AYASOFYA, TÜRK-İSLÂM SENTEZİ VE “YENİ TÜRKİYE”

Söyleşi: Alican Tayla
24 Temmuz 2020
SATIRBAŞLARI
Lozan Antlaşması’nın yıldönümü yeni Ayasofya Camii’nde namaz kılınarak kutlanırken biraz geriye uzanıp, biraz “dışarıdan” bakınca Ayasofya’nın camiye çevrilmesi nasıl görülüyor sorusuna cevap aramak için uzun yıllar Türk-İslâm sentezi ve Türk milliyetçiliği üzerine çalışan Fransız tarihçi Étienne Copeaux’nun kapısını çaldık.


Cumhurbaşkanı Erdoğan Lozan Antlaşması’nın yıldönümü olan 24 Temmuz’da Ayasofya’da cuma namazı kılacağını duyurdu. 1934’ten beri müze statüsünde olan Ayasofya’nın yeniden camiye çevrilmesi hakkında neler düşünüyorsunuz ?

Étienne Copeaux: Batı medyasındaki tepkinin boyutları şaşırtıcı. Erdoğan en azından Türkiye’den söz ettirebilme “başarısını” göstermiş oldu. Ondan önce Türkiye, o değişmez “Müslüman âleminin yegâne laik ülkesi” imajı sayesinde her ne yapsa sineye çekilen bir tür sevimsiz ve tuhaf dost olarak görülüyordu. Batı medya organlarının bu eskiye dayanan ilgisizliği nedeniyle, bugün olup biten her şey onlara yeni gibi geliyor; bu nedenle de onların gözünde Erdoğan bir kopuş teşkil ediyormuş gibi görünüyor. Burada yeni olan, baskının boyutları. Ancak, Erdoğan bir kopuş figüründen ziyade eskiye dayanan bir ideolojinin ürünü. Bana kalırsa, bu konuda süreklilik arz eden öğelerle ilgilenmekte fayda var.

Étienne Copeaux (Fotoğraf: Bayram Balcı)

Ayasofya hakkındaki tartışmaların geçmişine odaklanan hiçbir analize rastlamadım, ne yakın tarihtekilere (1950’li yıllara kadar sürmüş olan tartışmalara), ne de daha uzak geçmiştekilere (bazilikanın Müslümanlar için kutsal değeri konusundaki tartışmalara)… Medya bıkmadan usanmadan bu konudaki perspektifini Atatürk’e dayandırıyor. Ancak, idealleştirilmiş, laikliğin kahramanı ve müjdecisi olarak algılanan bir Atatürk bu; Ayasofya’nın müzeye dönüştürülmesi de laikliğin sembolü olarak görülüyor. Ancak, kimse Ayasofya müzesinin Türkiye’de Atatürk yönetimi öncesinde, esnasında ve sonrasında yaşanan etnik-dinsel temizliği gizleyen –ve bugün de başarıyla gizlemeyi sürdüren– bir perdeleme işlevi gördüğünü görmezden geliyor.

Ayasofya 500 yıl boyunca camiydi ve şimdi yeniden camiye dönüştürülüyor. Ne olmuş yani? Eğer bu eseri, Türkiye’deki herhangi başka bir cami için söz konusu olduğu gibi, ziyaret etmek mümkünse, eğer mozaikler sökülmüyor, zarar görmüyor ya da örtülmüyorsa, buradaki sorunun ne olduğunu anlamıyorum. Batı dünyasının son derece ateşli tepkisinin, İstanbul’da yabancı –Fransa, Almanya, Hollanda, İsveç– arkeoloji enstitülerinin kurulduğu dönemde hâkim olan ruh halinin aynısından kaynaklandığını düşünüyorum. O zaman söz konusu olan, Doğu’da bulunan Yunan-Roma “mirasımıza” göz kulak olmaktı. Aynı şekilde, Ayasofya konusundaki güncel tepkilerin de “bu bizimdir” anlamını taşıdığı söylenemez mi?

Müslüman olmayan nüfusun neredeyse tamamı ortadan kaldırıldıktan sonra laiklik nasıl varolabilirdi ki? Laikliğin varolabilmesi için her şeyden önce Sünni Müslümanlar ile Aleviler arasında tam bir eşitliğin tesis edilmesi gerekirdi.

Sonuçta, bu din bağlamında ortaya çıkan bir sorun değil. İslâm ve Hıristiyanlığın ortak kökleri var, İsa ve Meryem Kuran’da ve İslâm geleneğindeki birçok dini metinde saygıyla anılıyor. Sorun Ayasofya’nın Türk milliyetçiliğinde –ve aynı zamanda Yunan milliyetçiliğinde– güçlü bir koz, bir odak noktası olması. Türk tarafında, 1953’ten bu yana, bu yapının yeniden Müslümanların ibadetine açılmasına yönelik gösteri ve taleplerin tamamı milliyetçi-İslâmcı örgütlerin işi.

Peki, böyle bir adımı bugün atmaktaki maksat ne? Cumhuriyet dönemine ait bir sayfayı kapatmak mı, yoksa sadece laikliğe dair bir simgeyi alaşağı etmek mi?

Her ne kadar bu konudaki talepler eski olsa da, Erdoğan bu işi yapmak için uygun ânı seçti ve paradoksal biçimde bunu gücünün ve popülerliğinin zirvesindeyken yapmadı, tam tersine… Hiç şüphesiz, dünyanın kayıtsız kalamayacağı ve özellikle de ülke nüfusunun milliyetçi-İslâmcı kesimleri, hatta dindar kesimleri tarafından olumlu karşılanacak görkemli bir hamleye ihtiyaç duyuyordu. Laikliğe dair bir simgeyi alaşağı etme konusunda gelince… Türkiye kamuoyunun bir kısmının laiklik sözcüğünü ne anladığı ne de sevdiği bir gerçek. Bununla beraber –gene aynı şeyi söyleyeceğim– halkın bu kesimi açısından sorun nedir? Bu insanlar “yüzde 99’u Müslüman” bir ülkede yaşıyor ve bununla gurur duyuyorlar, onlar için binlerce cami yapıldı –ve bu Erdoğan’la başlamadı! Hemen hemen her tarafta terk edilmiş kiliseler olduğu halde neden bu ülkede artık sadece Müslümanların yaşıyor olduğu sorusunu kendilerine pek sormuyorlar: Tarih onlar için silinmiş durumda ve bunu başlatan Atatürk oldu!

Mustafa Kemal’in Ayasofya ziyareti (1935)

Bence bu Erdoğan için karşılığında hiçbir bedel ödemesi gerekmeyen bir propaganda manevrası. Zaten Kürtlere karşı siyaseti, Suriye ve şimdi de Libya siyaseti nedeniyle Batı nezdindeki sempatisini kaybetmiş durumdaydı, şimdi de Batı’da, ama aynı zamanda da Türk entelektüelleri arasında –bu konuda Aslı Erdoğan’ın Le Monde’da çıkan 17 Temmuz tarihli yazısına bakabilirsiniz– bir provokasyon olarak, “laikliğin terk edilmesi” olarak görülen böyle bir hamleye kalkışabiliyor. Oysa, laiklik hiçbir zaman varolmadı; otuz yıla yayılan çalışmalarımda buna dair sayısız kanıt gösterdim. Her şey bir yana, Müslüman olmayan nüfusun neredeyse tamamı ortadan kaldırıldıktan sonra laiklik nasıl varolabilirdi ki? Laikliğin varolabilmesi için her şeyden önce Sünni Müslümanlar ile Aleviler arasında tam bir eşitliğin tesis edilmesi gerekirdi.
Dolayısıyla, Ayasofya meselesi benim açımdan ilgiye değer bir konu değil. Burada ilginç olan tepkiler.

Ayasofya milliyetçiler, İslâmcılar, ulusalcılar, Kemalistler gibi farklı kesimler için neyi simgeliyor?

Bu konuda muhtelif kesimleri ayrı ayrı ele almak gerekiyor. Dini açıdan, mesele Fatih’in şehrin ele geçirilmesi sonrası Ayasofya’da kıldığı meşhur namazla başlıyor. Bu kurucu bir edim, mülkiyetin ele geçirilmesi edimi. Ama bir de Muhammed’in, Konstantinopolis’i ele geçirenin lâyık olduğu şanı müjdeleyen hadisi var –ki bu hadis özellikle okul kitaplarında sık sık alıntılanır. Ve tabii, Stefanos Yerasimos’un Ayasofya üzerine kitabında[i] sözünü ettiği efsane var: Buna göre, kubbenin bir deprem esnasında yıkılması tam olarak Peygamber’in doğduğu geceye denk gelmiştir ve peygamber Bizans imparatorunu rüyasında ziyaret ederek ona kiliseyi yeniden inşa etme yetkisini vermiştir, zira, dediğine göre, “müminlerim bir gün orada namaz kılacaktır”.

Kemalist bakış açısına göre, beş kurucu olay var ve Fetih bunlardan biri değil: Orta Asya’dan göçler, Orhun kültürü, Maveraünnehir’deki Türk-Müslüman devletler, Malazgirt Savaşı… Ve buradan Çanakkale Savaşı’na atlanır. Tezimi yazdığım dönemden beri –ki Refah’ın ilk yükselişe geçtiği döneme denk düşüyor– Fetih’in altıncı kurucu olay haline geleceğini öngörüyordum.

Bana öyle geliyor ki, bu noktada meselenin Türk-Müslümanlar tarafından algılanışında temel bir şey söz konusu: bir kehanet, bir kutsanma. Bu durumu çok iyi örnekleyen bir olgu da var: İmparatorluk döneminde dinibütün Müslümanlar Ramazan’ın sonundaki Kadir Gecesi’ni Ayasofya’da geçirirlerdi. Bu binaya ve onun –evrensel anlamıyla– dinsellik adına temsil ettiklerine yönelik derin bir saygıyı ifade eden böyle bir dizi temsil, inanış ve tutum var. Ayasofya (Hagia Sophia) isminin, yani Hıristiyan ve Yunan isminin bütün Müslüman dönem boyunca korunmuş olmasının da belki bu saygının bir simgesi olduğu düşünülebilir. Almanya’da dikkat çekici bir biçimde birkaç Ayasofya Camii vardır, en azından 1990’lı yıllardan beri! Ve Ayasofya Camii ifadesi mümin Türklere kesinlikle paradoksal görünmüyor.

İkinci kesim milliyetçi-İslâmcı kesim. Bu akımın takipçileri Ayasofya’nın kendilerinden çalındığı görüşünde. Onlara göre, 1453’teki Fetih tıpkı Malazgirt Savaşı (1071) gibi Türkiye için kurucu bir olaydır. Oysa ders kitaplarından hareketle incelediğim Kemalist bakış açısına göre beş kurucu olay var ve Fetih bunlardan biri değil: Orta Asya’dan göçler, Orhun kültürü, Maveraünnehir’deki Türk-Müslüman devletler, Malazgirt Savaşı… Ve buradan da Çanakkale Savaşı’na atlanır. Tezimi yazdığım dönemden beri –ki bu Refah Partisi’nin ilk yükselişe geçtiği döneme denk düşüyor– Fetih’in altıncı kurucu olay haline geleceğini öngörüyordum. Necmettin Erbakan büyük geçit törenleri düzenleyerek –ve bu törenlerin rotasını provokasyon amacıyla Osmanlı gemilerinin karadaki güzergâhını takip edecek şekilde Taksim’den geçirerek– bunu yapmayı denedi. Ancak, bütün medyayı kullanarak bunu yapmayı başaran Erdoğan oldu. Kendisi aynı zamanda Malazgirt’e de yeni bir kutsal anlam kazandırdı ve bu iki olay “Türkiye”nin kuruluşunu dinsellikle çerçeveler oldu.

Ayasofya’nın tadilatını yapan mimar Fossati’nin 1852 tarihli albümünden

Kemalist kesime gelecek olursak, burası benim için bir muamma. Görünen o ki, CHP’nin bu konuya tepkisi yumuşak, hatta namevcut, hatta ve hatta destekleyici. Erdoğan’ın kendisini Kemalizmi yıkan bir figür olarak ortaya koyduğunu düşünmüyorum. Kemalizm onun için bir hayli kullanışlı, eşi benzeri olmayan bir kontrol aracı, Erdoğan bunu yapmaya kalkışmayacaktır. Ayrıca bir vasi, baba ve güven figürü olarak Atatürk’ün yerini kendisinin alamayacağını biliyor: Erdoğan ne bir kahraman, ne de bir gazi. Bana göre Atatürk’e ihtiyacı var. Ancak –bunu son yıllardaki Malazgirt törenlerinde gözlemlemek mümkündür– Erdoğan Atatürk’ü bir öncü, yenilikçi, devrimci figür olarak değil, Müslüman Türklüğün devamlılığını sağlayan bir kahraman olarak, Alparslan’ın ve tabii artık Fatih Sultan Mehmet’in bir halefi olarak gündeme getiriyor. Uzun vadede Kemalistlerin böylesi bir bakıştan tatmin olmaları mümkündür. Bunu ancak Erdoğan şu veya bu şekilde gittiğinde bilebileceğiz.

Fazla otoriter bulunan ya da pasiflikleri veya beceriksizlikleri nedeniyle imparatorluğun parçalanmasından sorumlu tutulan gerileme dönemi padişahları bir kenara bırakılırsa, ders kitaplarında padişahlar genelde sahiplenilir. Kemalist Cumhuriyet ile Osmanlı İmparatorluğu arasında ne tür kopuş ve devamlılık unsurları gözlemleniyor ?

Bütün hayatımı Türk ders kitapları arasında geçirmek gibi bir niyetim olmadığı için ancak 1993’e kadarki kitaplar hakkında konuşabilirim. Sonraki dönem üzerine tamamlanmış ya da sürmekte olan bir çalışmanın olup olmadığını bilmiyorum. Üzerinde çalıştığım 60 yıllık dönemden bahsedecek olursam, bu dönemde Fetih üzerine anlatının büyük oranda düz, “sade” olduğunu, yani neredeyse ideolojiden arınmış, son derece olgusal bir anlatı olduğunu söyleyebilirim. Ben ideoloji üzerine bir araştırma yaptığım için, Osmanlı tarihiyle ilgili bölümlerin üzerinden daha yüzeysel bir şekilde geçmiştim.

Kemalizm Erdoğan için hayli kullanışlı, eşi benzeri olmayan bir kontrol aracı. Ayrıca bir vasi, baba ve güven figürü olarak Atatürk’ün yerini alamayacağını biliyor: Erdoğan ne bir kahraman, ne de bir gazi. Bana göre Atatürk’e ihtiyacı var.

Ancak daha sonra, Yugoslavya’daki olaylar üzerine, bu ulusal anlatıda Balkanlar’ın nasıl algılandığını incelemek için Osmanlı tarihine geri döndüm. Bu algı oldukça kuvvetli, Balkan yarımadasının aşamalı fethi gerçekten Türklerin yüreklerine seslenen bir olay. Sonuçta birçok Türkün eski Yugoslavya’dan, Makedonya’dan, Epirus’tan gelen kökenleri, ataları var. Tam anlamıyla Osmanlı tarihinin parçası olduğu için de, 14. yüzyıla, yani Fetih’in hayli öncesine kadar uzanan bu zaptetme dönemi üç ayrı duyguyla yüklü: Balkan Savaşları esnasında (1912) bu bölgelerin kaybedilmiş olmasından kaynaklanan duygu, 1923’te Müslümanların bir kısmının Anadolu’ya sürülmesinin yol açtığı duygu ve Saraybosna kuşatması ve Srebrenica katliamı gibi dramatik olayları içeren Yugoslavya Savaşı’nın yol açtığı duygu… O dönemde, Osmanlı-Balkan dünyasına dair algının İslâmcı-muhafazakâr kesimlerde kanayan bir yara olduğuna tanıklık ettim. Bu durumun ifade bulduğu bir deyiş de vardı: “Osmanlı gitti, huzur bitti”. Avrupalılar bu tarihi bilmiyor, çünkü okullarda onlara bu öğretilmiyor. Ancak, Bosna, Kosova ve Arnavutluk’u içeren, Türkiye’deki İslâmcı çevrelerin kendilerini hâmisi hissettikleri Müslüman bir Avrupa var: “Bu bizim mirasımızdır”, “bu Türklerin Avrupa’ya vurduğu damgadır”.

Benjamin Constant, II. Mehmed’in Kostantiniye’ye Girişi (The Entry of Mahomet II into Constantinople), 1876

Bütün bunlardan söz ediyorum, çünkü bana öyle geliyor ki, Türkiye kamuoyunun zihninde bu noktada derin bir kopuş söz konusu. Bu kopuş imparatorluktan cumhuriyete geçişle örtüşüyor, ancak tam manasıyla rejim değişikliğiyle ilişkili değil.

Bu son noktayla ilgili olarak: Kemalist tarih anlatısı insanları 1919-1923 döneminde bir kopuşun söz konusu olduğuna inandırmak için elinden geleni yaptı; hatta bu, Ermeni soykırımı lekesinden kurtulmak için kullanılan argümanlardan biri oldu: “Biz yapmadık, Osmanlılar yaptı”. Ancak, Taner Akçam ve benzerleri gibi tarihçiler sayesinde siyasi kadrolarda tam bir devamlılık olduğunu biliyoruz.

Bugün Türk-İslâm sentezinin devletin resmi ideolojisi haline geldiği söylenebilir mi? Sadece AKP-MHP iktidar bloku için değil, CHP başta olmak üzere, muhalefetin büyük bir kısmı için de. Birinci kesim için hâkim olan İslâm, diğerleri için ise Türklük, ancak sonuçta sentez aynı değil mi?

Benim gözümde mesele basit: Kurumsal solda ya da Kemalistler arasında etki gücü yüksek bir siyasetçi ulusun temelinin İslâm olmadığını açıkça ve kamuoyu önünde ilan etmediği müddetçe, diğer dinler (İslâm haricindekiler ya da Alevilik) Sünni İslâm ile eşit koşullara sahip olmadığı müddetçe, diğer dinlere yönelik suçlar –sadece cinayetler değil, kilise ve mezarlıklara yönelik saldırılar da– gerektiği gibi kınanıp cezalandırılmadığı müddetçe, Ermeni soykırımı ve İstanbul Rumlarının 1955’te sürülüşleri en üst seviyede kınanmadığı müddetçe, Türkiye’nin fiiliayatta bu Türk-İslâm sentezi ideolojisinin, ki bu kavram daha 1918’de Ziya Gökalp tarafından kullanılmıştı, hâkimiyeti altında olduğu söylenebilir.

Erdoğan Atatürk’ü bir öncü, yenilikçi, devrimci figür olarak değil, Müslüman Türklüğün devamlılığını sağlayan bir kahraman olarak, Alparslan’ın ve tabii artık Fatih Sultan Mehmet’in halefi olarak gündeme getiriyor. Uzun vadede Kemalistlerin böyle bir bakıştan tatmin olmaları mümkündür.

Ancak bu süreç 1980 darbesi eliyle de güçlendi: Generaller, tıpkı Afganistan’daki Amerikalıların yaptığı gibi, komünizmle din yoluyla mücadele edebileceklerine inandılar ve din askerlerden destek gördü. Kimi aydınlar, örneğin Baskın Oran, o zamanlar Fransa’daki kamuoyunu Türk-İslâm sentezinin yeniden mevzi kazanışına ve Kemalizmle beraber yerleşen bu tuhaf karışıma karşı sıkça uyarıyordu. “Sentez” akımı 1970’li yıllarda Aydınlar Ocağı’nın –ki etkili üyeleri arasında Özal da vardır– kurulmasından beri kuluçkada ısıtılıyordu. Erdoğan bu akımın mükemmel bir ürünü ve yürüttüğü siyaset baştan sona ve hiç çekinmeden, uzun vadeye yayarak bunun bir uygulaması.

20. yüzyılın başlarında Ayasofya’nın önü. Fotoğraf: Aşil Samancı 

Doktora tez konunuz olarak Türk milliyetçiliğini ve 1931-1993 arasındaki okul kitaplarının incelenmesini seçmeniz nasıl oldu ?

Tezime başladığımda zaten 25 yıllık bir lise öğretmenliği geçmişim vardı. Okul kitaplarının, bu kitapların aktardığı –ve her zaman öğretmeninkilerle örtüşmeyen– değerlerin yapısöküme uğratılması işine kendimi vermiştim. Hatta militan bir dergide, 1970’lerde coğrafya kitapları yoluyla neoliberalizmin değerlerinin nasıl yayıldığı üzerine bir makale bile yazmıştım. Dil yoluyla, resimler ya da haritalar yoluyla alttan alta incelikle ifade edilen bu değerleri saptamak ve öğrencileri bu konuda bilinçlendirmek gerekiyor. Burada söz konusu olan kapsamlı bir söylem ve görsel göstergebilim analizi çalışması… Sanıyorum bunu yapan ilk kişi oldum ve bunu kendi başıma, Türkiye ve Türkçe için üretmek zorunda kaldığım dilbilimsel araçlarla yaptım.

Türkiye’yi tanıdığım, Türkçe kavramlara aşina olduğum için, bizimkinden farklı bir “dünya görüşü” üzerine çalışmayı seçtim. Dolayısıyla ENS, EHESS, INALCO[ii] gibi bir “kral yolu”ndan gelmiyorum kesinlikle. Ben dışarıdan gelmeyim, bir kasaba okulunda lise öğretmenliği yapıyordum. Bu durum daha sonra hayli küçümsenmeme yol açtı, fakat ben tam da bu dışarıdan gelmeliğim, bu formatlanmamış bakış sayesinde konuyu yeni bir açıdan ele alabildim. İki anlamda da dışarıdandım: Hem Türkiye’nin dışındandım, hem de Türkolojinin ve hatta üniversite dünyasının dışından geliyordum.

Türk-İslâm sentezi akımı 1970’lerde Aydınlar Ocağı’nın –ki etkili üyeleri arasında Özal da vardır– kurulmasından beri kuluçkada ısıtılıyordu. Erdoğan bu akımın mükemmel bir ürünü ve yürüttüğü siyaset baştan sona ve hiç çekinmeden, uzun vadeye yayarak bunun bir uygulaması.

II. Mehmet ve Konstantinopolis’in fethi Türk ders kitaplarında nasıl ele alınıyor?

Bu konuda da 1980-1990’lı yıllara dek anlatıda duygusal ya da ideolojik unsura çok az rastlanıyor. O tarihten itibaren Fetih “uzun süreli” [long temps / longue durée] bir tarihsel perspektif bağlamında algılanıyor ve Türklerin tarihlerinin en başından itibaren alınlarına yazılmış olan, öngörülmüş bir şeyi başarmaları gerektiğini söyleyen ereksel bir hikâyenin parçası oluyor. Osmanlı İmparatorluğu Boğaziçi’ni kontrol altında tutmayı sürdüren Konstantinopolis’in etrafını kuşatıyor: Şehrin alınışı o dönemde tamamen Balkan-Anadolu toprağı olan bir bölgedeki son eksiğin tamamlanması anlamına geliyor.

Her ne kadar anlatı 1980’lere kadar bir hayli nötr olsa da, gene de dinsel bir yönelimi takip ediyor. Askeri bir anlamı olan zafer ya da zapt yerine “İslâm’a açılış” anlamına gelen fetih kelimesinin kullanımı sistematik hale geliyor. 1985’te olayın dini açıdan meşrulaştırılması devreye giriyor; 1990’dan itibaren, Fetih’e bir kehanetin gerçekleşmesi niteliğini veren Muhammed’in hadisi sistematik olarak alıntılanıyor. Ve bu bağlamda, “peygamber” yerine “peygamberimiz”den söz ediliyor ki, bu tek bir kelime yoluyla, Erdoğan’ın bugün Ayasofya’ya yaptığı müdahalenin yaptığından çok daha etkili bir şekilde laikliğin tahrip edilmesi demek.

Ayasofya önünde Fetih kutlaması (2015) 

Buna ilaveten, bu anlatı Türkleri Arapların başaramamış olduğu şeyi başarmış olmaları nedeniyle onurlandırıyor: Burada gene birçok başka vesileyle de ortaya çıkan Türk-Arap rekabeti söz konusu. Üstelik Türk “tarihsel çağları açıp kapatan kişi”ye dönüşüyor, zira 1453 Ortaçağ’ın sonu olarak kabul ediliyor. Türk Rönesans’ın ortaya çıkmasına yol açan kişidir, zira Avrupalılar Türklerle temasa geçtiklerinde “düşünce özgürlüğünü” ve her şeyden öte, ders kitaplarına göre “Türklere özgü bir erdem olan hoşgörüyü öğrenmişlerdir” (Ermeniler bunun kıymetini çok iyi anlayacaklardır). Gene Türkler “sayesinde”, Konstantinopolis’in okur yazar insanları İtalya’ya giderek orada Yunan kültürünü yaymışlardır. Ayrıca, Avrupalılar yeni ticaret yolları bulmak zorunda kalmışlar ve bu da Büyük Keşifler’e yol açmıştır. Kısacası, Türklerin tarihin akışına müdahaleleri sonucunda Avrupa’nın kalkınması mümkün olmuştur. Mehmet Altay Köymen adında bir yazar buna 1990’da şunu ilave eder: “Bu, üstün konumdaki bir medeniyetin ve halkın, yozlaşmış ve bozulmuş bir medeniyet ve halk karşısındaki başarısıdır.”

  1. yüzyılın sonunda tarih ders kitaplarını baştan aşağı etkisi altına alan görüş, 1953’te Fetih’in 500. yılı vesilesiyle milliyetçi tarihçi Hâmi Danişmend’in La Valeur humaine et civilisatrice de la conquête de Constantinople [Konstantinopolis’in Fethinin İnsani ve Medeni Değeri] başlığıyla Fransızca olarak yayınladığı ve bütün bunları anlattığı kitapçıkta ifade bulan görüştür. Onun bakış açısının ders kitaplarında hâkim hale gelmesi için aradan kırk yıl geçmesi gerekmiştir. Bunun üstüne de, Erdoğan’ın bu görüşü fiiliyata geçirmesi, yani 1994’te İstanbul belediye başkanı olarak seçildiğinde vaat ettiği doğrultuda Ayasofya’nın İslâm’a yeniden kazandırılması için bir otuz yıl daha geçmesi gerekmiştir.

1990’dan itibaren, Fetih’e bir kehanetin gerçekleşmesi niteliğini veren Muhammed’in hadisi sistematik olarak alıntılanıyor. Ve bu bağlamda, “peygamber” yerine “peygamberimiz”den söz ediliyor ki, bu tek bir kelime yoluyla, Erdoğan’ın Ayasofya’ya yaptığı müdahalenin yaptığından çok daha etkili bir şekilde laikliğin tahrip edilmesi demek.

Birkaç senedir Fetih’in ve bu arada Malazgirt’in yıldönümü vesilesiyle yapılan kutlamalarda gayet iyi görüldüğü üzere, Fatih Sultan Mehmet Erdoğan’ın, çevresinin ve seçmenlerinin en büyük kahramanıdır. Kendisi Attila – Bilge Kağan – Alparslan – Fatih – Atatürk’ten oluşan kahramanlar zincirinin bir parçasıdır, ancak bunların hepsine hâkim konumdadır.

Fransa’daki ders kitaplarında Konstantinopolis’in Osmanlı İmparatorluğu tarafından fethine nasıl bir yer veriliyor ?

Öğretmenlik yaptığım yıllardan hatırladığım kadarıyla, Fransa’da bu konudaki anlatıda pek duygusal bir hava söz konusu değil. Bu konuda ciddi bir üzüntüden, Türk karşıtlığından, hele hele İslâm karşıtlığından söz edemeyiz. Zira burada söz konusu olan, ortaokulun ikinci sınıfında Avrupa-dışı bir medeniyet örneğinin işlenmesidir. Dolayısıyla, asıl ön plana konan unsurlar Süleyman’ın muhteşem eserleridir. Çarpıcı olan bir nokta, bu tarihe yönelik popüler bir hevesin olması. Bunu tezimin Konstantinopolis’in alınışıyla ilgili bölümünü internette paylaştığımda fark ettim; academia.edu’de yayınladığım metinler arasında açık arayla en çok okunan metin bu oldu.

Çeviren: Kerem Eksen 

[i] Stefanos Yerasimos, Konstantiniye ve Ayasofya Efsaneleri, çev. Şirin Tekeli, İletişim Yayınları, 2014.
[ii] ENS: École Normale Supérieure , Yükseköğrenim okulu, Fransa’nın en prestijli yükseköğrenim kurumu.
EHESS: École des hautes études en sciences sociales, Sosyal Bilimler Yüksek Okulu.
INALCO: Institut national des langues et civilisations orientales, Doğu Dilleri ve Uygarlıkları Enstitüsü.
^