COVID-19, HUKUK DEVLETLERİ VE TÜRKİYE

Orhan Gazi Ertekin
11 Nisan 2020
SATIRBAŞLARI

Hepimiz yurttaşız, ve ama hepimiz her an “terörist” sayılabiliriz. Terörist sayıldığımız anda da yurttaşlık sizlere ömür. Hatta “insan”lık da. 12 Eylül rejiminin veciz ifadesiyle, “insan hakları insanlar içindir”. Kimin insan sayılıp insan haklarından yararlanacağına, mühür kimdeyse o karar verir. Artık eskinin olağanüstü halinde olmasak da, yeninin olağanüstü hali insan hakları kavramını lafzen reddetmese de, Avrupa İnsan Hakları Mahkemesi diye bir merci olsa da, egemen hukuk düzeni “insan haklarını hak edenler – etmeyenler” ayrımıyla işliyor. Ancak, bu ayrımın muğlaklığı mütemadiyen kimin yurttaş, kimin terörist olduğuna karar verilmesini gerektiriyor. Ve kâh devletin âli çıkarları, kâh milletin bekası adına her defasında “gereği” yapılıyor. Bugünlere böyle gelindi, şimdi Covid-19’la yeni bir döneme giriliyor. Yeni dönemde, söz konusu ayrımın keskinleşme ihtimali çok yüksek. Dünyada ve Türkiye’de iktidarların niyet beyanları ve insan haklarını tanımayan uygulamaları sökün ederken toplumsal muhalefet nasıl bir tutum almalı? Demokrat Yargı Derneği eşbaşkanı, kamu hukuku uzmanı, hâkim Orhan Gazi Ertekin’i dinliyoruz. 
Pieter Bruegel, Ölümün Zaferi’nden detay, 1562

Covid-19 insanlığın varoluşundan bu yana bilinçaltında sakladığı “kıyamet” kaygılarını bir kez daha ortaya çıkardı. Kendi türümüzü doğadan ayırdığımız ilk andan itibaren gelecekte de eskisi gibi olup olamayacağımız kaygısı toplumsal ve siyasal hayatımızın belirleyici unsurlarından oldu. Bugün Covid-19 nedeniyle yaşadığımız kriz ise “eskisi gibi olamama kaygısı” ile “yeni bir dünya beklentisi”nin iç içe geçtiği karmaşık bir ruh halini getirdiği gibi, türümüzün varoluş kaygıları ile peygamberi kurtuluş çağrılarını içeren analizler birbirleriyle yarışırcasına ortaya döküldü. 

Agamben, Žižek, Badiou’nun korona bahsi üzerinden bize seslenmelerini zaten dört gözle bekliyorduk, ki önemli vurgularına kulak tıkamak bizi apokaliptik edebiyat içinde boğulmaya sürüklenmek sonucunu doğurabilir. Gerçi zamanı uzun bir ölçek (longue durée) içinde ele aldığımızda, insanlık tarihi açısından hiç de yeni olmayan bir dönemi yaşadığımızı fark etmek zor değil.

Buna karşılık, yaşadığımız korona günleri ve post-korona bahsi, bugün asıl olarak haklarımız, hukuk devletleri ve yeni yönetim stratejilerine odaklanmayı gerekli kılıyor. Bu bahiste de doğrusal bir çizgi üstünde olduğumuzu iddia etmeye çalışacağım burada. Bana öyle geliyor ki, Covid-19 “bildiğimiz dünyanın sonu”ndan çok, en azından son elli yıldır iyi “bildiğimiz dünyanın bir aşaması” olarak görülebilir.

Covid-19 nedeniyle içine girdiğimiz yeni siyasal durum kurulu olan “hukuksal taksim”in rasyonelleşip kurumsallaştığı bir aşama olarak tahmin edilebilir. Tabii ki egemenlik yapıları ve yönetim stratejileriyle birlikte buna karşı biz muhaliflerin de mücadele araç ve yöntemleri değişecektir. Değişmelidir.

Dünya ve Türkiye, yaklaşık yarım asırdır, hukuk devletlerinin içine monte edilmiş “anti-terör yönetimleri!”ni tecrübe ediyordu ve bugün yenilik olarak öngörülen birçok siyasal ve hukuksal uygulama ya çok önceden başlamıştı ya da güçlü siyasal arzular olarak liberal hukuk devletlerinin içinde büyüyordu.

Daha açık söyleyelim: 1970’lerden itibaren gelişen ve adı henüz konmamış “anti-terör devletleri” ve onların hukukunun (bunun “Corpus Iuris Contra-Terrere / Anti-terör Hukuku Külliyatı” olarak adlandırılabileceği kanaatindeyim) bugünün tarihsel bağlamındaki yeni bir aşamasını yaşıyoruz. Korona ve korona-sonrası dönemin ise bunun tutarlı sonuçlarından başka bir şey getirmeyeceği kuvvetle muhtemel.

Zaten anti terör devletlerinin biyolojik ve zihinsel kontrol, toplumun tehlikeli-tehlikesiz ölçütlerde ayrılması, ceza hukukunun kolektif bir yönetim aracına dönüştürülmesiyle toplumsal ve siyasal hiyerarşilerin yasallaştırılmasına dair bugüne kadar gelen epeyce bir siyasi ve hukuki biyopolitik tecrübesi vardı. Teknik ve dijital olarak kendilerini sürekli yenileme ve toplumun mutlak bilgisine odaklanmış hırsları da zaten saklanamayacak durumdaydı.

Bugün Covid-19 nedeniyle içine girdiğimiz yeni siyasal durum ise herkesin uyum göstermesiyle (sosyal mesafe) zaten kurulu olan “hukuksal taksim”in rasyonelleşip kurumsallaştığı bir aşama olarak tahmin edilebilir. Tabii ki egemenlik yapıları ve yönetim stratejileriyle birlikte buna karşı biz muhaliflerin de mücadele araç ve yöntemleri değişecektir. Değişmelidir, ki belki ilk düşünmemiz gereken gündemlerden biri de bugüne kadar içinde yer aldığımız insan hakları mücadelesi söyleminin ta kendisidir.

Şimdi burada kısaca Covid-19’un siyasal ve hukuksal dünyasına bizi taşıyan süreçleri anlamaya çalışacağım.

Jan Matejko, Stanczyk, 1862

Modern hukuk düzenleri

19. ve 20. yüzyılın hukuki bağlamı temelde bütünlüklü ve tek bir hukuk düzeni, dinamik bir anayasal kültür ve insan hakları söylemleri üzerinde yükseliyordu. Esasen yurttaşlık olarak taşınan “insan” varlığı, egemenliğin içinde eşit payı olduğuna ilişkin bir meşruiyet zemininde şekilleniyor ve yasal alan toplumsal, kültürel ve etnik olarak birbirinden farklı insani halleri ortak bir hukuksal düzende birbirine bağlıyordu.

“İnsan hakları” mücadelesi ise “geleneğin direnci”ni yıkarak dışarıda bırakılan gruplara yönelik “ayrım”cılıkların telafi edilmesi eğilimini taşıyordu. Hukuk düzenlerindeki esas sorunun uygulama ve uygulamayı belirleyen gelenek ve kültürde olduğu düşünülüyordu. Eğer tüm farklılıkları bir “civitas”ın içinde birleştirecek müşterekler alanı yaratırsak, eğitimle ve kurumsal girişimlerle hukuk düzeni onarılırsa, eşit yurttaşlığa ve buna dair hak ve hürriyetlere ulaşabileceğimiz bir anayasal kültür, özgür ve eşit bir siyasal gelenek ortaya çıkacaktı.

Sivil toplumun ısrarlı mesaileri içinden yükselen bu istekleri devletler zaman içinde kurumsallaştırdılar ve insan hakları söylemi, devletlerin kendilerine ödevler verdikleri bir “mesai”ye dönüşmüş oldu. İnsan hakları talepleri böylece, zaman içinde, yarı bürokrat benzeri kadrolara, kurumlara sahip oldu ve hatta mahsus mahkemeler bile uygulamaya kondu. Anayasalarca tanınan hakların şu ya da bu amaçlarla çiğnenmesi anlamında “anomi” (maraz), zaten egemen iktidarlar tarafından kabul edilen makûl “eksik” siyasal hallere işaret ediyordu. Otoriter eğilimlerce tehdit edilen hak ve hürriyetler de böylece korunacak, devletlerin yasal vaatleri somut bir hizmete dönüşecekti. 

Anti-terör yönetimlerinin en belirleyici özelliklerinden biri, hukuk düzeninin dışında bırakılmış “topluluklar” inşa ederek var olmalarıydı. Şimdi Covid-19 bu siyasal mekanizmanın mutlak hale geleceği bir etki doğurabilir.

Anti-terör devletleri

Bununla beraber, 1970’lerden itibaren yükselen yeni anti-terör yönetimleri bir yandan hukuk düzenlerinin “civitas”ını tarûmar ederken diğer yandan da insan hakları söylemini “hak eden yurttaşlara” ait bir çalışma alanı olarak yeniden kurdu. Federal Almanya’nın Ceza Usûl Yasası’nda değişiklik yaptığı 1969 yılı önemli bir başlangıç sayılabilir örneğin. Bir defa, yasalar yurttaşları bütün farklılıklarıyla bir araya getiren bir politik-hukuki zemin olmaktan artık çıkıyordu. Toplum artık “topluluklar” olarak kuruluyordu. “Civitas” ikili bir uygulamaya doğru ilerledi ve bunu yasallaştırdı.

Britanya bunu 1972’den itibaren kararnameleri yasalara dönüştürerek yaptı. Hukuk düzenleri iki anayasalı bir yönetim stratejisi içinde yeniden örgütlenmeye başlandı. En temel ayrım “yurttaşlar” ile “teröristler” arasındaydı ve ikisi arasındaki geniş belirsizlik aralığı, iktidarların ve onların hukuksal kurumlarının sürekli olarak yeniden ve yeniden kararlar vermesini gerektiriyordu: Kim “yurttaş”tı ve kim “terörist”ti?

Ceza hukuku ise suç ve ceza bağlamından koparılarak toplulukların kolektif olarak yönetildiği bir araca dönüştürüldü. Buradan bakıldığında, 2020’lere kadar gelen son elli yıllık yeni hukuki bağlam ve yaşanan dönüşümler maalesef yeterince tespit edilememiştir. Covid-19, yarım asırlık hukuki bağlamı değiştirmekten çok, zaten kurulu anti-terör devletlerini yeni bir teknik ve dijital aşamaya taşıyabilir. Tüm ilişkiler, mekânlar ve kurumların biyometrik ölçümler üzerinden işlemesi, artık “özel alan” vaadi bile olmayan ve bir hukuk “kamu”su bulunmayan teknik-bürokratik bir yapının daha da güçlenmesini de beraberinde getirecektir.

Tullio Crali, Paraşüt Açılmadan Önce, 1931

Anti-terör hukuku ve Covid-19

Bugün geldiğimiz noktada, Covid-19 devletin anti-terör kapasitesi ve pratiğine “doğal” gerekçeler olarak taşınabilir. Şimdilik görünen, geçmiş tüm sınırlama ve müdahale pratiklerinin somut ve acil bir gerekçe ile buluşmuş olmasıdır. Bu buluşmanın güncel hayat kaygısıyla geniş bir toplumsal talep olarak yükselmesiyle ve hiyerarşik bir toplumsal yapının yasallaşmasıyla sonuçlanması beklenebilir.

Covid-19’un geçmiş yarım asrın “anti-terör hukuku”na doğrusal destek sağlayacağını tahmin etmek güç değil aslında: Bir defa, Covid-19 1970’lerden itibaren yükselen ve yasallaşan “anti-terör devletleri”nin hiyerarşik toplumsal katmanlarını daha da güçlendirici bir etki doğurabilir. Anti-terör yönetimlerinin en belirleyici özelliklerinden biri, toplum içinde hukuk düzeninin dışında bırakılmış “topluluk”lar inşa ederek varolmalarıydı. Şimdi Covid-19 bu siyasal mekanizmanın toplum üzerinde mutlak hale geleceği bir etki doğurabilir, ki bunun toplumsal güvenlik beklentisini de karşılayan bir işleve dönüşmesi kolaylıkla tahmin edilebilir.

İnsan haklarından yeni hak hareketlerine

Yeni dönem, muhalefetin de kendisini teorik ve pratik planda yeniden kurması gerektiği bir süreç olarak okunabilir. Yeni hukuki bağlam, karşı koyuşun zaten bütün somut zeminini kaybetmiş bir “hukuk düzeni”, “anayasal kültür” ve “insan hakları” söylemleri üzerinden gerçekleşemeyeceğini de ortaya koymaktadır. Çünkü “civitas” (“farklı grup ve kesimleri yasada buluşturan toplum” olma hali), yerini giderek tasnif edilmiş topluluklar alanına bırakmaktadır. Zaten anti-terör devletlerinin buna ilişkin yaklaşık elli yıllık bir siyasal tecrübesi vardır.

Yeni dönem muhalefetin de kendisini teorik ve pratik planda yeniden kurması gerektiği bir süreç olarak okunabilir. Bu yeni hukuki bağlam, karşı koyuşun zaten bütün somut zeminini kaybetmiş bir “hukuk düzeni”, “anayasal kültür” ve “insan hakları” söylemleri üzerinden gerçekleşemeyeceğini de ortaya koymaktadır.

Bu durumda, bizim iddia edeceğimiz “hak” hukuk düzeninin ve “civitas”ın dışında kurulmuş, kurulması zaruri olan bir yüzleşmeyi gerektirmektedir. Elimizde anayasalar var, fakat haklarımızı tahsil edebileceğimiz kurumlar artık dijital bir alanda bizi gözlüyorlar. Çift yönlü diyalog yerini tek yönlü bir izlemeye bırakmış durumda ya da bırakmak üzere. Dışarıda tutulan “topluluklar”, “hak”lılıklarını bir “yasa”dan ve devletlerin buna ilişkin yasal vaatlerinden değil, öncelikle bir “topluluk”, bir “hareket” olmalarından alacaklardır kaçınılmaz olarak. Spinoza’yı bir kez daha hatırlamanın zamanıdır.

Diğer yandan, insan hakları söyleminin asla telafi edemeyeceği ve dezavantajlı grupların işaret edeceği bir yasal referanslar sistemi 1970’lerden bu yana çökmektedir. “Hukuk düzeni” de “dışarısı olmayan” yekpare bir yapı olarak işlemediği gibi, Covid-19 bu gelişmelerin, egemen taleplerin, arzuların ve yönetim tekniklerinin kendilerine tarihsel bir gerekçe ve tutarlılık sağladığı bir tarihsel moment haline gelebilir.

Türkiye ve Covid-19

Gelelim Türkiye’ye. Türkiye’de iktidar sahiplerinin salgını beklediklerine ve bunun bir siyasal fırsata çevrilmesi için hazırlıklı olduklarına dair pek bir delil yok ortada. Buna karşılık, tutuklama ve baskı furyasının hiç eksilmeden devamı herhangi bir yeni ve daha ılımlı bir siyasal pozisyona hazırlanmadığını da gösteriyor. Daha yakın zamanlarda, bir gazeteci cumhurbaşkanı Erdoğan’ın Covid-19 nedeniyle düzenlediği yardım kampanyasını hem de mizahi yolla eleştirdiği için tutuklandı. İşin aslı, tutuklamayı yasal kılan bir zemin de ortada yoktu.

Adil yargılama talep eden bir protest müzik grubu üyesi ise talebi karşılanmadığı için geçtiğimiz hafta ölüm orucunda hayatını kaybetti. Açlık grevi yapan bir diğer grup üyesi ise halen ölüm sınırında. Geleneksel baskı yöntemlerine bir anlık ara verildiğine ilişkin herhangi bir iz ortada yok. Bu olmadığı gibi, sadece siyasi suçluları içeride tutup son on yılın infial uyandıran toplu cinayet suçlularının salıverilmesi için hazırlanan tasarı henüz yasalaştı.

Türkiye’de her şey Covid-19 öncesi siyasal yönetim araçlarının daha da hız kazanarak devam ettiğini gösteriyor. Ceza hukuku ise kolektif temellerde işlemeye devam ediyor. Buradan bakıldığında, Covid-19’un asıl olarak muhalefetin ve kamuoyunun son kırıntılarının da silinmesi biçiminde bir yenilik getirdiği söylenebilir. Covid-19’un toplumsal talepleri hayatta kalmayla sınırlı tutmaya dönük etkileri otoriter eğilimleri güçlendirici bir başka boyutu da göz önüne seriyor. Asgari bir yaşam ve güvenlik talebi, geri kalan her şeyi birer teferruata dönüştürmektedir.

Covid-19’un dördüncü ayına girdiği bugünlerde, şu acil çağrıyı yapmak gerekiyor: Bugün hem Türkiye hem de dünya için en acil meselelerden biri, korona günlerinde neredeyse tamamen kaybetmeye başladığı “kamuoyu”nu yeniden ihya etmektir.

Hakkında hiçbir ciddi kanıt olmadığı halde, 11 Nisan itibarıyla 893 gündür tutuklu olan işadamı ve insan hakları aktivisti Osman Kavala’nın sesi artık neredeyse hiç duyulmamaktadır. Safsatalarla dolu bir iddianameyle yargılanıp mahkûm edilen yazar Ahmet Altan’ın da sesini duyan pek az kişi kaldı ortada. Yine korona günlerinde ünlü Azeri işadamı Mübariz Mansimov Gurbanoğlu hayli şüphe götürür bir operasyon sonrası tutuklandı. Fakat normal zamanlarda büyük gürültüler yaratacak bu gelişme de medyada birkaç küçük haberle geçiştirildi. Türkiye’nin en güçlü avukatlık ekolünü temsil eden Çağdaş Hukukçular Derneği’nin halen yargılanan üyelerinin tamamen asılsız bir dosyayla tutukluluklarının devamına karşı artık hiçbir ses çıkartılamamaktadır. Tutuklu avukatlardan ikisi, çok yakın zamanda, iki aydan fazladır sürdürdükleri açlık grevini ölüm orucuna dönüştürme kararı aldı. Tek talepleri adil yargılanmak. Ernest Gellner milliyetçi faillerin savaş anlarını cinayet ve katliamlar için “gecenin karanlığı” olarak fırsata çevirdiklerini söylemişti. Covid-19’un Türkiye için tam bir “gecenin karanlığından istifade” halini aldığı açıkça ifade edilebilir.

Nihayetinde, Covid-19’un dördüncü ayına girdiği bugünlerde, şu acil çağrıyı yapmak gerekiyor: Bugün hem Türkiye hem de dünya için en acil meselelerden biri, korona günlerinde neredeyse tamamen kaybetmeye başladığı “kamuoyu”nu yeniden ihya etmektir. Çünkü “koronanın karanlığından istifade etmek” için ellerini ovuşturan yönetimlerin iştahı gelecekte biyolojik kıyamet kaygılarımıza toplumsal ve siyasal kıyamet kaygılarının da eklenebileceğini gösteriyor.

^