KUR-ENFLASYON SARMALI VE BÖLÜŞÜM KRİZİ

Söyleşi: Ulus Atayurt, Yiğit Atılgan
13 Ağustos 2023
Resimler: Larry Rivers, "French Money" serisi, 1961-63
SATIRBAŞLARI

Temmuz 2018’de başlayan Berat Albayrak döneminden Mehmet Şimşek’in 2023 seçimlerinin ardından Hazine ve Maliye Bakanı olarak ilk icraatlarını yaptığı geçtiğimiz temmuz başına kadar uygulanan “gayr-ı ortodoks” politikalarla dolar kuru 4,58 liradan 26 liraya çıktı, net döviz rezervleri neredeyse eksi 70 milyar dolara düştü, kur korumalı mevduat (KKM) yükü 300 milyar lirayı aştı ve örtülü sermaye kontrolleri getirildi. Hükümet bu uygulamalarla ne amaçlıyordu?

Cem Oyvat: İktidarın izlediği politikalara üst düzey bir rasyonellik atfetmek zorunda değiliz. Mevcut rejimde bütün kritik kararları tek adam veriyor. Kurumlar bu tek adamın dediklerine uyum sağlamaya çalışıyor. Özünde anlamamız gereken şey Erdoğan’ın kafasından ne geçtiğinden ibaret. Faiz indirimleriyle büyümeyi hızlandırmak istemiş olabilir. İstihdam yaratarak seçimi kazanmak istemiş olabilir. Faiz konusundaki ısrarının kısmen dini ya da ideolojik gerekçeleri de olabilir. İlla bir üst akıl aramak doğru değil.

Öte yandan, 2021 sonrasındaki faiz indirimlerinin Erdoğan’a seçimlerde yardımcı olduğunu düşünmüyorum. Belki karşısına başka bir aday çıksa kaybedebilirdi. Seçime birkaç ay kala EYT’lilere emeklilik olanağı verilmesi gibi popülist politikalar faydalı olmuş olabilir, ama genel resme bakıldığında seçimin faiz indirimlerine bağlı kur şoklarına rağmen kazanıldığını düşünüyorum.

Düşük faiz-yüksek kur, yüksek faiz-düşük kur sarmalının içinde hep bir cari açık ortaya çıkıyor. Seçim öncesinde kuru tutmak için Hazine’den, “arka kapıdan” çok büyük bir para harcandı. Erdoğan bu yapılanların seçim sonrasındaki sonuçlarının ne kadar farkındaydı?

Elbette tahmin ediyordu, ama ekonomi politikasını aslen seçimi kazanmak üzerine kurmuştu. Kur artışlarına seçime kadar izin verilmedi. Bu ciddi anlamda rezerv tüketerek yapıldı. Ayrıca KKM de kısa vadede yardımcı oldu. Cari açık, KKM, bütün sorunlar geleceğe ertelendi. Örtülü sermaye kontrolleri ya da KKM uygulaması kurdaki spekülatif artışı bir süre engellemiş olabilir, ama her ay milyarlarca dolar dış ticaret açığı verdiğiniz zaman kur üzerindeki baskı sadece spekülatif nedenlerden kaynaklanmaz. Ortada gerçek bir baskı, döviz ihtiyacı var. Sonsuza kadar böyle açık veremezsiniz, bir noktada kur artacak ve buna bağlı dış ticaret açıkları da zorunlu olarak düşecektir. Türkiye aslında şu anda bunu yaşıyor.

Kur şokları cari açığın kapatılması açısından geçici bir süre çözüm olabilir. Sorun şu: Fiyatlar da kur şoklarını takip edince tekrar cari açık vermeye başlıyorsunuz. Dış ticaret açığı hiç görülmemiş seviyelere ulaştı. Para politikasının yapacakları sınırlı. TL’nin değersiz tutulması yüksek enflasyonla sonuçlanır.

Dolar görece değersiz olunca ithalat, dolayısıyla cari açık artıyor. Dolar görece değerli olunca ihracat ithalata bağımlı olduğu için cari açık yine artıyor. Sorunun para politikası ile çözülemeyeceği aşikâr değil mi?

Kur şokları cari açığın kapatılması açısından kısmen geçici bir süre çözüm olabilir. Sorun şu: Fiyatlar da kur şoklarını takip edince tekrar cari açık vermeye başlıyorsunuz. Türkiye’de yaşanan kur şoku “Çin modeline geçiyoruz” diye pazarlandı. Son kur şokunun planlı bir şekilde verildiğini hiç sanmıyorum. Bu şekilde ihracatta atılım yapan bir ülke örneği yok.

Kur şoklarını takiben fiyatlar arttı, seçim yaklaştığı için şokun boyutunu sınırlandırmak zorunda kaldılar. Bu sefer de TL fazla değerlendi. Yani Çin modelinin tam tersi noktaya vardılar. Dış ticaret açığı hiç görülmemiş seviyelere ulaştı. Para politikasının yapacakları sınırlı. TL’nin bir süre değersiz tutulması kısmen iyi bir araç olabilir, ama bu da genellikle yüksek enflasyonla sonuçlanır. Türkiye’nin uzun erimli, sağlam bir planlamaya ve ciddi bir sanayi politikasıyla ithal girdilere olan bağımlılığını azaltmaya ihtiyacı var.

Cem Oyvat

İktidarın “Çin modeli” tanımı, ucuz iş gücüyle mal üretip ihraç eden eski Çin geride kaldı, Çin teknolojik açıdan çok ilerledi. Sermaye birikimini Kuşak ve Yol projesiyle dünya sathına yaydı. AKP’nin Çin modelinden ne anlamalıyız?

Kastettikleri herhalde kurun değersizleştirilmesinden ibaret. Bunun için Çin hakkında hiçbir şey bilmemek gerekiyor. Kamunun ciddi bir kontrol uyguladığı, bölgesel yönetimlerin çok çeşitli araçlarla yatırımları belli hedeflere yönlendirdiği bir ülke Çin. Ayrıca, Çin’in ölçeği Türkiye’den çok büyük. Böylece belli ürünlerde çok fazla üretim yaparak maliyetleri düşürebiliyor, yüksek teknolojili bir mal ürettiğinde daha büyük bir pazar bulabiliyor. Ayrıca, Çin finansal açıdan kapalı bir ekonomi, döviz alım-satımları çok zor. Kısaca, Türkiye Çin’e hiç benzemiyor.

Döviz kurunun değersizleştirilmesi farklı sermaye kesimleri arasında da bir tartışma konusu. Kur artışının enflasyonu tetikleyeceği ve kitlelerin alım gücünü düşüreceği kesin. Hükümetin seçim sonrasında kurları bir ölçüde kontrollü salıvermesinin sebepleri neler?

Seçim öncesinde TL’nin reel olarak değer kazanması ihracatçıyı zorluyordu. Türkiye İhracatçılar Meclisi bu durumdan şikâyet etmeye başlamıştı. Seçim sonrası kur şoku ihracatçıyı geçici de olsa rahatlattı. Bunun elbette sınıfsal etkileri var. Türkiye son beş yıldır kur şokları yiyor. Özellikle 2021 sonrasında büyük bir bölüşüm şoku yaşadı. Ücretlilerin milli gelirden aldığı pay ciddi biçimde düştü. Bunu geçmişte, 1994 ve 2001 krizlerinde de gördük. Seçim sonrasında kurun salıverilmesinden başka şansları yoktu. Nereye kadar böyle dış ticaret açığı verebilirsiniz? Bir noktada kuru artırmanız gerekiyor, bu bir tercihten ziyade zorunluluk. Merkez Bankası şu an rezervleri geri toplamak adına kura müdahale etmiyor. Bu yolla kurun artışını biraz daha frenleyebilirdi.

TL’nin reel olarak değer kazanması ihracatçıyı zorluyordu. Türkiye İhracatçılar Meclisi şikâyet etmeye başlamıştı. Seçim sonrasında kurun salıverilmesinden başka şansları yoktu. Nereye kadar böyle dış ticaret açığı verebilirsiniz? Bir noktada kuru artırmanız gerekiyor, bu bir tercihten ziyade zorunluluk.

Bu durumda enflasyonla nasıl baş edebilirler?

Edemeyecekler. Kuru, vergileri artırdınız. Benzinden nispeten düşük vergi alıyordunuz, bundan bir ölçüde vazgeçtiniz. Hepsi fiyatlara yansıyacak. KKM her ne kadar kur artışını seçim öncesinde engellese de dolar arttığı zaman KKM ödemeleri de artıyor. Bir anlamda parasal genişlemeye gidiyor, ülkenin belli bir kesimine bir servet aktarıyorsunuz. Bunun cari açığa mutlaka olumsuz etkisi olacak.

Açıkçası, Merkez Bankası’nda Hafize Gaye Erken yönetiminin çok uzun süreli olması şüpheli. Erdoğan seçim sonrasında faiz artışlarını biraz gönülsüz kabul ediyor. Faiz artışlarına rağmen enflasyonun düşmediğini, hatta arttığını gördüğünde MB yönetimini değiştirebilir. Hatta yerel seçimler kaybedilirse, Mehmet Şimşek bile gidebilir.

Yerel seçimler yaklaştıkça, enflasyonun zaten önlenemediği bir ortamda, tekrar parasal genişlemeye gidip kredi dağıtarak istihdamı artırmayı deneyebilirler mi?

Olabilir. Erdoğan’ın kafasından geçenleri okumak çok zor. Seçimi kazanmak için mutlaka bazı hamleler yapacak.

Mehmet Şimşek ekonomide “rasyonelleşme planını” üç maddede özetledi: Maastricht kriterlerine uyum, enflasyonun orta vadede tek haneye düşürülmesi ve yıllardır dile pelesenk olan “yapısal reformlar.” Yapısal reformlardan kasıt ne? Bu strateji sınıfsal açıdan ne anlama geliyor ?

Geçmişteki uygulamalarına bakınca, Şimşek’in kafasında daha piyasacı reformlar olduğunu söyleyebiliriz. “Heterodoks” politikalardan vazgeçmek, sermaye kontrollerine, finansal piyasalar üzerindeki sınırlamalara son vermek istiyor. Mesela bankaların tahvil tutma oranlarını düşürdü. Bir noktada KKM’ye de son vermek istiyor, ama bunu bir anda yapması mümkün değil, zira KKM’den çıkınca TL sert bir şok yiyecek. Kafasında işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, yıllardır arzulanan, ama kimseyi memnun etmediği için yapılamayan kıdem tazminatının kaldırılması gibi şeyler de var.

Maastricht kriterlerine uyum adı altında daha daraltıcı mali politikalar gündeme geliyor. Buna paralel olarak dolaylı vergiler artırılıyor, ama dolaylı vergilerin payını düşürüp doğrudan vergileri yükseltmek gibi emekçi sınıflar için çok olumlu sonuçlar verecek politikalar düşünülmüyor. Şimşek’in kariyerini, büyük yatırım bankalarındaki tecrübesini göz önüne aldığımızda, sermaye perspektifinden bakması doğal. Son vergi artışı politikaları çalışanların durumunu kötüleştirecek.

OECD geneliyle karşılaştırdığımızda dolaylı vergiler kamu finansmanında çok ciddi yer tutuyor. Buradan çıkıp doğrudan vergilere yönelmek lâzım. Türkiye’de doğrudan vergilere geçmek için artık daha fazla alan mevcut. Kayıt dışılık eskisi kadar yüksek değil. Örneğin, konut fiyatları her daim düşük gösteriliyor ve konuttan çok az vergi toplanıyor, ama konut sahiplerinden doğrudan vergi toplamak çok kolay. Açın interneti, Kadıköy’de 3+1 evin gerçek değerini kolaylıkla öğrenebilirsiniz. Fakat hükümetin böyle bir anlayışı yok. Bu tamamıyla sınıfsal bir tercih. Vergi yükünü daha eşitlikçi hale getirmek, bunu gelir dağılımını düzeltmek için kullanmak istemiyor.

Ülke tarihinin son kırk yılındaki ekonomik krizlere baktığımızda bugünkü ile önceki krizler arasındaki farklar ve benzerlikler neler?

Türkiye son 35 yıldır sürekli cari açık veren, dış sermaye girişlerine dayalı büyüyen ve sermaye girişlerinin kesilmesi durumunda düzenli olarak kur krizi yaşayan bir ülke. 2018 kur krizi de bu anlamda daha önceki krizlere benziyor. Ama elbette her krizin hikâyesi farklı.

Mesela, 2021’deki kur şokunda yabancıların Türkiye’den kaçışının etkisi daha az, çünkü varlıklardaki payları zaten azalmıştı. 2021’de daha çok yerlilerin döviz tevdiat hesaplarına dönmesinin etkisini gördük. 1994 krizinde özel sektör, 2001 krizinde ise kamu borçları ön plana çıkıyordu. 2021’de kamunun kaynak bulamadığı, özel sektördeki firmaların battığı bir borç krizinden doğrudan bahsedemeyiz. Ama TL’den dolara panik halinde kaçma açısından diğerleriyle benzeşiyor. Üç kriz öncesinde de yüksek miktarda cari açık vardı, sermaye girişleri durduğu anda yaşanacaklar kaçınılmazdı.

MB yönetiminin çok uzun süreli olması şüpheli. Erdoğan faiz artışlarını gönülsüz kabul ediyor. Faiz artışlarına rağmen enflasyonun düşmediğini, hatta arttığını gördüğünde MB yönetimini değiştirebilir. Yerel seçimler kaybedilirse, Şimşek bile gidebilir.

2001 krizi sonrasında özelleştirmeler önemli bir araçtı, çünkü kriz sonrasında da Türkiye yüksek cari açığa dayalı olarak büyüyordu. Gerekli sermaye girişlerinin bir kısmının kaynağı, Türkiye’deki firma ve bankaların yabancılar tarafından satın alınması ve özelleştirilen KİT’lerdi. Özelleştirilecek kurum sayısı artık çok az. Yaparlar mı bilemiyorum, ama örneğin altın yumurtlayan tavuk THY’nin özelleştirilmesi gerekecek.

Öte yandan, bugün batıdan sermaye çekmek de kolay değil. 1998’deki Türkiye’nin AB adaylığı sermayenin gelmesi için bir vesileydi. 2021 krizi sonrasında çok dar bir alan kaldı.  Önceki özelleştirmeler çok yanlıştı, Tüpraş gibi KİT’ler sudan ucuz fiyatlara satıldı. Bu bir ölçüde kamu açıklarını, cari açıkları kapatmaya yardımcı oldu, ancak gelecekte ciddi gelir elde edebilecek bazı kuruluşlar elden çıktı.

O dönem bu teşebbüslerin zarar ettiğine dair büyük bir propaganda vardı, oysa özel şirketler de aynı ölçüde zarar ediyordu. Ayrıca, KİT’lere sadece kâr-zarar çerçevesinden bakmak doğru değil, çünkü tüm topluma hizmet veriyorlar. Demiryollarınız zarar edebilir, ama halka ucuz ulaşım hizmeti verirsiniz. ‘60’lar ve ‘70’lerdeki ithal ikameci döneme baktığımızda, demir-çelik gibi ara mal üreten fabrikaların sanayiye ucuz girdi sağlamak için sübvansiyon amacıyla kullanıldığını görüyoruz. Doğruluğu yanlışlığı tartışılır, ama bu tür bir teşebbüs “zarar ettiği” için eleştirilemez.

Türkiye’de özellikle resmi enflasyonun ve döviz kurlarının piyasadan ayrışmasıyla beraber, 2018 krizi sonrası Arjantin ekonomisinde yaşanan aşırı devalüasyonla benzerliğin altı çiziliyor. Arjantin’de ne yaşanmıştı ve orada yaşananlar Türkiye ile ne ölçüde benzeşiyor?

Arjantin ilginç bir vaka. Ülkede 2000 krizinin ardından 2015’e kadar sol bir iktidar vardı ve çok daha kontrollü politikalar uyguladılar. Ardından 2019’a kadar neoliberal Mauricio Macri iktidara geldi.  Yüksek cari açık veren, dış borçların hızla arttığı bir dönem yaşandı. IMF’ye zamanında ödemeyi reddettikleri borçları bile ödemeye başladılar. Bu süreç pesonun ciddi değer kaybetmesiyle sonuçlandı.

Bu açıdan 2015-2019 arasında yaşananlar Türkiye’ye bir ölçüde benziyor. Sonrasında gelen Peronist iktidar da kur ve enflasyon problemini çözemedi. Döviz alım-satımları çok zor, ihracatçıya farklı, turizm amacıyla yurt dışına gideceklere farklı, birden çok kur rejimi uygulanıyor. Faizleri Türkiye’den çok daha fazla artırmalarına rağmen onlar da Türkiye gibi kur-enflasyon sarmalı içinde.

Türkiye’ye nazaran çok fazla doğal kaynakları var, ama doğal kaynaklar her zaman çözüm getirmiyor. Yapısal iktisatçı Raúl Prebisch gelişmekte olan ülkelerin sanayileşmesinin önemli olduğunu, doğal kaynaklara veya tarım ürünlerine dayalı büyümemesi gerektiğini, çünkü ticaret hadlerinin zaman içinde sanayi ürünleri lehine değiştiğini yazıyor. Prebisch’in Arjantinli olması rastlantı değil. Ülke tarihine baktığımızda, 20. yüzyılın başında çok daha zengin olan ama ardından sanayileşmeyi gerçekleştirememiş, birçok askeri darbeyle sanayileşmesine izin verilmemiş bir ülke görüyoruz.

Asgari ücret temmuz başında yüzde 34 artışla 11.402 liraya çıktı. Bu artışların şirket kârları üzerindeki etkisi ne olur, şirketler kâr paylarını artırmak için bunu bir fırsat olarak görebilir mi? Bu durumu Batı ekonomilerinde belgeleyen bazı çalışmalar enflasyonun birincil sebebi olarak şirket kârlarını gösteriyor. Bu Türkiye’de de yaşandı mı, yaşanması beklenebilir mi?

Asgari ücret üzerine ampirik çalışmalarda, asgari ücret artışlarının milli gelir bölüşümünü ücretlilerin lehine değiştirdiği görülüyor. Bunu HDP’nin ve ardından CHP’nin vaatlerine bağlı olarak büyük bir zammın yapıldığı 2016’da gördük. O dönem hem kâr marjları hem de sermayenin bölüşümden aldığı pay düştü. Asgari ücret artışları olmasaydı ücretlilere düşen pay çok daha az olurdu. Artışlar bir çıpa görevi görüyor. Ama asgari ücret artarken diğer yandan kur şoklarıyla artan girdi maliyetleriyle birlikte fiyatların da artması bölüşümü emekçi sınıflar aleyhine bozacak.

Şimşek Kur Korumalı Mevduat’a son vermek istiyor, ama bunu bir anda yapması mümkün değil, zira Kur Korumalı Mevduat’tan çıkınca TL sert bir şok yiyecek. Şimşek’in kafasında işgücü piyasalarının esnekleştirilmesi, kıdem tazminatının kaldırılması gibi şeyler de var.

Bu gelişmeyi asgari ücret artışıyla açıklamaya çalışanlar olacaktır, ama iki etkiyi birbirinden ayırmak gerek. Şirketlerin kâr marjlarının sabit olduğunu varsayarsak, girdi maliyetleri emek maliyetlerinden daha fazla artarsa bölüşüm emek aleyhine bozuluyor. Türkiye’de kâr marjı artıyor, bu da sermaye lehine bir durum. Fransa gibi birkaç örnek hariç, batı ülkelerinin büyük bölümünde yapılan ayrıştırma analizlerinde fiyat artışlarının büyük ölçüde şirket kârlarına gittiği görülüyor.

Benzer bir analizi Türkiye için yaptığımda benzer bir durum gözlemledim. Bunun iki farklı nedeni var. Birincisi “markup” diye adlandırılan kâr marjlarındaki, yani fiyatla maliyet arasındaki yüzdesel farktaki artışlar. İkincisi ise girdi fiyatlarındaki ücretlerdekinin çok üzerinde gerçekleşen artışların sermaye kesimi tarafından ürün/hizmet fiyatlarına yansıtılabilmesi.

Batı ülkelerinde ikisini birden gözlemliyoruz. Ama Türkiye’de markup’ların artmasından ziyade girdi fiyatlarının kârlara yansıması şeklinde gerçekleşen enflasyonun etkisi çok daha fazla. O yüzden Türkiye’deki enflasyonu markup’ların artmasıyla açıklamayız, bunlar en fazla üç-beş puan etki eder, 20-25 puanlık artışları böyle açıklamak gerçekçi değil.

Batı’dan farklı olarak, Türkiye’de fiyat kontrolleriyle enflasyonu kontrol edebilme alanı giderek daralıyor. Mesela tanzim satışlarla markup’ları ve dolayısıyla kârları bir ölçüde sınırlandırabilirsiniz. Ancak, Türkiye’deki enflasyon kur şokuyla yerel para cinsinden zıplayan girdi fiyatlarına bağlı olduğu için iktidarın fiyat sınırlamalarıyla enflasyonu aşağıda tutma kapasitesi çok az. Yüzde 8-10 enflasyon yaşayan bir batı ülkesinde markup’ları üç puan aşağı çekip fiyatları anlamlı bir oranda dizginleyebilirsiniz, ama Türkiye’deki enflasyonu 10 puan bile aşağı çekseniz hâlâ çok yüksek olacak

Enflasyon pandemiden beri küresel bir sorun haline geldi. Bazı ülkeler mali politikaları, bazı ülkeler parasal politikaları devreye sokarak farklı çözümler üretiyor, sonuçlar alıyorlar. Tabloyu özetleyebilir misiniz?

Elektrik ve enerji fiyatlarında kontrollere daha olumlu yaklaşan İspanya ve İsviçre gibi ülkelerde enflasyon daha hızlı düşüyor. Ama İngiltere gibi piyasaların gücüne daha çok inanan ülkelerde enflasyon hâlâ yüksek. Merkez bankaları son dönemde faiz artırımlarına gidiyor. Uzun süre bundan kaçınmış, ağırdan almışlardı. Ama bana göre Avrupa’da merkez bankalarının şu dönemde yapabilecekleri sınırlı. Zira enflasyon arz şoklarının tetiklenmesiyle olmuştu.

Enerji fiyatlarının önce yükselip ardından düşmesine rağmen maliyet artışlarına bağlı olarak fiyatlarını zaten artırmış olan firmalar ürün ve hizmet fiyatlarını düşürmedi. Yani enerji fiyatlarındaki düşüş aslında kârların artması olarak yansıdı. Az önce kâr enflasyonu olarak konuştuğumuz şey tam da bu. Avrupa’da enflasyon eğer ekonomiler fazla ısındığı için artsaydı ücretlerin de enflasyona yakın oranda artması gerekirdi. Oysa şu an Avrupa’nın birçok yerinde reel ücretler düşüşte.

Yalnız burada aynı uyarıyı yapmak isterim. Batıdaki uygulamalardan dersler alabiliriz, ama Türkiye ve benzeri gelişmekte olan ülkelerdeki enflasyon hikâyesi farklı. Buradaki enflasyon büyük ölçüde kur şoklarına dayanıyor.

Avrupa’daki faiz artışlarına dönersek, burada belli riskler var. Örneğin, İngiltere’de şu an piyasa faizlerinin artmasına bağlı olarak mortgage faizleri de artıyor. Yakında yarım milyona yakın aile için ödemelerinin ayda bin sterline yakın artacağı söyleniyor. Bu çok ciddi bir ek yük. O yüzden İngiltere’de faiz artırımları finansal piyasaları da çok olumsuz etkileyebilir.

Temmuzda 1 trilyon 119 milyarlık ek bütçe TBMM’ye sunuldu. Hesaplamalar sadece ücret artışlarının bütçeye yaklaşık 800, KKM’nin ise şimdilik 300 milyar lira yük getireceğini söylüyor. Deprem sonrası öngörülen yatırımlar da var. Öte yandan Erdoğan KKM borçlarını Hazine’den Merkez Bankası’na aktarırken torba yasayla, Cumhurbaşkanlığı’na meclisten bağımsız bakanlıklara ödenek tesisini planlıyor. Tüm bunlar ilkin ödemeler dengesi, ikincisi Erdoğan’ın yerel seçimler öncesi amaçladıkları açısından neye işaret ediyor?  Bu türden “bütçe hakkı gaspları” başka ülkelerde de mevcut mu?

Erdoğan iktidara geldiğinden beri ülkeyi hiçbir denetime sahip olmayan bir şahıs şirketi gibi yönetmek istiyor. Torba yasayı da bu çerçevede değerlendirmek lâzım. Denetimsizliğin artması iktidarın kendi yandaşlarına sermaye aktarımını kolaylaştıracaktır. Bunu bu şekilde yapan bir ülke bilmiyorum. Örneğin, ABD’de bütçenin meclis onayından geçmesi gerektiği için iktidarın elini kolu bağlıdır. KİT’lerin varlık fonuna aktarılması da benzer şekilde bu kurumları Sayıştay denetiminden kaçırma amacı taşıyordu.

Son dönemde kamu çalışanları ve emeklilerin ücretleri ciddi şekilde artırıldı, bunlar seçim öncesi vaatler. Ama bu, bütçe ya da cari açık üzerinde yapacağı olumsuz etkilerden bağımsız olarak, aslında gerekliydi, çünkü kamu çalışanları ve emekliler uzun süredir TÜİK’in şüpheli TÜFE rakamlarına göre zam alıyorlardı. Reel anlamda yaşama koşulları gittikçe kötüleşmişti.

Türkiye yüksek cari açığa dayalı olarak büyüyordu. Gerekli sermaye girişlerinin bir kısmının kaynağı, firma ve bankaların yabancılar tarafından satın alınması ve özelleştirilen KİT’lerdi. Özelleştirilecek kurum sayısı artık çok az. Altın yumurtlayan tavuk THY’nin özelleştirilmesi gerekecek.

Öte yandan, Aziz Çelik’in yazdığı gibi, bu ücret artışları aslında kök aylıkların değişimiyle değil, Hazine katkısıyla verilen ek para üzerinden gerçekleşti. 2023 sonunda bazı emekliler, hatta memurlar hiç zam almayabilir.  Yani özünde zamlar kısmen göstermelik ve kalıcı değil.

KKM yükünün MB’ye devredilmesi bütçe üzerindeki baskıyı azalttı, ama bu ödemelerin para basılarak yapılmasının yaratacağı sorunlar var. Bunun ödemeler dengesi üzerinde olumsuz bir etkisi olacaktır. Zira, KKM’den belli bir kesime servet aktardığınızda, bu kesimin yapacağı harcamalar alt kesimlere göre düşük de olsa ithalatı artıracaktır.

Burada bir paradoks söz konusu. Kur artışının cari açığı kapatması bekleniyor, ama KKM ödemeleri tam ters yönde bir etkide bulunabilir. KKM ödemeleri konut fiyatlarını da olumsuz etkiliyor. KKM ile aktarılan servet bir noktada konut piyasalarına akıyor. Zira, yatırım yapılacak kârlı finansal enstrüman bulunamıyor. Son dönemde biraz yavaşlasa da konut fiyatlarındaki artışın yeniden ivmelenebileceğini düşünüyorum.

Son torba yasada gelen vergi düzenlemeleriyle dolaylı vergiler, özel tüketim vergileri ve harçlar artırıldı. Türkiye’de nüfusun yüzde 60’ı asgari ücret ve civarında bir gelire sahip. Bu oran OECD ortalamasının yüzde 10 altında. Rasyonelleşeceği iddia edilen ekonomi modeliyle parasal sıkılaştırmaya gidileceği, enflasyonun da artacağı düşünüldüğünde, geniş sınıflar açısından bir “eksik tüketim” krizi gerçekleşebilir mi?

Evet. İktidar bütçe açığını kapatmak için daha regresif olan dolaylı vergileri artırmayı tercih ediyor. Bu tüketim mallarının fiyatlarını artırarak hem bölüşümü hem de tüketimi olumsuz etkileyecek. Ayrıca, yakın gelecekte kur krizinin yaratacağı yoksullaşmanın da tüketim üzerinde daraltıcı etkisi olacak. Ama bir yandan da insanlar enflasyonun hızla artmasına bağlı olarak harcamalarını öne çekiyor. Son dönemde tüketimin düşmemesi şaşırtıcı. Yine de neticede geniş kesimler yoksullaşmaya devam ettikçe tüketim sınırlı kalacak.

Son 12 ayda cari açık rekorla 60 milyar doları buldu. Sadece haziran ayında dış ticaret açığı 6 milyar dolara yaklaştı. İhracatın ithalatı karşılama oranı sadece yüzde 61,9. Bu orta vadede ne ifade ediyor? Kısa vadede borçları ödemek için körfez ülkelerinden 50,7 milyar dolar yatırım geleceği söyleniyor. Varlık Fonu’ndaki şirketlerin satılacağı söylentisi yaygın. Bu ne ölçüde çözüm-çözümsüzlük anlamına geliyor?

Türkiye, özellikle 2018’e kadar, yeterli bir sanayi politikası üretemeden sıcak para girişlerine bağlı büyüyordu. Sürekli cari açıkla büyümeden bir yapısal dönüşüm çıkmadı. Bilakis, büyüme ile cari açık arasındaki ilişki güçlendi. Burada özellikle AKP’nin ilk dönemlerindeki inşaata dayalı büyümenin, liranın o dönemde aşırı değerli tutulmasının da etkisi var. Bu yüksek dış ticaret açığının devam ettirilmesi mümkün değil. Bu yüzden seçim sonrasında ciddi bir kur şoku yedik. İktidar kurun en azından kontrollü bir şekilde artması için çaresiz bir şekilde dış sermaye arıyor.

Kur artışının cari açığı kapatması bekleniyor, ama Kur Korumalı Mevduat ödemeleri tam ters yönde bir etkide bulunabilir. Kur Korumalı Mevduat’la aktarılan servet konut piyasalarına akıyor. Konut fiyatlarındaki artışın yeniden ivmelenebileceğini düşünüyorum.

Batı ülkelerinden gelen sermaye azaldı, çünkü hem genel olarak çeper ülkelere olan sermaye girişleri 2019 krizi sonrası azaldı, hem de Türkiye’de sürekli değişen kurallardan dolayı bir öngörülebilirlik krizi var. Sermaye girişleri için Çin gibi farklı coğrafyalara da bakılıyor. Körfez gezisi bunun bir parçası. Körfez ülkelerinden geleceği söylenen 50,7 milyar doların arkasında daha ziyade niyet beyanları var. Rakam büyük, kısa vadede ne kadarının gerçekten geleceğini göreceğiz.

Varlık Fonu’na gelirsek, büyük varlıkların çoğu zaten özelleştirildi. Ama mesela THY ciddi bir paraya satılabilir. Fakat cari açığı nereye kadar varlık satarak kapatacağız? Kamu bankaları da konuşuluyor. Örneğin, Türkiye’nin her yerinde şubesi olan Ziraat Bankası değerli. Ama kamu bankalarının tek işlevi kâr etmek değil. Mesela, iyi bir sanayi politikası oluşturmak için kamu bankaları en önemli araçlardan biri. Geçmişe baktığımızda, Kore ve Çin’in sanayileşmesinde oynadıkları kritik rolü görüyoruz. Ek olarak, iktidar bu bankaları yandaşlarına sermaye aktarmak için kullanabiliyor. O yüzden kamu bankalarının özelleştirileceğini düşünmüyorum.

Pandemi ve Çin’in yükselişi ile beraber kapitalizm üretim ve tedarik zincirlerini önemli ölçüde değiştiriyor. ABD’de büyük ölçüde “yeşil enerji yatırımlarını” içeren bir “ulusal sanayileşme planı” devrede. AB “yeşil geçiş” kapsamında “Fit for 55” paketi ile üretimdeki karbon ayak izinde kısıtlamalara gidiyor. Bu Türkiye’nin verili ekonomisi, sanayisi ve dış ticareti açısından ne anlama geliyor?

Küresel ısınma ve yeşil dönüşüm Türkiye’de çok fazla tartışılmıyor, ama aslında çok önemli. AB birçok yeni düzenleme yapıyor, mesela sınırda karbon düzenleme mekanizması ile karbon salımı yüksek mallara ek vergi getirmeyi planlıyor. Türkiye’nin en büyük ihracat pazarının yaklaşık yüzde 50 ile AB olduğu düşünülürse, bu düzenlemelere uyum sağlamak hayati önemde.

“Yeşil merkez bankacılığı” da giderek önem kazanıyor. Yeşil dönüşüme ayak uyduramayanların finansal piyasalara erişimi zorlaşabilir. Türkiye’de ayrıca küresel ısınmayla su kaynakları azalıyor ve tarımsal verimlilik düşüyor. Bunlara paralel gıda fiyatları daha da  yükselecek. Yenilenebilir enerjilere yapılacak yatırımlar hem büyümeye hem istihdama önemli katkıda bulunabilir. Bu türden yatırımlar girdilerinin ithal olması nedeniyle kısa vadede cari açığı olumsuz etkileyebilir, ama Türkiye petrol ve doğal gaz ithalatçısı bir ülke. Dolayısıyla, bu yöndeki yatırımlar uzun vadede cari açık sorununa katkı sağlar.

Konut sahiplerinden doğrudan vergi toplamak çok kolay. Fakat hükümetin böyle bir anlayışı yok. Bu tamamıyla sınıfsal bir tercih.

Son dönemde rüzgâr enerjisine yapılan yatırımlar yeterli seviyede değil. Gelecekte ticaret ve ekonomide söz sahibi olabilmek için yeşil enerjiye daha fazla eğilmemiz gerekiyor. Tabii yeşil dönüşümlerin nasıl yapılacağı önemli. Tıpkı iklim değişiminin maliyeti gibi, yeşil dönüşümün maliyetini de kimin üstleneceği sınıfsal bir mesele. Mesela, gelecekte karbon vergisi gibi regresif bir vergi gündeme gelirse enerji fiyatlarına ek bir vergi yansıyacak ve gelir eşitsizliğini olumsuz etkileyecektir. Bunu karbon temettüleriyle, yani karbon vergilerinin geniş kesimlere transferiyle desteklemek zorundasınız.

Firmalara kâr fırsatları yaratmaktansa karbon salımlarını gerçekten azaltacak kamucu politikalara odaklanmak önemli. Örneğin, sadece elektrikli araba yatırımlarına değil, toplu taşıma yatırımlarına öncelik vermeliyiz. Belki her tarafa tren ya da metro götürmek mümkün değil, elektrikli araba da bir ölçüde gerekli. Ama elektrikli araba benzinli arabaya görece iyi bir alternatiften ibaret. Buna dayalı yatırım planlanması yanlış. İstanbul gibi şehirlerin merkezlerinin büyük ölçüde arabadan arındırılması gerekiyor. Şu an Avrupa’daki bazı büyük merkezlerde zaten böyle yapılıyor. Londra’da belli bölgelere araba girişleri için ciddi ücret ödeniyor.

Dünya Bankası ve IMF’den dahi kamulaştırmaları, gelir adaletsizliğinin düzeltilmesini imleyen ifadeler geliyor. Sizce bu yönde bir dönüşüm mümkün mü? Türkiye bu resimde nereye oturuyor? 

Gelir dağılımı adaletsizliği tüm dünyada önemli bir konu haline geliyor. Gerek finansallaşma gerekse tekelleşme gelir dağılımını çok olumsuz etkiliyor.  Bu anlamda tekel gücü yüksek sektörlerde kamulaştırma uygulanabilir. KİT çalışanlarının üretimin planlanmasına katılımlarını artırmak, çalışanlarla kâr paylaşımı, özel firmalarda da çalışanların karar mekanizmalarına dahil edilmesi, sendikaların güçlendirilmesi önemli mekanizmalar. Türkiye özelinde doğrudan vergilere, gelir ve servet vergilerine yönelmek de şart.

AB karbon salımı yüksek mallara ek vergi getirmeyi planlıyor. Türkiye’nin en büyük ihracat pazarının yaklaşık yüzde 50 ile AB olduğu düşünülürse, bu düzenlemelere uyum sağlamak hayati önemde.

Konut piyasaları gelir eşitsizliğinin önemli bir boyutu, çünkü konut giderek belli kesimlerin hatta bankaların elinde toplanmaya başlıyor. Konutu kârlı bir yatırım aracı olmaktan çıkarmak için konut sahipliğinden servet vergisi alınması önemli. Son dönemde dünya genelinde kiracılık oranı artıyor. Ev almak da giderek zorlaşıyor, ücretli kesimler için imkânsız hale geliyor. Dahası, kiranın ortalama ücrete olan oranı da artıyor. İktidarların sosyal konut veya kooperatifleri teşvik etmesi konut fiyatlarını aşağı çekmek için şart.

Finansal varlıklardan vergi almak da giderek zorlaşıyor, çünkü para kolay kaçabiliyor. Kurumlar vergisini mesela yüzde 20-25’e çektiğinizde firmalar ülkenizden kaçabilir. Bu yüzden küresel bir koordinasyon gerekiyor. OECD’nin getirdiği asgari kurumlar vergisi, çok yetersiz olsa da, bu yönde bir adım. Tıpkı sınırda karbon vergisi gibi, çalışma koşullarında belirli standartları sağlamayan, asgari kurumlar veya servet vergisi eşiklerinin altında kalan ülkelerden ek vergi alınması ya da ticari kısıtlamalar getirilmesi gibi önlemler alınabilir.

2011’de, İspanya’daki Öfkeliler isyanının ardından yayınlanan manifestolardan birinde, gelir farkının en fazla on kat olması yer alıyordu. Bu o zaman ütopik çınlıyordu, ama ardından Sarı Yelekliler’in de manifestosunda yer aldı. Radikal sayılan öneriler küresel kriz çağında normalleşmeye başlayabilir mi?

Bu dediğinizin için sosyalizme daha yakın bir dünyaya geçmemiz gerekiyor. Ayrıca, eşitsizliğin boyutları ülkeden ülkeye değişiyor. ABD’de ücretli çalışanlar arasındaki eşitsizlikler daha ön planda. CEO gibi müdür konumunda olanlar şirketten hisse alıyor. Türkiye’de ise bilakis, sermaye kesiminin payı artarken ücretli çalışanlar arasındaki eşitsizlikler azalıyor.

DB ve IMF’nin kamulaştırmalardan, gelir dağılımı sorunundan bahsetmelerine geri dönersek, dünya artık ‘80’ler ya da ‘90’lardaki gibi bir dünya değil. Artan gelir eşitsizliği ana akım çevreleri de rahatsız eden boyutlara ulaştı. O yüzden bu çevreler kamucu politikalara daha sempatiyle bakmaya başladı. Financial Times gibi mecralar radikal politikalara hâlâ mesafeli, ama gelir eşitsizliğini azaltmaya yönelik önlemlere yer veriyorlar. İşin önemli bir boyutu da servetin Jeff Bezos gibi bir avuç insanın elinde toplanması. Bu kişilerin siyaseti de etkileyebilecek büyüklükte servete ulaşması demokrasileri tehdit ediyor. Elon Musk’ın Twitter’ı kontrol ediyor olması çok distopik bir durum. Siyaseti yönlendirebilecek boyutta bir güce sahip. 

Amazon hammaddeden tüketimin tasarlanmasına kadar bütün tedarik zincirini kontrol edebilecek bir seviyede tekelleşme kapasitesine sahip. Şu anda içinde olduğumuz tekelleşme dünya tarihinde daha önce görülmüş müdür?

Dünya 20. yüzyılın sonunda büyük mağaza zincirlerinin azmanlaşmasını gördü, ama bugün platform şirketleriyle yaşanan o döneme kıyasla çok daha büyük. Bu teknoloji tekellerini bir şekilde kırmak, belki de kamulaştırmak gerekiyor. Zira bu şirketler artık doğal tekel olabilme potansiyeli taşıyor.

Ben de çoğu insan gibi önce Amazon’a bakıyorum, zira en fazla çeşit orada. Bu kendi kendini destekleyen, çoğaltan bir mekanizma. Sosyal medya ağlarında da aynı durum söz konusu. Kimse Elon Musk’ı sevmiyor, ama alternatif görmediği için Twitter’dan çıkamıyor. Bir dönem Mastodon kullanmaya başladım, ama baktım kimseye ulaşamıyorum. Dolayısıyla, doğal tekel olabilme potansiyeli bulunan sosyal medya ağları da belki bağımsız bir uluslararası kurum tarafından denetlenmeli, hatta kamulaştırılmalı. Bir avuç insanın böylesine bir güce sahip olmaması için radikal çözümler gerekiyor.

Macaristan ve Polonya’da ekonomik krize rağmen sandıktan sağ iktidar çıkıyor. Türkiye’de “boş tencere”nin umulan sonucu yaratmadığı görüldü. İspanya’da “görece sol” koalisyon ekonomiyi görece iyileştirse de son seçimlerde Franco mirasçısı Halk Partisi (PP) birinci geldi. İktisatla oy verme pratikleri birbirinden ayrışıyor mu?

Bence hayır. Alper Yağcı ile 2018 verilerini kullandığımız bir makalede, Türkiye’de oy verme davranışlarının gelir artışları ve düşüşlerinden fazlasıyla etkilendiğini tespit ettik. Aslında, son seçimde de AKP ciddi oy kaybetti. Erdoğan bütün medyayı kendi öyküsünü anlatmak için kullanıyor, müthiş propaganda mekanizmalarına sahip ve elindeki finansal kaynaklar muhalefete göre çok daha fazla. Tüm bu kolaylaştırıcı unsurlara rağmen seçimi kaybedebilirdi.

Avrupa’da faşist hareketlerin büyüyor olması da yeni değil. Zamanında Karl Polanyi tespit etmişti. İnsanlar olumsuzluklar karşısında radikal alternatiflere daha fazla yönelme eğiliminde oluyor. Son dönemde bu yönelim daha ziyade sağ yönde oldu. Türkiye’de düzensiz göç çok uzun zamandır devam ediyor, ama göçmen karşıtı Zafer Partisi tam da yüksek enflasyon döneminde patladı. Neoliberalizmin çıkmazlarının yol açtığı yönelimler faşist hareketlere değil, sosyalist alternatiflere de olabilirdi. Örneğin, Yunanistan’da Syriza ve İspanya’da Podemos seçimleri kazandı, ama sonra ellerine yüzlerine bulaştırdılar.

Polanyi’nin dediği gibi, insanlar olumsuzluklar karşısında radikal alternatiflere daha fazla yönelme eğiliminde oluyor. Neoliberalizmin çıkmazlarının yol açtığı yönelimler faşist hareketlere değil, sosyalist alternatiflere de olabilirdi. Örneğin, Yunanistan’da Syriza ve İspanya’da Podemos seçimleri kazandı, ama sonra ellerine yüzlerine bulaştırdılar.

Corbyn seçimi kazanamasa da İngiltere’de gerçek bir alternatif haline gelmişti. Corbyn’in şanssızlığı AB referandumu kaosunun ortasına düşmesiydi. AB karşıtı, daha göçmen damarı olan emekçi kesimi kaybetmek istemedi, ama AB’ye tam karşı olmadığı için onların desteğini de alamadı. Ne Musa’ya ne İsa’ya yaranabildi.

Ayrıca, Corbyn çok zor bir şey yapmaya çalışıyordu. Kapitalizmin ve emperyalizmin kalbinde anti-kapitalist ve anti-emperyalist bir söylemi benimsetmek kolay değil. Köklü bir değişime neden olacak, kamulaştırmalara ve kooperatifçiliğe dayalı iktisadi politikaları ya da nükleer karşıtlığı medya tarafından çok eleştirildi. Partideki bazı anti-semist kişiler bahane edilerek Corbyn partiden atıldı.

Ama peki ne oldu? Şimdi İngiltere’de berbat bir muhafazakâr yönetim var.  Brexit ülkenin büyüme potansiyelini yavaşlattı. İngiltere dilin önemi sayesinde Avrupa’nın en nitelikli emeğini çekiyordu. İngiltere’ye gelen göçmenler yerel nüfustan çok daha eğitimlidir. Bunu ellerinin tersiyle ittiler. Muhafazakârların izlediği daraltıcı mali politikaların özellikle sağlık sistemine etkisi halkta memnuniyetsizlik yaratıyor. Üstüne Liz Truss çok anlamsız bir şekilde, en yüksek gelir gruplarından alınan vergileri indirmek gibi, Thatchervari aşırı liberal politikalar izlemeye kalkışınca finansal piyasalar dahi olumsuz tepki gösterdi. Öte yandan, muhalefetteki İşçi Partisi de pek umut vermiyor, onlar da sorunlara piyasacı bir yerden yaklaşıyor.

Almanya Maastrich Antlaşması’ndan sonra avro birliğiyle, durgun ekonomisini ihracat ve özellikle güneydeki özelleştirmelerle canlandırdı. Çin de şimdi ihracat eksenli büyümenin sınırlarına dayandığını görüyor. Mehmet Şimşek’in söyleminde ise yüksek bir ihracat vurgusu var. Türkiye’nin bu hevesi değişen rüzgârlarda nereye oturuyor?

Almanya’da avro bölgesinin açmazıyla ilgili bir sorun söz konusu. Almanya avro bölgesini uzun süre kendi pazarı olarak kullandı. Ama güney ülkeleri krize girdiğinde onlara yeterli destek vermedi. AB’de para birliği sağlansa da mali ve politik birlik anlamında bir sonraki aşamaya geçilemedi. Avrupa’nın genelinin büyümesinin yavaşlaması Almanya açısından da olumsuz. Gördüğüm kadarıyla en son PMI (satın alma yöneticileri endeksi) de kötü geldi.

Çin de büyümeyi daha sürdürülebilir hale getirebilmek için tüketimi artıracak politikalara yönelmek zorunda. Tüketimde ufak bir hareketlenme olsa da Avrupa’daki gibi geliri yeniden dağıtıcı mekanizmalara sahip olmaması büyük handikap.

Türkiye’de herhangi bir ihracat politikasının arkasında ciddi bir sanayi politikası ve bunu destekleyecek bir planlama teşkilatı bulunması gerekiyor. Şu an kur şokuna güvenerek ihracat bir miktar artırılmak isteniyor, ama bu avantajlar fiyatların artmasıyla kısa sürede yok olacak. İktidarın ciddi bir yapısal dönüşüm hedeflediğini düşünmüyorum. Zaten tüm kurumlar çok geriletildi. Boğaziçi Üniversitesi örneğinde gördüğümüz gibi, nitelikli bilgi ve emek üretecek kurumların altı oyuldu. Nitelikli insanlar korkutucu bir şekilde Türkiye’den kaçıyor. Bu da istense dahi uzun vadeli bir sanayi politikasını ve dönüşümü yürürlüğe sokmayı çok zorlaştırır.

^