Sözleşmesi’ne karşı çıkanların hepsinin elinde cinayete kurban giden kadınların kanı var. Bu konuyu örtmeye çalışan ve bu nedenle de kadınların kazanımlarına saldıran muhafazakârlaştırıcı akımın kadına yönelik şiddete zemin hazırladığı da ortada.
İki sene önce, 8 Mart’ta epey lince uğradığım bir pankart taşımıştım, “Allah mısınız, aileniz batsın” yazıyordu. Bu yönde yapılan açıklamaları duyunca bu pankart geliyor aklıma. Bugün İstanbul Sözleşmesi üzerinden yapılan tartışmaların ve kadınlara yönelik tavrın Allahlık taslamak olduğunu –hâşâ– düşünüyorum. Kadınlar adına karar veren ve kadınların nerede konumlanması gerektiğini söyleyen, had bildiren, neyi yapıp neyi yapamayacağını anlatanlar, kadını çevreleyen şiddeti de büyütüyor. Erkeklerin iktidarını besleyen ailenin devamlılığını sağlamak isteyen bir bakış bu aslında. Ailenin kendisi, bu haliyle, şiddeti ve erkeğin iktidarını yeniden üretmekten başka bir şeye yaramıyor. İstanbul Sözleşmesi ne aileyi ne kurumları merkeze alıyor, kadını, bireyi merkeze alıyor. Feministler olarak yaptığımız tüm etkinliklerde söylediğimiz gibi, kadının iyileşmesi sistemin iyileşmesini getirecek.

Rümeysa Çamdereli

Kendisini “Ümmetin buluşma noktası” sloganıyla tanıtan Türkiye Düşünce Platformu’nun raporuna göre, İstanbul Sözleşmesi “her türlü cinsel sapma hareketini, cinsel yönelim kavramıyla meşrulaştırıyor ve ahlâki ve toplumsal yaptırımlardan muaf kılıyor”. Bu nasıl bir değerlendirme sizce?

Rasyonel değerlendirmeler değil bunlar. Sapkın değerlendirmeler. Netflix tartışmaları, “gençlerimiz deist mi oluyor?” tartışmaları hep aynı muhafazakâr çevrelerce yapılıyor. Bu çevrelerin kapsayıcılıktan uzak, yasaklarla konuşan, gençleri cehennemle korkutan İslâm anlayışı gençlere, popüler deyimiyle “Z” kuşağına, Müslümanların tarifine göre “M” nesline geçmiyor.

“M” neslinin özellikleri neler ?

“Gittikçe kalabalıklaşan, Netflix izleyen, kendisini Müslüman olarak tanımlayan, farklı kimlikler ve aidiyetler karşısında kafa karışıklığı ve rahatsızlığı olmayan, Müslümanlar hakkındaki klişeleri yıkmak, geleneğe ve kültüre meydan okumak isteyen” gibi özellikler atfediliyor bu gençlere. Muhafazakârlar bu gençlerin tercihlerinden endişe ediyorlar ve kendilerinden uzaklaştıklarının farkındalar. Bu gençler büyük bir güç. Havle Kadın Derneği olarak yaptığımız feminist aktivizmin odağı bu gençler. YADA’da (Yaşama Dair Vakıf) Britanya Konsolosluğu ile yaptığımız Next Generation (Gelecek Kuşak) araştırmasında gözlemlediğim kadarıyla, bu gençlerin LGBTİ+ bireyler, Kürtler gibi birçok farklı kimlik ve aidiyetten arkadaşları var. Kendilerini bu çeşitlilik ve farklılıklar içinde konumlandırmaya çalışıyorlar.

8 Mart’larda kendimi buluyorum. Hiçbir yerde olamadığım insan olabiliyorum o yürüyüşte. Kadınlarla birlikte olmak dehşet güçlü bir duygu yaratıyor. 8 Mart’lar hayatımı değiştirdi. Böyle anların birçok kadının hayatını değiştirdiğini biliyorum.

Nitekim bu gençler, haziran ayında Cumhurbaşkanını dislike ederek gösterdi tepkilerini. Bunun üzerine, AKP’nin gayri resmi sözcülerinden bir köşe yazarı “dislike eden dislikelanır” diye tehdit etti gençleri.  

Parmak sallayarak çok büyük yanlış yapıyorlar, gençleri uzaklaştırıyorlar kendilerinden. İktidarın bu yanlışa devam etmesini umut ediyorum.

Başka bir tartışma da trans kadınlarla feministler arasında yaşanıyor; izliyor musunuz?

Sosyal medyadan izliyorum. Mağduriyet yaşayan bir grubun eleştirileri öfkesiz ve sakin bir dille karşılamasını beklemek çok eril bir tutum gibi geliyor bana. Öte yandan, özellikle trans kadınların kurdukları başka bir dil, yaşadıkları bambaşka bir kültür var. Bunun görülmüyor ve bilinmiyor olması da muhtemelen tedirginlik ve gerginlik yaratıyor. Bir yandan da benim Müslüman feminist olarak yaşadıklarımla şimdi trans kadınların feministlerle girdiği tartışmada yaşadıkları birbirinden çok farklı değil. Biz Müslüman olduğumuz için feminist olamazdık –gerçi bu tartışmalar geride kaldı denebilir–, trans kadınlar da biyolojik olarak belirli özellikler nedeniyle, örneğin çocuk doğuramıyorlar diye, yeteri kadar kadın olamıyorlar! Tıpkı bizim yeterince feminist olamayışımız gibi. Katıldığım bir toplantıda bize, Müslüman feministlere, nasıl feminist olamayacağımız anlatıldı, bir trans kadın çıktı dedi ki, “Kızlar sizi şimdi çok iyi anlıyorum, bizim de başımıza aynı şey geliyor, siz ne yaşıyorsanız biz de aynısını yaşıyoruz. Biz de feministiz, siz de. Biz bunu hep beraber aşacağız.” Bell Hooks’un dediği gibi, feminizm herkes için, tutkulu bir politika. 8 Mart kadın yürüyüşlerine bakmak yeter. 

Gece Yürüyüşü, 8 Mart 2019

Kaç senedir 8 Mart kadın yürüyüşlerine katılıyorsunuz?

2008’den bu yana kendimi feminist olarak tanımlıyorum. O tarihten beri 8 Mart’lara katılıyorum. 8 Mart’larda, Kadıköy’de Kardeş Türküler’le sahneye çıkıyordum. Dört-beş senedir de Taksim’deki gece yürüyüşlerine katılıyorum. Cesur çıkışlar yapan biri değilim aslında –8 Mart’lar hariç. 8 Mart’larda kendimi buluyorum. Hiçbir yerde olamadığım insan olabiliyorum o yürüyüşte. Kadınlarla birlikte olmak dehşet güçlü bir duygu yaratıyor. 8 Mart’lar benim hayatımı değiştirdi. Böyle anların birçok kadının hayatını değiştirdiğini biliyorum. Orada o kadınlarla birlikte olarak, bir sonraki yürüyüşe kadar gerekli olan enerjiyi kazanıyorum.

Nasıl bir sürecin sonunda Müslüman-feministliğe vardınız? 

Öncelikle inandığım dinin, Müslümanlığın adaletli olduğunu düşünüyorum; sonraki bozulmanın, zulmün ve eşitsizliklerin tümünün insan eliyle yapıldığını düşünüyorum. Benim kadın olarak en çok canımı yakan ve en eski ayrımcılık olan kadın-erkek ayrımcılığını anlamaya çalışırken elimdeki materyaller buna yetmedi. Sorgulamaya başladım; “Nasıl oluyor da inandığını söyleyen bir insan kadına şiddet uygulayabiliyor, kız çocuğunun eğitimine engel oluyor?”  diye. Bunları anlamak ve karşı çıkmak için halihazırda yazılı olan İslâmi literatürün ötesinde, feminist metinlerde kendimi buldum.
Öte yandan, lisede ve üniversitede başörtüsü yasağıyla karşılaştığımda oradaki zulmü de anlamlandıramamıştım. Yaşadığım zulmün kadın olduğum için başıma geldiğinin farkına vardım, özellikle üniversitedeki feminist arkadaşlarla birlikte keşfettim bunu da. Yaşadıklarımın milyonlarca kadının başına gelenle aynı olduğu görmek, bunun altındaki örüntünün ataerki olduğunu anlamak aydınlanma ânıydı benim için. Ben aydınlanmayı feminizmle yaşadım. Allah âyetlerde hep “düşünmez misin” der. Düşünmek insan aklının kümülatif birikimini dikkate almaktır. Allah insan aklına bir sorumluluk biçmiş, bunu görmek gerek. Müslüman-feminist, Müslüman-müzisyen gibi aidiyetler bir araya gelince çoğu zaman ikili bir yükle karşılaşılıyor.

Feminist metinlerde kendimi buldum. Yaşadığım zulmün kadın olduğum için başıma geldiğinin farkına vardım. Yaşadıklarımın milyonlarca kadının başına gelenle aynı olduğunu görmek, bunun altındaki örüntünün ataerki olduğunu anlamak aydınlanma ânıydı. Ben aydınlanmayı feminizmle yaşadım.

Bazı feministlerin “Müslüman feminist olamaz” dediği gibi, Müslümanlar da “Müslüman bir kadın feminist olamaz” dediğinde cevabınız ne oluyordu?

Dini belirli bir ana akım yorum üzerinden okumak, anlamlandırmak ve buna karşı çıkmaktı yaptıkları. Ancak bu, o kadın karşıtı yorumları yapan insanlardan farkınızın kalmaması demek. Biz başta dedik ki, “Biz Müslüman kadınlar birbirimizin aynısı değiliz, farklı hayatlar yaşıyoruz, bizi homojenleştirmeyin”. Bu sadece gündelik hayatlarımızı değil, İslâm’a bakışımızı da kapsıyordu. Sonra hem biz kendi aramızda hem de inanmayan ya da farklı inançlara sahip kadınlara nasıl inandığımızı, neye inandığımızı anlatmaya başladık. Burada ortaklaşmamız gerekmiyor, aynı şeyleri düşünmemiz tartışmanın temeline aykırı zaten. Ancak zamanla böylesi yorumların da mümkün olabileceğine ve toplumdaki muhtemel dönüştürücü güce dair ortak bir inancımız oluştuğunu söyleyebilirim.

Müslüman-feminist, Müslüman-müzisyen gibi aidiyetler bir araya gelince çoğu zaman ikili bir yükle karşılaşılıyor” dediniz. Müslüman olmaktan gelen bu “ikili yük”ü nasıl tarif edersiniz?

Örneğin, bir kadının anne olmak istememesi çok temel ve haklı bir talep. O kadın Müslüman olup anne olmak istemiyorsa, ona inandığı din üzerinden eleştiriler gelmeye başlıyor. İnanmadığın bir din üzerinden hedef gösterilmekle inandığın bir din üzerinden hedef gösterilmek sonuçları itibarıyla çok farklı. İnandığı din üzerinden saldırıya uğramak, vicdani yükü de kadının sırtına yüklemesi açısından çok ağır. “Ne diyorsunuz siz, saçmalamayın” tümcesini hemen kuramamak ve sürekli bir nedenselleştirmeler arayışı içinde olmak, kadını referans arayışlarına itiyor ve bu referanslar genellikle bulunamıyor. Çünkü İslâmi metinler erkekler tarafından, onların bakış açısıyla yazılmış oluyor ve kadın kendisinin hatalı, yanlış üretim olduğunu düşünmeye başlıyor, kendisini yalnız hissediyor. Biz arkadaşlarımızla toplanıp tedirginliklerimizi, korkularımızı konuşmaya başladık. Kadın çemberleri yapmaya başladık ve bu da tıpkı 8 Mart’lar gibi benim için ilham kaynağı oldu. Tüm karşı çıkışlarımızı konuşabiliyoruz, zayıflıklarımızı görüyoruz, finalde yan yana gelip birlikte hareket ediyoruz. Bu bizim yan yana gelişimizin çıkış kaynağı. 

Havle Kadın Derneği: “La havle demeye geldik.”

Yani Reçel’in, “Kadınların ve bilhassa Müslüman kadınların gündelik deneyimlerine, toplumsal meseleleri algılayışlarına, ilgilerine, meraklarına, dertlerine, umutlarına, kaygılarına, mücadelelerine dair bir mecra” olarak tanımladığınız websitenizin kuruluşunun kaynağı…

Reçel’i kurduğumuzda kadınlar öykülerini paylaşmaya başladı ve yalnız değilmişiz dediler ilk defa. Bu çok kıymetliydi: Yalnız değilmişiz. Kadınlar söz konusu olduğunda statik bir durum yok, çok dinamik bir durumdan bahsediyoruz. Bugün kendisini Müslüman feminist olarak tanımlayan kadınlar farklı kuşaklardan oluşuyor. Yeni kuşak, benim okul yıllarında yaşadığım başörtü yasağını bilmiyor örneğin. Bu anlamda aktivist kimliğimle, kendimi gerçekleştirmeye çalışırken etrafımdaki kadınlarla, ulaşabildiğim kadınlarla da deneyimlerimi paylaşarak yol açmaya çalışıyorum. Kadınların hikâyelerini dinliyorum, hepsinin içine giriyorum, hepsini teker teker hissedebiliyorum. Reçel’de beş yüz içerik varsa onların hepsi benimle şimdi.

Reçelyalnız değiliz” fikriyle doğdu, peki “la havle demeye geldik” sloganlı Havle Kadın Derneği ne amaçla kuruldu?

Reçel bir referans metin verme iddiasında değil. Ama, “bak benim de başıma şunlar geldi” demeye çalışıyor. “Bunlar olur, sen bozuk, kırık, hatalı değilsin, bu gerçekliği yaşayabilirsin”. Biraz bilinç yükseltme gibiydi, yan yana geldiğimizde yaptığımız gibi, yeni yeni kadın çemberleri oluştu orada. Ancak, hikâyelerimizi konuşurken referans vereceğimiz, kendimizi güçlendireceğimiz metinlere ihtiyacımızı gördük. Havle’de bu referans metinleri üretmek istiyoruz. Kadının başına gelen bir durum karşısında “bak burada böyle yazıyor ve ben buna inanıyorum” diyeceği metinleri üretmek istiyoruz. Müslüman-feminist kadınların ürettiği metinleri yaygınlaştırmak, önemli referansları oluşturmak, feminist harekete katkı sunmak… Erken yaşta evlilikle ilgili araştırmamız tam anlamıyla bu referansı oluşturmak için yaptığımız bir araştırma örneğin.

Benim Müslüman feminist olarak yaşadıklarımla şimdi trans kadınların feministlerle girdiği tartışmada yaşadıkları birbirinden çok farklı değil. Biz Müslüman olduğumuz için feminist olamazdık, trans kadınlar da biyolojik olarak belirli özellikler nedeniyle, örneğin çocuk doğuramıyorlar diye, yeteri kadar kadın olamıyorlar! Tıpkı bizim yeterince feminist olamayışımız gibi.

Havle’nin 12 şehirden 2838 kişiyle görüşerek yaptığı Erken Yaşta Evlilik Araştırması’nda ne gibi sonuçlar ortaya çıktı?

Bir süredir bize Müslüman-feminizm bahsi üzerine bazı sorular geliyordu. Müslüman-feminist olamazsın, çünkü İslâm şunu söylüyor, bunu söylüyor gibi. Biz bunlara yanıtlar ürettik ve paylaştık. Bu alanların başında, en çok söz üretebileceğimiz alan olan erken yaşta evlilik geliyordu. Ne zaman erken yaşta evlilik konuşulsa, birileri “din de bunu emrediyor” diyordu. Ama kimse ortadaki fili konuşamıyor. Bunun üzerine konuşulamaz ve kekremsi bir hal alıyor ortam. Biz de Havle’deki arkadaşlarla konuşarak bu konuda bir algı çalışması yapmaya karar verdik. Erken evlilik meselesinde, din bu işin neresinde, öğrenmek istedik. TCK 103 meselesi gündeme gelmemişti daha, biz araştırmaya başladıktan sonra alevlendi tartışma.
Araştırmayı yaparken hepimizin birçok şeyle yüzleşmesi gerekti. Mesela biz dinin karar alma süreçlerinde çok etkili olduğunu düşünüyorduk. Benim beklentim dinin güçlü bir referans olduğu yönündeydi. Araştırmanın sonucunda gördük ki, Türkiye toplumu din temelli karar vermiyor, önce bir karar veriyor, sonra dini bir meşrulaştırma aracı olarak kullanıyor. İslâm coğrafyasındaki çoğu ülkede böyle. Gündelik hayat en güçlü referanslarını dinden almıyor, din bunlar için birer meşrulaştırma aracı oluyor.

Sizi bu sonuca götüren veriler neler?

Araştırmamızdaki sorulara verilen cevapların ağırlıklı ortalamasına bakıldığında, toplumun büyük bölümü evlilik yaşını kadınlar için 24, erkekler için 26 olarak görüyor. “Kızınızı 18 yaşından önce evlendirir misiniz?” sorusuna katılımcıların yüzde 91,8’i “hayır” dedi. Yani Türkiye toplumu 24 yaşından önce kimsenin evi çekip çevirebileceğine inanmıyor. “Bir kız kaç yaşına kadar çocuktur?” diye sorduk, cevapların ortalama ağırlığı “20 yaş” çıktı. Aynı soru erkekler için sorulduğunda çıkan sonuç “19 yaş”. “İslâmi olarak sizce kaç yaşından itibaren evlilik caizdir?” dediğimizde ise ağırlıklı ortalama kızlar için 18, erkekler için 19 yaş oldu. 18 yaşın altında diyenlerin oranı yüzde 29. Mesela Hz. Ayşe’nin evlenme yaşı olarak da söylenen 9 yaşı belirterek bunu savunan bazı sapkın fikirler var –ki Hz. Ayşe’nin 9 yaşında evlenmediği konusunda da birçok delil var. Ankette bu soruyu “9 yaş” olarak cevaplayanların oranı yüzde 1. Üstelik bu yuvarlanmış rakam, gerçek oran 0,7. Dini söylemlerden etkilenenler çok marjinal bir grubu oluşturuyor. Bu başka araştırmalarda da ortaya çıkıyor. 2017’deki başka bir araştırmada çalışırken, “Süresiz nafaka kaldırılsın mı?” diye sormuştuk, ezici bir çoğunluk “kaldırılmasın” dedi. “Kaldırılsın” diyenlerin oranı yüzde 20,9’da kaldı. İnsanların oy verdikleri ya da destekledikleri görüşle gündelik hayatta, pratikte yaptıkları arasında bir boşluk var. İddia edildiğinin aksine, AKP tabanı iktidarın dayattığı şeyleri söylemiyor, nafaka hakkında da erken yaşta evlilikte de ve şimdi sözünü ettiğimiz İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması konusunda da. Yalan söyleniyor. Araştırmaların önemi burada. 

Rümeysa Çamdereli, oğlu Kerem’le. 8 Mart 2018

İstanbul Sözleşmesi’ne yönelik bir kamuoyu anketi büyük çoğunluğun sözleşmenin kaldırılmaması gerektiğine inandığını ortaya koydu. İktidar neden çoğunluğun değil de marjinal bir kesimin taleplerini yerine getirmek istiyor sizce?

Türkiye’de görece ortalamayı temsil eden bir dini yaklaşım politik çatışma içinde kendisine yer bulamıyor. AKP ılımlı bir hareket olarak ortaya çıktı, son geldiğimiz noktada ise marjinal gruplara seslenmesi gerekiyor ki, onların desteğini alabilsin.

AKP tabanının günlük yaşam pratikleri dini metinlerden beslenmiyor, ama iktidar dini metinleri referans alarak siyaset yapmayı sürdürüyor.

Bu aslında bir boşluk tarifi… Kadın hareketinin üzerine odaklanması ve doldurması gereken boşluk bu. “Şu cemaat şunu söylemiş, şuna dini gerekçelerle itiraz etmiş” değerlendirmelerine karşılık, biz feministler olarak onların ne kadar marjinal olduklarını gösterip enerjimizi daha yararlı yerlere yönlendirebiliriz. Öte yandan, yaptığımız araştırmada “evlenme yaşı 9 olabilir” diyenler, yani 0,7’lik marjinal kesim, iyi bir bilgi ile karşılaşamadı. Onlara doğru bilgi iletildiği takdirde, İslâmi bağlamı dahil, erken evlilik tartışmalarının çözümleneceğine inanıyorum.

Bunca saldırının altında nasıl bu kadar umutlu olabiliyorsunuz? 

Çünkü feminist aktivizme inanıyorum güçlü bir biçimde. Başka türlüsü zaten mümkün değil.

Araştırmamızda insanların din algılarına göre davrandıkları şeklinde bir sonuç çıksaydı, bunun çözümü çok uzun çaba gerektirirdi. O zaman ümitsizliğe düşebilirdik. Ama bunları söyleyenlerin küçük, marjinal bir grup olduğunu görünce bunlara karşı mücadelenin kazanılabilir olduğunu düşünüyorum. Kadın hareketinin içinde yer aldıkça daha fazla hissettiğim şey şu: Kadınlar her yerde, her çatlakta, her hanede. Platformların ana omurgasını oluşturan kadınlar daha kapsayıcı bir dil örmeyi becerirlerse tüm kadınlara ulaşmak mümkün.

Türkiye toplumu din temelli karar vermiyor, önce bir karar veriyor, sonra dini bir meşrulaştırma aracı olarak kullanıyor. Araştırmamıza göre, toplumun büyük bölümü ideal evlilik yaşını kadınlar için 24, erkekler için 26 olarak görüyor. “Kızınızı 18 yaşından önce evlendirir misiniz?” sorusuna katılımcıların yüzde 91,8’i “hayır” dedi.

Nasıl bir dil?

Daha az jargona ve daha fazla yerelleşmeye ihtiyaç var. Kadın hareketi içinde yerelde onlarca güzel iş yapan kadın var, onlar da bu bilgileri yaygınlaştırırlarsa, bu şekilde tüm örüntülerin yıkılabileceğini düşünüyorum. Genişleyen kadın çemberlerinden söz ediyorum. Kadının gündelik yaşamdaki çatlaklardan sızmasının –örneğin, eline verilen harçlıktan çocuğunun eğitimine kaynak yaratması gibi– yaşamın her alanındaki gücünün aslında onun değiştirici gücü olduğunu konuşmaya başlamamız gerekiyor. Her kadının mücadelesini gören, aşağısı-yukarısı, sağı-solu diye düşünmeden mücadeleyi yükselten bir hareket yaratılması; tam olarak benim hayalim bu aslında. Bugün kadın hareketi tüm bunlara açık. Biz Havle’yi kurup ortaya çıkınca, kapsayıcılığı dert edinen kadın örgütlerinin “İyi oldu kurdular, şimdi beraberce çalışabiliriz” dediğini gördüm. EŞİK platformu bunun ilk pratiği ve ciddi bir mücadele yürütüyor.

Müslüman-müzisyen, Müslüman-feminist, anne-müzisyen… Bu üç kimlik bir arada nasıl bir yük getiriyor?

Sahneye çıkmak tüm kadınlar için dert hâlâ, Müslüman bir kadın sahneye çıktığında ise bu sorun artarak ortaya çıkıyor. Sahneye çıktığımda aldığım tepkilere bakınca soruyorum kendime, kadın olduğum için mi, yoksa Müslüman bir kadın olduğum için mi diye. Yanıtı da “her ikisi için” diye veriyorum. İlk sahneye çıktığımda büyük gürültü koptu, haberlere konu oldu. 2007’de Hürriyet gazetesinde “Boğaziçi Üniversitesi’nde tuhaf şov” diye manşet olmuştuk. “Boğaziçi’nde başörtülüler gitar çalıyor” gericiliğini de kapsayan bir haberdi. O benim için önemli bir dönüm noktası oldu. O dönem müziği bırakmayı bile düşündüm. Neyse ki, arkadaşlarım motive ettiler devam etmem için. Bu konuda muhafazakâr kesimden de eleştiriler geliyor. Yeteri kadar Müslüman olmadığımı, hatta Müslüman olmadığımı söylediler. Onlara göre, müzik günah, kafede müzik yapmayı geçtim, orada olmak bile günah. Özellikle anne olduktan sonra, ahlaki anlamda yapılan eleştiriler azaldı. Sınırları zorlayınca her durum aşılıyor. Halbuki hayatım boyunca hiç muhafazakâr olmadım, ama başörtüsü yolları bir şekilde kesiştiriyor. Finalde benim marjinal olmadığım sonucuna varmam, “böyle istiyorum ve kendimi böyle var ediyorum” demem zaman aldı. Benim gibi hisseden birçok kadın var, başörtülü müzik yapmak isteyen. Onların da kendilerini marjinal olarak görmemeleri için bu konuda konuşmaya devam ediyorum. Anne olunca, bu kez anne-müzisyen, sahneye çıkan bir kadın olmak da benzer bir zorluk barındırıyordu. Bu ikilinin de kabul görmesi çok zaman aldı. Bu da haberlere konu oldu. Hem başörtülü hem elektrik gitar çalıyor hem de çocuğuyla mekâna geliyor. Benim hayatta büyük arzularım var. Feminist olarak da, müzisyen veya Müslüman olarak da bir toplulukla hareket etme gücü, insanların hayatına dokunmak beni çok heyecanlandırıyor.

Tedx konseri, Mart 2018

Müziğe nasıl başladınız, neden elektro gitar?

Lisede başladım. Sonra Boğaziçi Gösteri Sanatları’nda müzik yaptım. İnsan yaptığı müzikle bir şeyler söyler. Elektrik gitarı da bu yüzden seviyorum, solo bende. Kabataş Erkek Lisesi’nde gitarla folk çalıyordum, gruptaki elektrik gitar çalan arkadaş orkestraya geçecekti, “klasik gitaristlerin arasında en iyi sensin, elektrik gitara sen geçer misin” dedi. Önce çirkin bir gitarla başladım, kendimle çok özleştiremedim. Sonra, elektrik gitarın güçlü yoğun duygusunu keşfettim. Üniversite kazandığımda da ilk 100’e girdiğim için belediye para ödülü vermişti, o paranın tamamını gitara ve pedallara yatırdım.

İslâmiyetin sahne performansına bakışı ikilem yaşamanıza neden oldu mu?

Uzun bir süre bir mücadele yaşadım, haram mı, değil mi diye. Sonra adalete, Allah’ın iyiliğine nasıl hükmettiysem müziğin de yaratım sürecinin çok büyük bir parçası olduğuna karar verdim. Müziğin söylendiği gibi haram olamayacağına ikna olup müzik yapmaya devam ettim.

Ne tür müzik ve hangi müzisyenler size ilham veriyor?

Uzun zaman etnik müzik yaptım. Klasik rock seviyorum. David Gilmour’a bayılıyorum. Slash’i de çok seviyorum. Melodik gitaristleri seviyorum. Akın Eldes’i severim, bir süre ders alma şansım da oldu kendisinden. Yıllarca Pink Floyd, Led Zeppelin, Deep Purple, Queen dinledim, hâlâ sık sık dinlerim. Sister Rosetta Tharpe, koronun önünde gitar çalıp koroyı coşturan yaşlıca ve kilolu bir kadın, bir rahibe… Enerjisi beni çok etkilemişti. Bugünlerde daha çok yeni nesil ozanları dinliyorum. Onlara “üçüncü yeniler” de deniyor, Can Ozan, Can Kazaz, Can Güngör, Ceylan Ertem, Gaye Su Akyol…

İnsanların oy verdikleri ya da destekledikleri görüşle gündelik hayatta, pratikte yaptıkları arasında bir boşluk var. İddia edildiğinin aksine, AKP tabanı iktidarın dayattığı şeyleri söylemiyor, nafaka hakkında da erken yaşta evlilikte de İstanbul Sözleşmesi’nin kaldırılması konusunda da.

David Gilmour’ı andınız, Roger Waters’la aranız nasıl?

Gitaristlerle daha rahat ilişki kuruyorum, Pink Floyd’da taraf tutmuş gibi olmayayım tabii… (gülüyor) Ama Roger Waters’ı biraz didaktik buluyorum. İlk gençliğimde severdim, şimdi biraz mesafeli hissediyorum.

Waters’ın Filistin meselesinde aldığı tutumu, İsrail’e yönelik boykot çağrılarını nasıl değerlendiriyorsunuz?

Uluslararası çapta bilinirliği olan bir sanatçının böyle bir tutum alması kesinlikle çok değerli. Ancak, keşke bu antikapitalist tutumunu, duruşunu Türkiye’ye geldiğinde bilet fiyatlarında da görebilseydik mesela. Ya da Pink Floyd markasını sahiplenişi de bana hiç temsil etmeye çalıştığı politik tutumu yansıtıyor gibi gelmiyor. Yine de sever, takip ederim. 

Hiphop’la aranız nasıl? Susamam örneğin epey yankı uyandırdı, sizin ilginizi çekti mi?

Hiphop dinlemeye çalışıyorum. Ama zorlanıyorum biraz. Susamam çok değerli bir çaba, klip de çok etkileyiciydi. Türkiye’de bu müziği dinleyen çok sayıda insan var. Hiphop’un etkileme gücünü görebiliyorum. Ezhel’in yaşadıkları, ona yaşatılanlar bence çok önemli bir politik dönüşüm gücü barındırıyor. Ben müziğin kalbimi hareketlendirmesini bekliyorum. Hiphop bana bunu yapmıyor. Bunu sadece etnik müzik ve rock yapıyor. David Gilmour varoluşuma dair bir sürü şey söylüyor mesela. Bu aralar Jeff Beck’in bir-iki şarkısı üzerine çalışıyorum, bitirebilirsem cover yapıp YouTube’a yüklemek istiyorum.

Havle kadın Derneği konferansı. Taksim, Kasım 2019

Jeff Beck’in hangi şarkıları onlar? 

“Cause We’ve Ended As Lovers” milyon kez dinlesem yorulmayacağım şarkısı. Şarkı ismi ezberlemekle aram yok, ama bu şarkının her notasını ezbere biliyorum. “Goodbye Pork Pie Hat” de çok etkileyici bir parça.

Bugünlerde duygularınıza en iyi tercüman olan şarkılar neler?

Zor soru… (gülüyor) Başta aklıma böyle karanlık, biraz buruk, direnişi hatırlatan parçalar geldi ama, yine de keyifle gırgıra aldığımız günlere dönmek umuduyla Sezen Aksu ve Aysel Gürel ikilisinden efsanevi parça “Adem Olan Anlar” demek isterim: “Ben seni sevmedim Adem / Doğruyu duymak istiyorsun madem / Alt tarafı bir elma yedik beraber / Zehir zıkkım oldu bize bal badem”.

Müzikle ilgili bir hayaliniz var mı?

Bestelerimden bir albüm, en azından single yapmak istiyorum. Bir aranjöre para verip bir albüm yapmak yerine, kolektif  üretim takıntım olduğu için benim gibi müzik yapan veya beraber müzik yapabileceğimiz birileriyle besteleri yorumlamak, çalmak ve onlarla albümler yapmak istiyorum. Ne zaman zamanı gelirse o zaman yapacağım. Acelem yok. Yakınlarda Filistinli bir arkadaşla bir şeyler yaptık. Film müziği yapmak isterim. Kendime başarı hedefleri koymayı bıraktım bir süre önce ve bu bana çok iyi geldi. Nasıl hissediyorsam, birileri de buna katılıyorsa devam ediyorum.

Yıllarca Pink Floyd, Led Zeppelin, Deep Purple, Queen dinledim, hâlâ sık sık dinlerim. Bu aralar Jeff Beck’in bir-iki şarkısı üzerine çalışıyorum. Sister Rosetta Tharpe beni çok etkilemişti. Ben müziğin kalbimi hareketlendirmesini bekliyorum. Hiphop bana bunu yapmıyor. Etnik müzik ve rock yapıyor. David Gilmour varoluşuma dair bir sürü şey söylüyor mesela.

Diyarbakırlısınız, Kürtçe biliyor musunuz?

Kürtçe bilmiyorum, ama bilmek isterdim. Dört yaşıma kadar Diyarbakır’da kaldım. Babam Diyarbakır’da okutman olarak çalışıyordu, o nedenle orada doğdum. Babamın ‘90’lara dair, bölgeyle ilgili gözlemleri ve anlatımlarıyla büyüdük. Benim aktivizme ilk girişim bu anlatılardan beslendi diyebilirim. Babam “böyle bir mağduriyet var, bilin” diye anlatırdı.

Kürt kadın hareketinin maruz kaldığı saldırıları nasıl değerlendiriyorsunuz?

Yakın zamanda Rosa Kadın Derneği’nin başındaki kadınları gözaltına aldılar. Tanıdığım birçok kadın şu an içerde ve bölgede çokça yaşanıyor bunlar. Bazı kadınlar çalışmalarına devam edemiyor. Her şeye rağmen ayakta kalmak ve mücadelelerine devam etmek için harcadıkları çaba çok ilham verici. Ben kendi adıma bu kadar güçlü olamazdım diye düşünüyorum. Öte yandan, Kürt kadınlarının Türkiye’deki kadın hareketinin kapsayıcılığına dair önemli eleştirileri oldu ve katkı sağladılar. 

Kadın ve Demokrasi Derneği (KADEM) bir açıklama yaparak İstanbul Sözleşmesi’ne destek verdi. Etkili olabilirler mi?

Feminist bir söylemi benimsemeseler de KADEM’in tavrı önemli. Ancak, AKP’li kadınlar parti içinde veya dışında karar verme konumunda değiller. Parti içinde emek veren, çalışıp oy toplayan, bilgi üreten kadınlar alınan kararlarda söz sahibi olamadılar bugüne kadar. Bunu ciddiyetle ve sorumluluğunu kabul eder bir şekilde tartıştıkları, mücadele verdikleri zamanı da görürüz diye umuyorum. 

5 Ağustos Çarşamba günü, kadınların talebini bir kez daha yüksek sesle dile getirmek için saat 19’da Kadıköy Beşiktaş İskelesi’nde buluşacağız. “Haklarımızdan Vazgeçmiyoruz, İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula!” diyeceğiz.

5 Ağustos’ta, AKP MYK’sında İstanbul Sözleşmesi’nin iptalinin gündeme geleceği söyleniyor…

Bir parti MYK’sında ülkedeki tüm kadınları ilgilendiren bir kararın verilebiliyor olmasına itirazımız var! 5 Ağustos Çarşamba günü, kadınların talebini bir kez daha yüksek sesle dile getirmek için saat 19’da Kadıköy Beşiktaş İskelesi’nde buluşacağız. “Haklarımızdan Vazgeçmiyoruz, İstanbul Sözleşmesi’ni Uygula!” diyeceğiz.

Sözleşmeden çekilme kararı çıkarsa, EŞİK mücadeleye devam edecek mi?

Eğer gerçekten böyle korkunç bir senaryo gerçeğe dönüşürse, sonrasında anayasadaki ilgili maddeler de gündeme gelecek ve çok daha kötü senaryoları konuşmaya başlayacağız. Kadına yönelik şiddetle böylesine sistematik mücadele ve önleme mekanizmaları içeren bir sözleşmenin yokluğu ilerleyen dönemlerdeki mücadelenin gücünü de olumsuz yönde etkileyecek, önemli zeminlerimizden biri elimizden alınacak. Ancak böyle bir durumun olmayacağını umut ediyoruz, şimdilik olmaması için elimizden geleni yapmak üzerine stratejimizi kuruyoruz.

^