Jim Morrison tam elli yıl önce, 3 Temmuz 1971’de hayata veda etti. Ve rock’un ünlü 27’ler listesine girdi. Doors’un büyük vokalini, bu ölümsüz modern mistiği kendi sözleriyle anıyoruz: Kritik bir dönemde, “Soft Parade” ve “Morrison Hotel” albümleri arasında bir zaman diliminde, 26 Temmuz 1969’da Jerry Hopkins tarafından gerçekleştirilen ve Rolling Stone’da yayınlanan 10 küsur sayfalık meşhur söyleşiye “kısa” bir bağlantı… Cüneyt Cebenoyan’ın çevirisi… Roll’un 3 no’lu Ocak 1997 sayısından…
(Bant kayda başladığında Jim’le Jerry Hopkins, “Oldies But Goodies” üzerine, yani klasikleşmiş şarkılar üzerine konuşmaktadır)
Jim Morrison: Country ve blues, olan biten bundan ibaret. İnsanlar bir dönem yeni bilgi kaynaklarından ve fikirlerden yararlandılar ve bayağı yol katettiler ve sonra sona erdi. Böylece şimdi yeniden müziğin bu temel biçimine dönülüyor. Görünen o ki, muhtemelen iki ya da üç yıl içinde yeni bir senteze ulaşılacak. Bu kadarlık bir süre içinde bir çevrim tamamlanıyor; bir kuşağı tanımlayacak süre artık bu kadar.
Country ve blues arasında yeni bir sentez mi demek istiyorsun?
Ne bileyim yahu. Rock’n’roll bu dediğindi. Bilmiyorum. İnsanların farkına vardıkları bir sürü başka yeni öğe var, Hint müziği, Doğu müziği, Afrika müziği ve elektronik müzik gibi. Tahminimce oldukça uçuk bir sentez olacak. Bu ülkede dönüp dolaşıp blues ve country’ye geliyoruz diye düşünüyorum, çünkü bunlar bizim iki temel müzik biçimimiz. Sanırım… Ne olabileceğini söyleyeyim mi? Geçmişte klasik müzikle uğraşmış olan dehalar popüler müzikle ilgilenebilirler.
Şimdiden o tarz insanlar ortaya çıkmadı mı? Van Dyke Parks gibileri ve…
Henüz dinlemediğim için bir şey söyleyemem. Mesela Bach gibi büyük bir dehanın bugün olduğunu düşünmüyorum. Kitle kültürü alanında gerçek büyük dehaların var olduğunu sanmıyorum. Hepimiz oldukça funky’yiz. Çok güzel niteliklerimiz var. Ama popüler alanda büyük bir dehanın olduğunu düşünmüyorum. Büyük şairler ve şarkı sözü yazarları ve melodi ustaları var, ama büyük kavramlar yok. Ama Mozart gibi bir sürü insan harika çocuk olarak ortaya çıkmıştı; çok genç yaşlarda harika şeyler yazıyorlardı. Bir sürü teyp ve elektrikli aletlerle… Moog synthesizer’ın bir uzantısı gibi –tüm bir orkestranın zenginliğine ve giriftliğine sahip bir klavye, anlıyor musun? – yalnız bir sanatçı hayal ediyorum. Orada, bir bodrum katında çalışıyor, yepyeni bir müzikal biçim keşfediyor. Birkaç yıl içinde göreceğiz. Bu kişi her kimse, tam anlamıyla popüler olmasını, büyük konser salonlarında çalmasını isterim, yalnızca plak yapmasını değil, Carnegie Hall’da, dans edilen yerlerde…
Tabii dans edilebilir bir müzik yapıyorsa…
Dansla kastettiğim, “koltukta otur ve dinle” tarzı bir gösteri olmaması. Kaynaşmanın yaşandığı bir ortam, anlıyor musun?
Nasıl olur da yoğun bir ritm bombardımanı altındayken kendinizi fiziksel olarak ifade etmek istemeyip bir sandalyede oturmaya dayanabilirsiniz? İnsanların zincirlenmemiş, özgür olmasını isterim.
Senin konserlerinin çoğu bu “otur ve dinle” tarzına girmiyor mu?
Evet, ama ben her zaman dinleyicilerin kalkması, nasıl hareket etmek istiyorlarsa öyle yapmakta kendilerini özgür hissetmesi için çaba harcıyorum. Kaosa yol açmak değil. Daha çok… Nasıl olur da yoğun bir ritm bombardımanı altındayken, kendinizi fiziksel olarak hareket ederek ifade etmek istemeyip bir sandalyede oturmaya dayanabilirsiniz? İnsanların zincirlenmemiş, özgür olmasını isterim. (suskunluk) Uzun zamandır çalmadık.
Whisky isimli o küçük kulüpte yeniden çalmak istediğin söyleniyor.
Müzikal anlamda en iyi triplerimizden bazılarını kulüplerde yaşadığımızı hatırlıyorum. Konserler de keyifli, ama müzikle çok fazla alâkası olmayan bir kitlesel olaya dönüşüyorlar. Kulüplerde farklı bir atmosfer oluyor. Dinleyenler senin terlediğini görüyor, sen onları görüyorsun. Çok daha az saçmalık yaşanıyor. Konserlerde başarısız olman olanaksızdır. Onca insan oraya toplanıyor ve aslında ne yaptığın o kadar da önemli değil. Bir kulüpte insanları müziğinle uçurmak zorundasın. İyi değilsen herkes farkındadır.
Konserlerde başarısız olmak daha mı zor?
Evet, hemen hemen imkânsız, çünkü bir araya gelmiş o kitle bir tür elektriklenme üretiyor ve bu da müziği etkiliyor. Heyecan verici, ama müzik değil. Kitle histerisi.
Bir kez bana her gece çalıştığın bir kulüpte, performans sırasında yazma ve yaratma şansının olduğunu, böyle bir olanağın konserlerde bulunmadığını söylemiştin…
Doğru. Ayrıca çalışmayı seviyorum. Bir dinleyici grubuna çalmaktan daha keyifli bir şey yok. Provalarda deneyler yapabilirsin, ama atmosfer ruhsuzdur. Dinleyici tepkisinden yoksunsundur. Küçük bir dinleyici kitlesinin bulunduğu bir kulüpte bir gerilim yaşamazsın, istediğin her şeyi yapabilirsin. Yine de iyi olmak zorunda hissedersin kendini, tamamen gevşeyemezsin; insanlar seni izliyordur. Böylece hoş bir atmosfer oluşur. Hem özgürsündür hem de iyi çalmak zorunda hissedersin kendini.
Müziğe nasıl başladın? Müzisyen olmaya nasıl karar verdin?
Sanırım bunun gibi bir şey yapma isteği, ilk kez duyduğumdan beri bilinçaltımda vardı… Rock and roll’un doğuşu benim ilkgençliğime, kendimin farkına varışıma denk düştü. Tam anlamıyla vurulmuştum, ama yine de o sıralarda kendimi bunu yaparken düşünemiyordum, bu hayali kurmaya izin vermiyordum kendime. Sanırım bütün bu süre boyunca bilinçaltımda fikir olgunlaşıyordu ve dinliyordum. Sonuçta gerçekleştiğinde bilinçaltım her şeyi hazırlamıştı. Üzerine düşünmem gerekmedi. Her şey hazırdı zaten. Hiç şarkı söylememiştim. Hayal bile etmemiştim. Bir yazar ya da sosyolog olacağımı düşünüyordum, belki bir oyun yazarı. Hiç konserlere gitmezdim, en fazla bir-iki tane konsere gitmiştim. TV’de bir şeyler görmüştüm, ama olayın tamamen dışındaydım. Sonra kafamın içinde bir konser ortamını bütünüyle canlandırdım, bir orkestra, şarkıcı ve dinleyicilerle, kalabalık bir dinleyici grubuyla. O yazdığım ilk beş-altı şarkıyı, kafamın içinde gerçekleşen o fantastik rock konseri sırasında aldığım notlar üzerine kurdum. Şarkıları bir kez yazınca da onları söylemek farz oldu.
Bu anlattıkların ne zaman oldu?
Üç yıl kadar önce. Bir grupta filan değildim. Üniversitenin son günüydü, okuldan çıkıp sahile indim. Pek bir şeyle uğraşmıyordum o sıralar, ilk kez özgürdüm. Aralıksız olarak on beş yıldır okula gidiyordum. Nefis, sıcak bir yaz geçiriyorduk ve öylesine birdenbire şarkılar duymaya başladım. Sanırım o şarkıları not ettiğim defter hâlâ duruyor. Bu tarz fantastik bir konser… Bir gün bunu yeniden hayata geçirmeyi isterdim, ya gerçek bir konser olarak ya da albümde. O gün sahilde duyduğumu yeniden üretmek isterdim.
Hiç bir enstrüman çaldın mı?
Çocukluğumda bir süre piyano çalıştım, ama sürdürecek disiplinden yoksundum.
Anonim bir hayat sürüyorum. Kendimi düzenli olarak çalışan, çevresinde olan bitene açık, bilinçli bir sanatçı olarak görüyorum.
Ne kadar süreyle piyano çalıştın?
Sadece birkaç hafta. Galiba üçüncü etüd kitabına kadar gelmiştim.
Şimdi bir alet çalma arzun var mı?
Pek sayılmaz. Maracas çalıyorum. Piyanoda çalabildiğim birkaç parça var. Öylesine, kendi uydurduğum şeyler, gerçek anlamda müzik değil; gürültü. Çalabildiğim bir şarkı var. Ama sadece iki akoru var, yani bayağı basit bir şey. Gitar çalabilmeyi gerçekten isterdim, ama bende o yetenek yok.
Şarkıların içinde daha çok beğendiklerin var mı?
Doğruyu söylemek gerekirse, şarkılarımı pek de dinlemiyorum. Söylemeyi kişisel olarak daha çok sevdiğim şarkılar var. Blues söylemeyi seviyorum; belirli bir başlangıcı ya da sonu olmayan, özgür uzun blues triplerini seviyorum, Herkesin solo yaptığı ve şarkının akışı içinde yaratmayı sürdürebildiğim şarkıları seviyorum.
Emprovize tripler…
Evet. Bu albüm için yeni bir şarkıya ihtiyacımız vardı. Nasıl bir şarkı olması gerektiği üzerine kafa patlatıyorduk. Stüdyodaydık. Bütün eski şarkıları elden geçirmeye başladık. Blues tripleri. Rock klasikleri. Sonunda çalmaya başladık ve yaklaşık bir saat çaldık. Rock tarihinin bütün duraklarına uğradık; blues’la başlayıp rock and roll’dan surf müziğe, latine, hepsine. Adını Rock Öldü (Rock is Dead) koydum.
Geçenlerde rock’un öldüğünü söylediğin yazıldı. Buna gerçekten inanıyor musun?
Daha önce müzikte köklere dönme üzerine konuşmuştuk, ona benziyor. Başlangıçtaki o pırıltı yok oldu. Rock dedikleri şey, bir zamanlar rock and roll olarak adlandırılan şey yozlaştı. Sonra ingilizlerin ateşlediği bir rock canlanması yaşandı. Çok iyi şeyler yaptılar. Sonra o doğallık yok oldu, bu her tür hareket için ölüm demektir. Kendini seyretmeye başladı, içe döndü ve bir tür ensest yaşamaya başladı. Enerjisi tükendi. Artık inandığı bir şey yok.
Bence kendinin bilincinde insani bir birim olarak kabul edilmek isteyen her kuşak, geçmişle arasına bir çizgi çekmek zorudadır. Yani belli ki bizden sonraki kuşağı oluşturacak olan gençlerin duygularının bizimkilerle fazla ortak bir yanı olmayacak. Kendilerine özgü bir müzik yaratacaklar. Savaş ve parasal çevrimler gibi şeylerin de rolü var. Rock’n’roll belki de şöyle açıklanabilir… Kore Savaşı’nın bitmesinden sonraydı… Ruhsal bir arınma yaşanıyordu. İnfilak gibi bir şeye, bir yeraltı patlamasına ihtiyaç duyuluyor gibiydi. Yani belki Vietnam Savaşı bittikten sonra –muhtemelen birkaç yıl daha sürer, bir şey söylemesi zor– ama ölümlerin birkaç yıl içinde sona ermesi mümkün ve kendisini ifade edecek, kabul ettirecek yaşamsal bir güce yeniden ihtiyaç duyulacak.
Bunun bir parçası olacağını düşünüyor musun?
Evet, o zaman geldiğinde ben herhalde başka bir şeyle uğraşıyor olacağım. Bir şeyler söylemek zor. Belki bir işadamı, şirket yöneticsi olurum…
Hiç ciddi olarak kendini o rolde düşündün mü?
Bu imajdan bir şekilde hoş lanıyorum. Büyük bir ofis. Sekreter…
Kendini nasıl görüyorsun? Şair? Rock yıldızı? Ne?
Okuduklarım dışında fazla bir feedback almıyorum. Yazılan şeyleri okumaktan hoşlanıyorum. Olayın bütünü hakkında alabildiğim tek feedback bu. LA.’de yaşamak büyük bir olay değil. Anonim bir kent ve ben de anonim bir hyat sürüyorum. Kimilerinin ulaştığı kitlesel bir olgu olma seviyesine bizim grubumuz hiçbir zaman ulaşmadı zaten; hiçbir zaman kitlesel bir tapınma yaşamadık. Kısacası ben de öyle çok etkilenmedim. Sanırım kendimi düzenli olarak çalışan, çevresinde olan bitene açık, bilinçli bir sanatçı olarak görüyorum. Kendime ait bir tiyatro kumpanyam olsun isterdim. Şu sıralarda bu çok ilgimi çekiyor. Gerçi şarkı söylemekten de hâlâ hoşlanıyorum.
Bir bize baksana. İnanılmazız. Motosiklet ve hızlı arabalar kullanan, enteresan kıyafetler giyen, kendilerini dürüstçe ifade eden insanlardan söz ediyorum. Genç insanlar. Gelecekte insanlara çok güzel görüneceğimize inanıyorum.
Rock dünyası içindeki birçok kişinin gerçekte rock’a pek ya da hiç saygı duymadığı gibi bir duyguya sahibim. Rock şarkıcısı ya da müzisyeni olmalarını kabullenememeleri bağlamında söylüyorum bunu. Hep gerçekte cazcı ya da sinemacı olduklarını söylüyorlar…
Ne demek istediğini anlıyorum. Aslında çoğu rock şarkıcısı ve müzisyeninin yaptıkları işi sevdiklerini düşünüyorum. Bu işi sırf ekmek parası için yapmak fiziksel olarak çok yıpratıcı olurdu. Bence işin bokunu çıkaran basın, dedikodu yazarları ve fan dergileri. Bir davulcu ya da şarkıcı ya da gitarist yaptığı işten keyif alır, ama sonra birdenbire birileri çıkıp adamın tribini boka bularlar. Böylece o da motivasyonlarından kuşkuya düşer. Nedenleri ne olursa olsun duyarlılıktan çatlak sesleriyle dumura uğratan bir yağcılar grubu hep vardır. Böylece yaptığın şeyden bir parça utanç ve hayal kırıklığı duymaya başlarsın. Çok kötü. Gerçekten çok kötü. Daha açık ifade edebilmeyi isterdim, ama sanırım ne demek istediğimi anladın.
Kişisel olarak sen de böyle bir durum yaşadın mı?
Evet, doğrusunu istersen yaşadım. Belki de eleştirileri okumamak daha iyi. Plak eleştirileri gibi bir sürü şey gerçekten çok işe yarıyor. Hakikaten sizi zenginleştirebiliyor, iyi fikirler edinmenizi sağlıyor. Ama bir şey okumaya başlayınca neyle karşılaşacağınızı bilemiyorsunuz. Sizi bir budala gibi gösteriyor olabilir. Bazıları aydınlatıcı, zihin açıcı ve büyük bir kısmı da sadece… Ama başlarken neyle karşılacağını hiç bilemezsin…
Hakkında yazılanlara nasıl bir tepki gösteriyorsun?
Mesela, kötü bir fotoğraftan daha berbat bir şey olabilir mi? Bir fotoğraf herhangi bir insanın bir aziz, bir melek, bir budala, bir şeytan, bir hiç gibi görünmesine neden olabilir. Büyük bir kısmı şansa ve büyük bir kısmı kötü niyete bağlı. Ve büyük bir kısmı da tapınmacılıktan dolayı. Kötü bir fotoğraf bir süre için gerçek anlamda ruhsal bir çöküş yaşamanıza neden olabilir. Birinin sizi o şekilde göstermeyi seçtiğini bilirsiniz.
Daha önce sayısız kere muhatap olduğun bir soru: Kendine politik bir rol biçiyor musun? Doors’u bir keresinde “erotik politikacılar” olarak betimlemiştin.
Çocukluğumdan beri ulusal medyanın farkında oldum. Her zaman evimizin civarında oldular, ben de dolayısıyla ne yazdıklarını okumaya başladım. Ve böylece zamanla üslûpları, gerçekliğe yaklaşımları hakkında osmoz yöntemiyle bilinçlendim. Müzik dünyasına girince, kendime sağlam bir yer edinmek istedim ve içgüdüsel olarak neler yapmam gerektiğini biliyordum. Akılda kalıcı laflar, başlık olarak kullanabilecekleri, üzerine bir yazı döşeyebilecekleri alıntılar peşinde koşarlar. Bu da bir şey ifade eden türden bir terim, ama açıklaması mümkün değil. Benim için ne anlam ifade ettiğini anlatmaya kalksam bütün etkileyiciliği yok olurdu.
Medyayı bilinçli bir şekilde yönlendirmek, öyle mi? Aklıma iki soru geliyor. Başka bir şey değil de özellikle bu ifade tarzını niye tercih ettin? Ve de medyayı yönlendirmenin çok kolay olduğunu mu düşünüyorsun?
Kolay mı, değil mi, bilmiyorum, çünkü medya sizi de hedef alabilir. Ama orada yalnızca bir gazeteci vardı ve ben de yalnızca onun sorularını cevaplıyordum. O zamandan beri bir sürü insan bu ibareyi ele aldı ve içini ellerinden geldiğince doldurdu, ama ben aslında sadece… Adamın bunu kullanacağını ve nasıl bir resim çizeceğini biliyordum. İnsanın bir yazıdan aklında sadece birkaç anahtar sözcüğün kaldığını biliyordum. Akılda kalıcı bir ibare kullanmak istedim.
TV ve film gibi medyumları yönlendirmenin daha güç olduğunu düşünüyorum. Basın benim için bir anlamda daha kolay, çünkü yazma eylemi hakkında fikir sahibiyim, yazmayı ve yazarların zihninden neler geçtiğini anlıyorum; aynı medyumla çalışıyoruz, basılı sözcükler. Dolayısıyla bu oldukça kolay. Ama televizyon ve film çok daha zor ve henüz ögrenme aşamasındayım. TV’ye her çıkışımda bir öncekinden biraz daha rahat oluyorum, biraz daha açık bir iletişim kurabiliyorum ve bunu denetliyebiliyorum. İlginç bir süreç.
Bu filme duyduğun ilgiyi açıklıyor mu?
Filme ilgi duyuyorum, çünkü bence film, sanat dalları içinde bilinç akışına –hem rüyalarımıza hem de yaşamı gündelik algılayış biçimimize– en çok yaklaşanı.
Filmle her geçen gün daha çok ilgileniyorsun…
Evet, ama bitirdiğimiz tek bir film var: Feast of Friends. Aşağı yukarı sona ermiş bulunan ruhsal ve kültürel bir rönesansın ardından yapılmıştı. Avrupa nüfusunun yarısını yok eden veba salgınının sonunda yaşananlara benziyordu. İnsanlar dans ediyor, rengarenk giysiler giyiyordu. Sanki inanılmaz bir bahar gibiydi. Yine olacak, ama şimdi bitmiş durumda ve film de onun sonunda yapıldı. Şimdi ikinci bir film üzerinde çalışıyoruz. Ticari bir şansı ola cağını sanmıyorum.
Filmin çok kolay yok olabilir bir madde olmasını seviyorum. Büyük bir atom patlaması bütün filmleri eritebilir. Ortada film diye bir şey kalmaz. Yalnızca Aşıklar Sağ Kaldı (Only Lovers Left Alive) adlı kitapta çok güzel bir bölüm vardı. Kitabı okudun mu?
Evet, okudum. Bir ara Rolling Stones o romanı filme çekecek değil miydi?
Evet, epey önce. Eğer becerebilselerdi, iyi bir iş yapmış olacaklardı. Her neyse, dünyayı çocuklar ele geçirmiştir; bütün yetişkinler intihar etmiştir. Altıyla on iki yaş arasında bir grup çocuk artık çalışmayan bir televizyonun çevresinde toplanmıştır ve içlerinden biri eskinin TV şovlarının taklidini yapmaktadır. Bu sahneyi çok güzel buluyorum. Şiiri de bu kadar sevmem bu yüzden, öylesine ölümsüz ki. İnsanlar yaşadıkça sözcükleri ve sözcüklerin bir araya gelerek oluşturdukları dizeleri hatırlayabilir. Büyük bir yıkımdan yalnızca şiir ve şarkılar kurtulabilir. Kimse bütün bir romanı hatırlayamaz. Kimse bir filmi, bir heykeli, bir resmi betimleyemez. Ama insanlar var oldukça şarkılar ve şiir varlığını sürdürebilecektir.
Vietnam’da ateş hattının arkasına gönderilen bir manga düşün. Eğitimli katiller. Peki ya bu ekipteki adamlardan biri öldürmede aşırıya kaçarsa? O kadar iştahla öldürse ki, diğer adamlar “Hey, hepimiz öldürüyoruz, ama bu kadarı da fazla” deseler?
Feast of Friends’de bir sahnede sırtüstü yatıp şarkı söylüyorsun… Senin sahne performanslarında geldiğin teatrallik düzeyini gösteren bir sahne. Bu teatrallik nasıl gelişti? Bilinçli bir seçim miydi?
Bir kulüpte teatralliğe pek yer olmadığını düşünüyorum. Mekân çok küçüktür, teatrallik grotesk kaçar. Büyük bir konserde ise, bence… Gerekli olduğunu düşünüyorum, çünkü orada müziği aşan bir şeyler var. Bir tür gösteriye dönüşüyor,ve her seferinde farklı bir şey ortaya çıkıyor. Hiçbir performansımızın bir diğerine benzediğini sanmıyorum. Tam bir cevap veremiyorum. Ne olup bitliğinin çok bilincinde değilim. Çok da nesnel olmak hoşuma gitmiyor. Olayları akışına bırakıyorum, belki bir parça bilinçli yönlendirme yapmam söz konusu, ama daha çok her farklı ortamın kendine özgü titreşimlerini yakalayıp ona uymaya çalışıyorum. Bir şov tasarlamıyoruz önceden. Ne çalacağımızı bile önceden tam olarak bilmeyiz.
Bir şeyler yazmaya başladığında, bilinçli olarak basılacak bir şey, bir şiirle… söylenecek bir şey, bir şarkı arasında seçim yapıyor musun?
Benim için bir şarkı müzikle birlikte oluşur, bir melodi ya da ritm önce gelir, sonra mümkün olduğu kadar çabuk bir şekilde, o duyguyu kaybetmemek için sözleri oluştururum. Sonunda neredeyse sözler ve müzik eşzamanlı ortaya çıkar. Şiirde müzik olması diye bir şart yok.
Ama yine de genellikle bir ritm duygusu vardır…
Doğru, doğru. Bir ritm duygusu ve bu anlamda da bir tür müzik. Ama şarkı şiire göre daha ilkeldir. Genellikle bir kafiyesi ve temel bir ritmi vardır. Şiirin ise sonsuz bir özgürlüğü var.
Bestelerin altında Doors imzası bulunan ilk üç albümün aksine, bir sonraki albümde şarkıların bestecileri ayrı ayrı belirtilecekmiş. Neden?
Başlangıçta şarkıların çoğunu ben yazıyordum. Her yeni albümle birlikte Robbie’nin yazdığı şarkı sayısı arttı. Yeni albümde neredeyse yarı yarıya olacak. Oldukça farklı bir bakış açımız var, farklı savlar öne sürüyoruz. Yani zamanı gelmişti. Biz bir ortaklığız, anlıyor musun
Sanatsal ve mali anlamda. Eşit paylaşıyoruz. Başlangıçta birliktelik duygusunu perçinlemek önemliydi. Şimdi artık beraberliğimiz tehlikede olmadığına göre, kimin ne söylediğini bilmek insanların hakkı diye düşündüm. Bu şarkıların altında yazarların imzası bulunan ilk albümümüz olacak ve sanırım bunu sürdüreceğiz.
Robbie’yle bakış açınız ne anlamda farklı? Yani, mesela o senden daha mı romantik? Ya da… Kısaca nedir?
Emin değilim. Kendin bulmalısın. Müzikal olarak, bir gitarist olarak onun yaptıkları daha karmaşık, akor değişiklikleri, güzel melodiler gibi. Benim müziğim daha blues çizgisinde: Uzun, esasa ilişkin ve ilkel. İki şair arasında nasıl bir fark varsa, öyle.
Başlangıçta, Robbie’nin ya da benim şarkılarım temel bir fikir, sözler ve melodiyle birlikte ortaya çıkardı. Ama şarkının bütün aranjmanıyla gerçek anlamda ortaya çıkışı her gün ve her gece provalarda veya kulüplerde çalarken gerçekleşirdi. Bir konser grubu olduğumuzda, albümler yapmaya başladığımızda ve her yıl şu kadar albüm, her altı ay şu kadar single çıkarmamızı öngören sözleşmeye imza attığımızda, o doğal, kendiliğinden, üretken süreci başlangıçtaki gibi yaşama şansımız kalmadı. Şarkıları stüdyoda yaratmak zorunda kaldık; artık Robbie ya da ben, şarkıyı süreç içinde yavaş yavaş oluşturmak yerine kafamızda tamamlamış olarak stüdyoya getirmeye başladık.
Bu müziğini olumsuz anlamda etkiledi mi?
Evet. Albüm yapmak dışında bir şey yapmasaydık sorun olmayabilirdi. Ama başka şeyler de yapıyoruz. Bu da yapmak istediklerimize yeterince vakit ayıramamak demek. İlk albümümüzdeki şarkıların hepsinde ortak olan belli bir ruh hali vardır. Belli bir yoğunluğu vardır, çünkü yaptığımız ilk albümdü. Ve birkaç haftada bitirmiştik. Yaklaşık olarak bir yıl boyunca hemen hemen her gece birlikte çaldıktan sonra ortaya çıkmıştı. Gerçekten taze ve yoğun ve beraberdik.
İlk albüm kolay oldu yani…
Hızlı. Hemen başladık ve bazı şarkılar yalnızca bir-iki denemede ortaya çıktı. Yalnızca daha iyisini yapamayacağımızdan emin olmak için birkaç deneme kaydı yaparız. İlk albüm için fazla para harcamak istemedikleri de doğru. Grup da istemez, çünkü albümün prodüksiyon masraflarını grup öder. Bu, telif hakları karşılığında verilen avansın parçasıdır. Albümün prodüksiyon masraflarını ödemeden telif hakkı alamazsın. Sonuçta ne biz ne de plak şirketi parayı riske atmak istemedik. Kısacası hem ekonomik nedenler ve hem de hazır olmamızdan dolayı çok hızlı oldu.
Sonraki albümler daha mı zor oldu?
Daha zor ve daha pahalıya mâloldu. Ama bu doğal. Her albüden bir milyon dolar kazanınca ve bu albümlerden hit single’lar çıkınca, bu masrafı karşılayabiliriz. Ama bunun her zaman en iyi yol olduğu da söylenemez.
Eski günlerden özellikle beğendiğin, şarkılarını cover etmek istediğin sanatçılar var mı?
Bu konuda da yazarlar hakkında hissettiklerime benzer şeyler hissediyorum. O kadar çok var ki, tek tek isim veremiyorum gerçekten. Bence biz pop müzik alanında inanılmaz derecede yetenekli, inanılmaz derecede zengin bir ülkeyiz. Şu son on-yirmi yıl içinde Amerika’dan çıkan isimleri bir düşün. Blues ve rock’un tarihi üzerine düşünmek gerçekten ilginç. O kadar hızlı gelişti ki her şey. Tarihsel bir perspektiften bakınca muhtemelen Fransa’daki troubadour’lar dönemiyle bir paralellik kurulacaktır, inanılmaz derecede romantik görüneceğine inanıyorum.
Bir bize baksana. İnanılmazız. Motosiklet ve hızlı arabalar kullanan, enteresan kıyafetler giyen, bir şeyler söyleyen, kendilerini dürüstçe ifade eden insanlardan söz ediyorum. Genç insanlar. Evet, bana romantik geliyor bütün bunlar. Bu dönemde yaşamaktan memnunum, inanılmaz. Gelecekte insanlara çok güzel görüneceğimize inanıyorum, çünkü o kadar çok şey değişiyor ki… Biz de bunu incelikle hayata geçiriyoruz.
Bence politikan, dinin, felsefen içtiğin sigaradan, içkiden, giysilerinden, saçından, yüzünden, yaptığın şeylerden daha fazla bir şey değildir. Dinin ya da politik çizgin zamanının çoğunu vakfettiğin şeydir.
Bu konuyu gündeme getirmeye çekmiyorum, çünkü hakkında o kadar çok şey söylendi ki. Sanırım bu söylenenlere senin tepkini ve gerçekte ne demek istediğini öğrenmek istiyorum… “The End”deki Oedipus bölümü. Bu şarkı senin için ne ifade ediyor?
Bir bakalım… Oedipus bir Yunan efsanesidir. Sofokles bu konuda yazmıştır. Daha önce kimin yazdığını bilmiyorum. İstemeyerek babasını öldüren ve annesiyle evlenen bir adam hakkındadır. Evet. Bir benzerlik olduğunu düşünüyorum, kesinlikle. Ama gerçeği söylemek gerekirse, bu şarkıyı ne zaman dinlesem, bana farklı bir şey ifade ediyor. Ne söylemek istemiş olduğumu grçekten bilmiyorum. Basit bir veda şarkısı yazmak üzere işe başlamıştım.
Neye ya da kime veda?
Muhtemelen yalnızca bir kıza, ama bir tür çocukluğa veda olabileceğini de görüyorum. Gerçekten bilmiyorum. İmgeselliğinin istediğiniz şekilde yorumlayabilmenize olanak sağlayacak kadar karmaşık ve evrensel olduğunu düşünüyorum.
Eleştirmenlerin ne yazdıkları umurumda değil, ama bir şey beni rahatsız etti… Kullandığı ağır uyuşturucular sonunda psikiyatrik tedavi gören bir kızla karşılaştım. Bana bu şarkının koğuşunda kalan çoğu hastanın favori şarkısı olduğunu söyledi. Önce “vay canına” diye düşündüm… Ve bunları öğrendiğimde ona, bu şarkının birçok anlama gelebileceğini, bir tür yap-boz gibi düşünülebileceğini söylemiştim. İnsanların şarkıları bu kadar ciddiye aldıklarını farketmemiştim. Sonuçlarını dikkate almam gerekiyor mu diye düşündüm. Bu bir anlamda komik, çünkü aynı şeyi ben de yapıyorum. Sonuçları hakkında düşünmüyorsunuz, düşünemezsiniz de.
Şarkı sözlerinin ailenle alâkası var mı?
Bu konuda konuşmak istemiyorum. Kendileri istemedikçe kimseyi konuya dahil etmek istemiyorum.
Birkaç kentte… Mesela New Haven’da müstehcenlikle suçlanarak tutuklandın. Phoenix’te başka şeyler oldu…
Başımızın belaya girdiği durumlar yalnızca şu tip olaylarda oldu: Diyelim ki adamın teki, kalabalık bir caddede yürürken ve de ortada hiçbir neden yokken çırılçıplak soyunur ve yürümeye devam eder… Evren, doğa, toplum, her neyse, bunlarla uyum içindeyse her şeyi yapabilirsiniz. Eğer uyumluysa, eğer işliyorsa her şeyi yapabilirsiniz. Herhangi bir nedenle çevrenizdeki insanlardan farklı bir telden çalıyorsanız, herkesi huzursuz edersiniz. Ya sizden uzaklaşırlar ya da sizi engellerler. Yani ya onlar için çok ötede bir şeyler yapıyorduk ya da o gece herkes farklı bir trip yaşamaktaydı ve ortak bir şey yakalanamadı. Her şey birbiriyle bağlanıyorsa ve bir araya gelebiliyorsa, cinayet de işleseniz başınıza bir şey gelmez.
Savaşı düşün. Bu şekilde bir bak. Mesela bir manga düşün, gerillaları, Vietnam’da ateş hattının arkasına gönderilen adamları düşün, tamam mı? Bunlar eğitimli katiller. Bütün işlevleri öldürmek. Peki, ya bu ekipteki adamlardan biri o gece öldürmede aşırıya kaçarsa? O kadar ki, onlar bile başa çıkamazlarsa? O kadar iştahla öldürse ki, diğer adamlar “Hey, hepimiz öldürüyoruz, ama bu kadarı da fazla” deseler? Bu tip bir karakterin edebiyata ve sinemaya birkaç kez konu olduğunu sanıyorum. Çok iyi birer katil olan, ama arkadaşlarının hoşgörebilecekleri sınırları aştıkları için yargılanan adamlar var. Her neyse… Bu, söylemek istediklerimin yalnızca bir metaforuydu: Her şey yalnızca bir zamanlama meselesidir.
Vietnam’da savaşan Yeşil Bereliler tarzı tipler Doors konserlerine nasıl tepki gösteriyor?
Mesele, insanlara istediklerini ya da istediklerini sandıkları şeyi vermektir, o zaman her şeyi yapmanıza izin verirler. Ama onlar için fazla hızlı giderseniz ve ummadıkları bir şey yaparsanız kafaları karışır. Bir müzikal gösteriye, konsere, oyuna ya da başka bir şeye gittiklerinde uçurulmak isterler, bir tribe girmiş gibi hissetmek, farklı bir şey, sıradan olmayan bir şey yaşadıklarını sanmak isterler. Ama, kendilerini bir tripte gibi, berabermiş gibi hissetmelerini sağlamak yerine onlara bir ayna tutup gerçekte neye benzediklerini, gerçekte ne istediklerini gösterirseniz ve onlara beraber olmak yerine yalnız olduklarını gösterirseniz şoke olurlar ve kafaları karışır. Ve o şekilde hareket ederler.
Polisin, yetkililerin bir şehirde bulunmalarının tek nedeni düzeni, statükoyu korumaktır… Bu da onların güç ilişkilerini güvence altına almak, kaosa yol açmadıkça insanların istedikleri şeyi yapmalarına izin vermek demektir. İnsanların kendilerinin kafası karışmasaydı eminim ki yetkililerin umurunda bile olmazdı. Yani bu gibi durumlarda yetkililerin var olan düzende bir çatlağın oluşturulduğunu sezmesi söz konusudur.
Sana atfedilen bir söz var. Sık sık yayınlanıyor. Şöyle: “Başkaldırı, düzensizlik ve kaosa ilişkin her şey ilgimi çekiyor…”
“… özellikle de görünüşte hiçbir anlamı olmayan eylemler.”
Evet. O konuşmadan söz ediyorum. Bu da medyayı yönlendirme çabalarının bir örneği mi? Bunu da bir gazeteciye mi söyledin?
Evet, kesinlikle. Ama aynı zamanda doğru da. Kim kaostan büyülenmez ki? Ama kaostan çok, ben bir anlamı olmayan aktivitelerle ilgileniyorum. Bununla bütün söylemek istediğim özgür aktivite, eylem. Oyun. Olduğundan başka hiçbir şey olmayan eylem. Yankıları, sonuçları olmayan. Yönlendirmesi olmayan. Özgür… Eylem. Rio’daki Mardi Gras gibi bir karnaval da burada olmalı. Ulusal bir şamata haftası olmalı… Çalışmaya, ayrımcılığa, otoriteye tamamen son verilen. Mutlak bir özgürlük haftası. Bu bir başlangıç olabilir. Elbette güç ilişkileri, hiyerarşi gerçekte değişmeyecektir. Ama herhangi bir –nasıl seçileceğini bilmiyorum, rastgele olabilir– başkan olacak. Bir başkası başkan yardımcısı. Başkaları da senatörler, kongre üyeleri, yargıtay üyeleri, polis falan. Yalnızca bir hafta sürecek ve sonra her şey eski haline dönecek. Buna ihtiyacımız olduğunu düşünüyorum. Evet. Bunun gibi bir şeye.
Saygısızlık gibi olacak ama, kafaya alınıyormuşum gibi bir his içindeyim…
Biraz. Ama bilmiyorum. İnsanlar bir hafta için hakiki olmak zorunda kalsalar… Belki sonraki günler için iyi olurdu.
Ahlâk anlayışını anlamaya çalışıyorum.
Politika anlayışımı söylemeyi tercih ederim. Çok iyi formüle ettiğim bir şey değil, ama en gelişmiş hali şu anda bu. Benim için politika belirli bireylerin kendileri için güç arayışından başka bir şey değil. Bunun üstünü herhangi bir ideolojiyle veya herhangi bir romantik, felsefi zırvayla örtebilirler, ama özünde kendileri için bir güç arayışıdır. Bence politikan, dinin, felsefen, içtiğin sigaradan, içkiden, giysilerinden… saçından, yüzünden, yaptığın şeylerden daha fazla bir şey değildir. Dinin ya da politik çizgin zamanının çoğunu vakfettiğin şeydir. Ne daha fazla, ne daha az. Kapitalist mi, anarşist mi, komünist mi olduğunun bir önemi olmadığını düşünüyorum. Bir önemi yok.
Laf arasında dinden söz ettin. Genellikle de bir haç takıyorsun. Katolik misin?
Din felsefe gibidir, zamanının çoğunu adadığın şeydir. Bu bir kadın da olabilir. Bir uyuşturucu olabilir. Alkol olabilir. Para olabilir. Edebiyat olabilir. Bence din, hakkında düşündüğün ve en çok emek verdiğin şeydir. Ben bir şekilde sanat ve edebiyat oyununa kaptırmış durumdayım. Sana daha önce de söylediğim gibi, benim kahramanlarım sanatçılar ve yazarlardır.
O zaman taktığın haçın anlamı…
Bir tesadüf sayılabilir, gerçekten. Hıristiyan kültürüyle yetiştirildim ve haç da onun sembollerinden biri, hepsi bu.
Edebiyata daha fazla yönelmeyi düşünüyor musun?
Bu benim en büyük arzum. Her zaman benim hayalim oldu.
Seni şiire kim yönlendirdi?
Sanırım bana konuşmayı öğreten her kimse, o. Gerçekten. Konuşmayı ne zaman öğrendiysem o zaman olduğunu sanıyorum. Dilin keşfine kadar temasa dayalı, sözel olmayan bir iletişim vardı.
Gazetecilik hakkında ne düşünüyorsun?
Gazeteci olabilirdim. Röportajın yeni bir sanat biçimi olduğunu düşünüyorum. Bence kendinle söyleşi yapmak yaratıcılığın özüdür. Kendine sorular sormak ve cevap bulmaya çalışmak. Yazarlık, yalnızca bir dizi sorulmamış soruya cevap vermektir.
İki kez medyayı istediğin biçimde yönlendirdiğinden söz ettin. Bu söyleşinin ne kadarı yönlendirildi?
Söylediğin şeylerin bir gün yayınlanabileceği gerçeğini gözardı edemezsin, bu aklının bir köşesinde durur. Bunu unutmaya çalıştım.
Konuşmak istediğin başka bir konu var mı?
Alkol hakkında konuşmaya ne dersin? Yalnızca kısa bir konuşma. Uzun bir sohbet değil. Alkole karşı uyuşturucular mesela?
Tamam. Senin hızlı bir içkici olduğun efsanesi vardır.
En temelde, içmeyi seviyorum. Ama yalnızca süt ya da su ya da Coca Cola içmeyi hayal edemiyorum. Benim için işin tadını tamamen kaçıran bir şey bu. Bira ya da şarap olmadan bir yemek eksik kalır. (uzun sessizlik)
Bütün söylemek istediğin bu mu?
Sarhoş olmak… Bir noktaya kadar her şey kontrolün altındadır. Her yudumda bir seçim yapıyorsun. Birçok küçük seçim yaparsın. Şey gibi… Sanırım intiharla yavaş yavaş teslim olma arasındaki fark…
Bu da ne demek?
Ne bileyim be adam. Hadi gel yandaki bara gidip bir şeyler içelim.
Çeviren: Cüneyt Cebenoyan
Roll, sayı 3, Ocak 1997