BELGESELCİ VOLKAN ÜCE’YLE HER ŞEY DAHİL ÜZERİNE

Söyleşi: Ayşegül Oğuz, Yiğit Atılgan
9 Temmuz 2022
SATIRBAŞLARI

Her Şey Dahil’in fikri aklınıza nasıl düştü?

Volkan Üce: İlk esin kaynağım kuzenim. Avrupa’da yaşayan Türkler olarak zamanında her yaz arabayla Türkiye’ye gelip yedi-sekiz hafta kalırdık. Hiç sevmediğim yollardı, gümrükte saatlerce bekletilmek çok zoruma giderdi. Beklerken kavgalar çıkar, arabalarda damar şarkılar çalardı. Her geldiğimizde gördüğüm benimle yaşıt bir kuzenim vardı. Belçika’dan geldiğimiz için bana özenirdi, bizim yaşadığımız yerde her şeyin daha büyük ve güzel olduğunu düşünürdü. Belli bir yaştan sonra, akraba ziyaretlerinden sıkıldığım için senelerce aileme katılmadım. Sonra kuzenimin Antalya’da “her şey dahil” konseptli bir otelde çalışmaya başladığını duydum. Bir-iki gece yanında kalmak için ziyaret ettim. Bir baktım, bizim kuzen epey değişmiş, imrenme filan kalmamıştı. Çalıştığı yerde gördüğü Avrupalılar nedeniyle Avrupa’dan soğumuştu. Bir esin kaynağım da Fransız yazar Michel Houellebecq. Plateforme isimli romanındaki ana karakter Michel Renault varını yoğunu birleştirip Paris’ten Tayland’a gider ve bir otel kurar. O karakterin turistler üzerinden insan doğasını analitik biçimde gözlemleyişi ve yaptığı tahliller hoşuma gitmişti.

Volkan Üce

Fikir olgunlaştıktan sonra nasıl harekete geçtiniz?

“Her şey dahil” tipi bir otelde iki-üç genci çekme fikri 2017’de netleşti. Senaryo desteği almak için bir tretman yazdım. Belçika Kültür Bakanlığı’nın film fonu destek oldu. Belçika’dan gözüme kestirdiğim yüz kadar otele e-posta yazdım, hiçbirinden cevap gelmedi. Stres olmaya başlayınca İzmir’e uçtum, bir araba kiraladım ve Alanya yolu üzerinde otuz-kırk otelin önünde durup dikildim. Tıpkı belgeseldeki Hakan, İsmail ve yüzlerce gencin yaptığı gibi, ben de satış-pazarlama müdürü ya da CEO gibi insanlarla görüştüm. Animasyon ekibini çekmeme itirazları yoktu, ama mutfakta ya da lojmanda çekim yapacağımı söyleyince reddediliyordum. Hatta, “Ne belgeseli, bizde hayvan yok ki” diyen bile oldu. Berlin’de yaşayan Aslı Özaslan isimli belgeselci bir tanıdığım var. Onun ahbabı bir emlâkçının tenis oynadığı bir otel sahibi mevzuya ilgi duymuş ve gelmemizi söylemiş. Ne yapmak istediğimi, insan psikolojisi üzerine bir belgesel çekmek istediğimi sanırım anladı. “Otelimde 350 kişi çalışıyor, ancak 10-15’ini tanıyorum, benim için de ilginç olur” dedi.

Herhangi bir müdahale ya da sansür yapılmayacağının sözünü aldınız mı?

Yapımcım bir evrak hazırladı, sonradan vazgeçseler bile o âna kadar yaptığımız çekimlerden bir belgesel yapabileceğimizi kabul ettiler. Görkemli bir set kuracağımızı, bunun turistler için ilginç olacağını düşünüyorlardı, ama bizi iki-üç kişi görünce hayal kırıklığına uğradılar. Onlar için esprisi kaçtı, ama otel sahibiyle ilgili bir sıkıntı yaşamadık.

Hakan (Hoşcan) ve İsmail (Daşdöğen) öyküye nasıl dahil oldu?

İlk izni aldıktan sonra bizi insan kaynakları bölümüne yönlendirdiler. Orada işe alma prosedürlerini öğrendim ve o süreçten sorumlu olan Alper Kantemur’la tanıştım. Nisan’daki açılış için 350 kişiyi işe alacaklardı, bunların yarısı ilk defa bir otelde çalışacak gençlerdi. İşe başvuranlar genelde doğudan otobüsle sabah saatlerinde geliyordu, onları kapıda karşılıyor, muhabbet ediyorduk. Çoğu yol yorgunu olsa da çekim yapmamıza izin verdi, o şekilde otuz-kırk kişiyi çektik. Hakan ve İsmail onların arasındaydı. İkisini takip etmem gerektiğine kısa zamanda emin oldum.

Bir baktık ki, Hakan valizinin dörtte üçünü kitapla dolduruyor. Çekerken bile abartılı geldi, ama gerçek olduğu için çektik. Kurgucumuz izleyicinin inanmayacağını düşündü. Gerçeğin izleyiciye sahte gelebileceği düşüncesiyle bavulun içini göstermedik.

Kurduğunuz çerçeve Hakan ve İsmail’i tanıdıkça ne tür değişimlere uğradı?

Çekimlere Nisan 2018’de başladık, kasıma kadar aralıklarla çekim yaptık. 2019’da bir kez daha gittik, toplamda kırk çekim günümüz oldu. Her çekim dönemi sonrasında elimdeki malzemeye bakıp senaryoyu değiştiriyordum, aklımdaki çerçeve de bu şekilde değişti. Örneğin, Hakan ve İsmail’e birbirleriyle arkadaş olmalarını söylemedim, bu kendiliğinden gerçekleştiğinde ne kadar mutlu olduğumu anlatamam, çünkü bunu senaryoya yazsam klişe bulunurdu. Ya da Alper Kantemur’un çalışanların otelde geçirdikleri değişimleri göstermek için onlardan ilk iş günlerinde aldığı vesikalık fotoğraflar mizansen gibi görünebilir, ama o zaten Alper’in yaptığı bir şey. Onu görünce senaryoya ekledim. 

Hakan Hoşcan ve Nashire Resort sakinleri

Çekimlerde karakterlerin kamerayı unutmasını nasıl sağladınız?

O bir anda olmadı. Başta biraz utangaçlardı, gitgide alıştılar. Bu karşılıklı güven sayesinde gerçekleşti. Onlar kendileri oldu, ben kendim oldum, eşit seviyedeydik. Hiçbir zaman onları olmadıkları gibi göstermeye çalışmadım. Onlara ilk iki gün “Böyle yap, şöyle davran” gibi direktifler versem, üçüncü gün gelip ne yapmaları gerektiğini sorarlardı. Hakan ve İsmail’e doğrudan müdahale etmediğimden kamera onlara bu kadar yaklaşabildi. Hakan zaten çok doğal biri, kamerayı hiç umursamıyordu. Görüntü yönetmenimiz Joachim Philippe bu kadar rahat yönetilen birini hiç görmediğini söylüyordu.

Hakan’ın bavulundan kitaplar çıktığında, Nietzsche ve Dostoyevski hayranı biriyle tanıştığınızda ne hissettiniz?

Bu durumun Hakan’ı benimsememe katkısı olduğunu düşünüyorum. Hakan’ın lojmana ilk geldiği zamanı değil, kasım ayında, sezonun bitmesiyle valizini topladığı zamanı da çekmiştik. Bir baktık ki, Hakan valizinin dörtte üçünü kitapla dolduruyor. Çekerken bile abartılı geldi, ama gerçek olduğu için çektik. Kurgucumuz görüntüleri beğense de izleyicinin inanmayacağını düşündü. Biz de gerçeğin izleyiciye sahte gelebileceği düşüncesiyle bavulun içini göstermedik. İlk iş görüşmesini çektikten sonra Hakan’la muhabbet etmeye başlamıştık. Hakan’ın sinema bilgisi de çok yüksek.

En nefret ettiğim insan tipi “para bende, istediğimi yaparım” diyenler. Bu tür insanların kendileri de, sorunları da çok sıkıcı oluyor. Otelde envai tür dert aynı çatı altında toplanmış. Biri geçim derdinde, biri kardeşleri okusun diye asgari ücretle sürünüyor, bir kat yukarıdaysa bir kadın tatlısının kaşığı gelmedi diye zırlıyor.

Ben mesela Kieślowski’nin Üç Renk Üçlemesi’ni iyi hatırlamıyorum. Hakan ise o filmlerin arasındaki benzerliklere ve farklara dair bize sanki ders veriyordu. Biz yorulduk, Hakan anlatmaya devam etti. Otellerde çalışanlara dair önyargılar var. Onların bir makinenin parçaları, bilinçsiz insanlar olduğu düşünülüyor. Belçika’da yaşayan bir Türk olarak Hakan’ı iyi anlıyorum. Hakan o oteldeki turistler için onları su kaydırağına iten adamdan ibaret.

Hakan’la İsmail arasında yaş ve eğitim açısından belirgin farklar var. Onları yan yana getiren gelecek kaygısı ve umutsuzluk. Siz bu gençleri nasıl bir araya getirdiniz?

Onları seçmemin temel sebebi zaten çok farklı olmaları. Hakan, kendi tabiriyle, “Dostoyevski-titis” hastalığına tutulmuş, kitaplardaki gerçeklikle gerçek hayat arasındaki uyumsuzluktan ötürü hayal kırıklığına uğramış bir genç. İsmail ise Urfa’da kendisine bir gelecek kuramıyor, abisinin zoruyla kendisini Manavgat’taki bir otelin mutfağında buluyor. Aslında kuaför, mutfakta çalışmayı hiç istemiyor. Yine de onlara umutsuz diyemem. Bu filmde illa bir umutsuzluktan bahsetmek gerekiyorsa “her şey dahil” tabirinin kendisine bakabiliriz. Yabancılar için ucuz tatil; bunun bedelini ödeyen ise orada çalışanlar. O sistemin içine girince değişiyorlar, umutsuzluk da o değişimde. İsmail, filmin sonunda, geldiği yerdeki insanların boş ve sıkıcı olduğunu düşünmeye başlıyor. Gördüklerinden etkilendi ve artık geri dönemez. Dönse bile kendisi olamaz. “Her şey dahil”in bedelini İsmail ödüyor. Geldiği yeri hor görmesi ve sahte bir dünyaya ilgi duyması acı bir durum. Hakan ise sistemin içinde hayal ettiğini bulamayınca kendisine yabancılaşıyor, bu da bir bedel.

Hakan, İsmail ve oteldeki diğer çalışanlar çok kırılgan bir ekonomik durumdalar. Bu yönlerini yansıtırken nelere dikkat ettiniz?

Görünmez kahramanları, emekçileri kollayan solcu bir film yaptığıma inanıyorum. Sosyalist görüşte bir insanım. En nefret ettiğim insan tipi “para bende, istediğimi yaparım” diyenler. Bu tür insanların kendileri de, sorunları da çok sıkıcı oluyor. Otelde envai tür dert aynı çatı altında toplanmış. Biri geçim derdinde, biri kardeşleri okusun diye asgari ücretle sürünüyor, bir kat yukarıdaysa bir kadın tatlısının kaşığı gelmedi diye zırlıyor. Filmin kırılma ânı bence Hakan’ın oteldeki kimsenin Dostoyevski’yi tanımadığını, hizmet ettiği insanların aslında kendisinden daha değerli olmadığını fark ettiği an. Birileri başka bir ülkede doğduğu için o otele turist olarak gelme hakkını elde ediyor. Çalışanların çantaları aranıyor, içtikleri ikinci meşrubat göze batıyor. Bu sosyo-ekonomik eşitsizliği ve haksızlığı göstermek istedim…

Otellerde çalışanlara dair önyargılar var. Onların bir makinenin parçaları, bilinçsiz insanlar olduğu düşünülüyor. Belçika’da yaşayan bir Türk olarak Hakan’ı iyi anlıyorum. Hakan o oteldeki turistler için onları su kaydırağına iten adamdan ibaret.

Bir gün çekimler bitmiş, havuz kenarında kafamı dinliyorum. Sarhoşluktan ayakta duramayan bir Türk, “Siz benim banyomu viskiyle dolduracaksınız, para verdim, mecbursunuz” diye bas bas bağırıyor. Filmde de balon kalmadı diye olay çıkaran biri var mesela. Ama tabii insanlar etrafta kamera olunca daha kibar davranıyor. Bir tek yemekte kamerayı fark etmiyorlar. O kadar şartlanmışlar ki, patates kızartmasının, köftenin derdine düşüp kamerayı algılamıyorlar. Ancak karınları doyup havuz başına geçince kamerayı görüyorlar ve o kadar sert davranmıyorlar. Hacı isimli biri vardı, emekli maaşı yetmediğinden otelde çalışıyor. Terleye terleye döner keserken zengin bir Türk gelip yaşını sordu. 65 olduğunu öğrenince “Sen çabuk yıpranmışsın, ben de 65’im, ama pilates yapıyorum” dedi. 70 küsur yaşında başka bir amca oğlunun borcunu ödemek için çalışmaya gelmiş. Köpük partisinde, o iğrenç müziğin altında plastik bardakları toplarken yanlışlıkla başkasının fotoğrafına girdi diye tepik yedi, gözlerimle gördüm. Çok iğrenç durumlar var.

Kamerayı turistlerden uzak tutmaya, emekçilerin arasında dolaştırmaya nasıl karar verdiniz?

Ulrich Seidl’in Cennet Üçlemesi beni çok etkilemiştir, onun gibi bir şey yapmayı düşünüyordum. Hakan ve İsmail’e ne kadar odaklanacağımdan emin değildim. Seidl insanları pek sevmiyor, bizse Hakan ve İsmail’i çok sevdik ve daha dengeli bir yaklaşım geliştirdik. Uçaktan indiğimizde koşa koşa otele gidiyor, valizleri bir kenara atıp onları arıyorduk. Hatta sesçimiz vedalaşırken ağladı. Turistleri bu yüzden önemsizleştirmek istedim, filmde sadece bir-iki kere konuşuyorlar. Otel nasıl çalışanları aynı tişörtü giydirerek tektipleştirmek, konuşmalarını yasaklayarak görünmez kılmak istiyorsa, ben de turistleri anonim bir et yığını haline getirerek rolleri değiştirdim. Filmin görsel stili de öyle gelişti. Çalışanlar işe ilk başladıklarında çekingen olduklarından, turistlere onların bakış açısından bakarak o dünyayı flu ve kaçamak bir şekilde gösterdim. Ama sonra alışıp işi öğrendiklerinde, etrafa daha rahat bir şekilde bakmaya başlıyorlar, o noktada da Ulrich Seidl tarzı geniş açılı planlara geçtim.

İsmail Daşdöğen

Filmi pandemi öncesinde çektiniz, pandemi döneminde kurgudaydınız. Bu durum montaj masasında geçirdiğiniz süreci nasıl etkiledi?

Pandemi daha sakin çalışmamızı sağladı. Elimizde çok özel bir malzeme olduğunu biliyorduk, kısa montajlar yaparak yeni destekler de aldık. Fransa, Belçika ve Hollanda’dan devlet kanalları ortak oldu, çünkü güzel bir şey yakaladığımız belliydi. Hiçbir zaman acele etme yanlısı değilim, çünkü bir filmi bitirme ânı mektubu şişeye koyup denize fırlatmak gibi, geri alamıyorsun. Ben de şişeyi elimden bırakırken çok dikkat ettim. Denge önemliydi, farklı montajlar denedik. İlk başlarda yapımcılar acele ettiriyordu, ama pandemi sayesinde yavaşladım. Kurgucumuz Els Voorspoels 65 yaşında ve hastalanmaktan çok korkuyordu. Evine gelen gazeteyi bile ütüleyip okuyordu. Aylarca yan yana çalışmak istemedi, ben de başkasıyla çalışmak istemedim, çünkü ilk filmde beraberdik ve aynı insanlarla çalışırken güvende hissediyorum. Özellikle kurgucuyla çalışırken yönetmen olarak çok çıplak oluyorsun.

Film kaç saatlik görüntüden oluştu?

Kaç saat diye hesaplamadım, ama kırk gün boyunca sabahtan akşama çekim yaptık. Bunları alıp seksen dakikalık bir filme dönüştürmek çok meşakkatli. Bu aslında çok hassas bir konu. Belgeseller için ayrı bir kategori açılıp En İyi Belgesel ödülü veriliyor. Ama kurgu, ses, müzik, görüntü yönetmenliği gibi alanlarda hiçbir belgesel aday gösterilmiyor. Belgesele amatörce, aşkla yapılan bir işten ziyade profesyonel bir iş olarak bakılmalı. Bir belgeselin kurgusu o kadar zor ki. Görüntü yönetmeninin bir sahneyi bir kez çekme şansı var. Kurmaca olsa Hakan’a “Sana para veriyoruz, aynı şeyi elli kez yapacaksın” diyebilirsin. Ama belgeselde buna zorlayamazsın, çektin çektin, çekmediysen geçmiş olsun.

Her Şey Dahil’in iki başrolü Hakan Hoşcan ve İsmail Daşdöğen 41. İstanbul Film Festivali’ndeki gösterimde ilk kez filmi birlikte izlediler, soru-cevap bölümünde Volkan Üce’yle birlikte sahnedeydiler

Biraz kendi göçmenlik öykünüzden bahseder misiniz?

Biz Nevşehir’in Kozaklı ilçesindeniz. Rahmetli dedem maceraperest bir adammış. Fakir değilmiş, ailesinin arazileri varmış. Ama 1960’larda henüz 17-18 yaşındayken sırf meraktan Belçika’ya gitmiş ve ilk göçmenlerden biri olarak maden ocağına girmiş. Bir-iki ay sonra orada çalışamayacağını anlayıp çıkmış, kahvecilik, manavlık gibi işler yapmış. Babamsa İstanbul’da, üniversitede iktisat okumuş. Evlenip Belçika’ya taşınmış, ama diplomasını kabul etmemişler. Otuz sene fabrikada çalıştı, elleri nasır dolu. Ben de orada doğup büyüdüm. Üniversitede sinema okumak istiyordum, ama Türkler o işleri hiç yapmazdı. Bütün bölümlerin tanıtıldığı bir fuar vardı, gidip sinema okulu standının önüne dikilmiştim, yolumu şaşırdığımı zannettiler. Sinema beyazların işiydi, azınlıkların anlamayacağı düşünülüyordu. Ailem de o dönem pek desteklemedi, siyaset bilimi ve uluslararası ilişkiler okudum, yüksek lisans yapıp üniversitede kaldım. Ancak bir noktada direksiyonu tekrar sinemaya kırdım. Pozitivist bir insan değilim, beni ilgilendiren şey insan doğası, işim beyinle değil, hislerle. Takıntılı, meseleler biriktiren, bir şeyleri dert edinen biriyim.

Belçika’da, ilkgençliğinizde Türkiye sinemasını takip ediyor muydunuz?

Elbette. Çocukken üç VHS kaset 100 Belçika frangı, yani 2,5 avroydu. Babamla gider, Kemal Sunal, Şener Şen ve Cüneyt Arkın filmleri alırdık. Hatta o zaman Küçük Emrah hayranıydım. (gülüyor) Daha sonraki dönemde bir kültür festivalinde görev almaya başladım. Belçika’da Türkiye denince herkesin aklına göbek dansı gelirken biz modern dans getirdik. Şahika Tekand Tiyatrosu, İlyas Odman, Baba Zula, Replikas gibi isimler geldi. Filmlere meraklı olduğum için film programını benim yapmamı istediler. Her sene bir sürü film izleyip beş-altı film seçiyordum, gelen yönetmenlerle tanışma fırsatım oldu. O dönem izlediğim isimler beni etkilemiştir, örneğin Tayfun Pirselimoğlu’nun Saç filminden çok etkilendiğimi hatırlıyorum. Sonraki dönemde yüksek lisans esnasında da altı ay İstanbul’da yaşadım. Konserlere, film festivallerine, dans ve tiyatro gösterilerine gittim, epey beslendim.

Filmin festival yolculuğu nasıl geçti?

Festival yolculuğu Nisan 2021’de HotDocs Toronto ve CPH:DOX festivallerinde dünya prömiyerleri yaparak başladı. Film bugüne kadar otuz farklı ülkedeki festivallerde gösterildi. Bu festivallere katılmak ve beğenilmek sektörde ciddiye alınmamı sağlayan şeyler. European Film Academy tarafından Avrupa’nın en iyi 15 belgeselinden biri seçildi. Filmlerin birbiriyle yarışıyor olması tuhaf bir durum, ama Antalya’da En İyi Belgesel ödülünü almak güzeldi. İstanbul Film Festivali’ne seçilmek de çok mutlu etti. Film bir yıla yakındır festivallerde gösterildiğinden bir beklentim yoktu, İstanbul Festivali’nden mansiyon almak sürpriz oldu. Hakan ve İsmail de kendilerini büyük ekranda ilk kez İstanbul’da izlediler, hatta gösterim sonrasında sahneye üçümüz beraber çıktık. Antalya’ya gidip filmin kabasını onlara izletmiştim, çünkü onların onayını almak benim için önemliydi. Hakan’ın onu nasıl göstereceğime dair bir tereddüdü vardı, ama onu ezilmiş biri olarak göstermekten kaçındım. İzleyici de bunu gördü, Hakan ve İsmail’le empati kurdu. Sadece yurtdışında biri “Bu insanlar niye o kadar mutsuz değil” diye bir yorum yaptı, filmde yeterince duygu sömürüsü bulamamış. (gülüyor) Filmin Hakan ve İsmail’e de iyi geldiğini umuyorum. Doğrudan onlar hakkında güzel yorumlar yapıldı. Danimarkalı bir gazeteci belgeselimize dair yazısının sonunda “Böyle bir otelin su parkında Hakan gibi bir insanın olması dünyayı güzelleştiriyor” diye yazmış. İnsan daha ne ister?

1+1 Express, sayı 180, Yaz 2022

CANKURTARAN HAKAN HOŞCAN

Umut, şüphe, nihilizm

Her Şey Dahil’in cankurtaranı Hakan Hoşcan’ın Nashira Resort’tan beyazperdeye uzanan hikâyesi, mevsimlik işçilikle geçimini sağlayanların kısılıp kaldığı seçeneksizliği de gözler önüne seriyor. 41. İstanbul Film Festivali’ndeki gösterim için geldiğinde festival seyircisiyle buluşan Hakan Hoşcan’a teybimizi uzattık.

Hakan Hoşcan: Osmaniye’de doğdum. Annem ev hanımı, babam çiftçi. 12 kardeşiz, birçoğumuz okullu. İkisi doktor, üçü öğretmen, biri de bankacı. Onların başarıları bir baskı yaratıyor, ama ailenin kalabalık olması bireyleşmeyi de güçlendiriyor. Otelde çalışmadan önce, beş yıl Sakarya’da üniversite dönemim var. Biraz da ailemin baskısıyla başladım, ama üç ay İngilizce hazırlık okuduktan sonra bıraktım. Birkaç kere derslere gittim, ama kafamın içi cehennem gibi oluyordu. O dönem bende sosyal fobi başladı. Küçüklüğümde de utangaç ve çekingendim, liseden sonra dershaneye gittiğim sene çok yalnız kalmıştım. Üniversite döneminde beş yıl kadar, arkadaşlarla tuttuğumuz evden çıkmadan yaşadım, memlekete de geri dönmedim. Ailem derslere gittiğimi düşünüyordu. Odadan bile çıkmıyordum, sadece yemek yiyor, sokağa ancak sigara almak için adım atıyordum. Bu durum beni kitaplara yöneltti, kendimi bulup çözümleyebildiğim yazarlara denk geldim. Küçüklüğümden beri nedense Dostoyevski ve Nietzsche’nin kendi alanlarının zirvesi olduğunu düşünürdüm, belki lisedeyken derslerde isimleri kulağıma çalınmıştır. Üniversitede ilk okuduğum kitap Suç ve Ceza’ydı. Nietzsche’nin de bazı kitaplarını okudum. Böyle Buyurdu Zerdüşt’e başladım, ama onu hakkını vererek anlamak için birikim gerekiyor. Kitap okurken ruh halim çok değişken oluyordu. Bazen aşağılık kompleksine kapılıyordum, bazen de bir cümlenin beni anlattığını düşünüp kendimi birkaç gün çok kötü hissediyordum.

Dünyada olmak bir cezaydı

Bir noktada, artık aileden geçinemediğim için çalışmam gerekti. Otelde çalışan bir arkadaşım davet etti. Herkes gibi asgari ücret alıyordum, ikinci sene asgari ücretin az üstünde aldım. Cankurtaran olarak işe girdim, çocukken köyde derede yüzmeyi çok severdim. Ama filmde hiç yüzmüyorum. Üstümde müthiş bir nihilistlik vardı, kımıldayasım gelmiyordu, yaptığım işi bile çok zorlanarak yapıyordum. Birini su kaydırağından aşağı itmek için bile kendimi motive etmem gerekiyordu.

En ufak bir değişimde kendimi çok hırpalayan biriyim. Otele ilk gittiğimde kafamda bambaşka şeyler kuruyordum. Sadece Rusların değil, orada çalışan herkesin kitap okuduğunu zannediyordum. Vaktimin çoğu kendi iç dünyamda geçiyordu, çevrem çok dardı. Bir film izlediğimde onu izleyen tek kişi benmişim gibi geliyordu.

Otelde bulunduğum dönemde kendi varoluşsal sorunlarım bir filmde yer almaktan çok daha önemliydi. Yaşama devam edebilecek gibi değildim. Cioran kendisini kurtaran şeyin intihar fikri olduğunu söyler. Schopenhauer’e göre de insan için en iyisi dünyaya hiç gelmemiş olmaktır. Ben de böyle hissediyordum, dünyada bulunuyor olmak bir nimetten ziyade bir cezaydı. İntiharın her şeyi bitirebilecek olması beni rahatlatıyordu.

Şimdi dönüp bakınca, o şekilde nasıl yaşadığımı anlamıyorum. Her günüm intihar fikriyle geçiyordu. İntiharı planlamaktan zevk alırdım. İntiharın çeşitleri insanın psikolojik durumunu belirtir. Mesela Dostoyevski’nin Uysal Kız öyküsündeki kız pencereden atlayarak intihar eder. Bu intihar şekli önceden planlanmış, artık dayanamadığı noktada her şeyi bir anda bitirmek isteyen birinin kullanacağı bir yöntem. Bileğini kesenler ise acıdan haz duyar.

Otele ilk gittiğim dönem konuşarak insanların fikirlerini değiştirebileceğimi düşünüyordum. O yaşıma kadar kendi çıkarımı düşünmezdim, ama çalışmaya başladıktan sonra insanın üstünde baskı oluşuyor. Dürüstlük ve naiflik insanı aptal gibi hissettiriyor. Bu, Budala’nın da ana teması. Aptal muamelesi görmek insanı değersiz hissettiriyor, erdemli olmaya çalıştıkça toplum seni eziyor. Bunu kırmak için daha bencil bir şekilde davranmak gerekiyor, bencilleştikçe içindeki çatışma artıyor ve olmak istemediğin birisine dönüşüyorsun. Hayat seni şekillendirmeye başlıyor.

Fütursuzca eğlenceden her zaman tiksindim

Ortaokulda Ömer Hayyam çok ilgimi çekiyordu, rubaileri bana eğlenceli geliyordu. Neyzen Tevfik de sıyrık, güzel bir insan. Karacaoğlan’ın şiirleri çok doğal, erotizmi çok güzel kullanıyor. Rahatsız edici değil, muhteşem bir naiflikle bahsediyor.

Otele gidip bikinili kadınları görünce insan ilk başta heyecanlanıyor, ama bu eksiklikten kaynaklı bir durum. Bir süre sonra o ortama görüntü olarak alışıp bir şey hissetmemeye başlıyorsun. İzin günümde çarşıya çıktığımda sokaktaki turistler oteldeki çalışma hayatımı anımsattığından tiksinti yaratıyordu. Fütursuzca eğlenceden her zaman tiksindim. Volkan (Üce) bana hiç animasyonda çalışmayı düşünüp düşünmediğimi sorduğunda gülmüştüm. Hiç animasyonda çalışılır mı? İnsanlar sadece oynuyor, gerçekten bir eğlence hissettikleri yok. Eğer eğlendiğini hissediyorsan oynamana gerek yoktur, sadece varolduğunu düşünerek kendini gayet iyi hissedebilirsin.

Dürüstlük ve naiflik insanı aptal gibi hissettiriyor. Bu, Budala’nın da ana teması. Aptal muamelesi görmek insanı değersiz hissettiriyor, erdemli olmaya çalıştıkça toplum seni eziyor.

Kumar merakım boşluk doldurmak için başladı. Üniversitede bir kız vardı, dört yıl kafamın içinde onunla yaşamıştım. Otele gelmeden bir-iki ay önce bitti, müthiş bir acı çekiyordum. Sanırım hayatımı biraz da o kızla birlikte olma hevesiyle ayakta tutmuştum. Otele gelince boşluğa düştüm, uzun vadeli hiçbir amacım yoktu. Param olmadığı zaman mutsuzluğumu parasızlığa bağlardım, ama şimdi cebimde para olmasına rağmen çok mutsuzdum. Kitap da okuyamıyordum, önceden o şekilde ruhumu besliyordum. O boşluğun içinde kumar oynamaya başladım.

Nihilizmi aşmak için

Sinema yapma isteğim uzun vadeli bir istekti. Dil öğrenip ABD’ye gidebilirsem film yapmak daha kolay olur diye düşünüyordum. Ama yapacağımı Türkiye’de de yaparım, bir kısa film de benim için yeterli. Evden çıkmadığım dönemde ya kitap yazmayı ya da film çekmeyi düşlüyordum. Kamera kullanmışlığım yok, ama fotoğraf çekmekten hep keyif aldım. Bence bunun eğitimini almaya gerek yok. Okulunu okuyunca akademik kalıyorsun, özgürlüğünü azaltabiliyor. Anlatacak bir meselen olması daha önemli.

Kieslowski’yi ve Inarritu’yu çok severim. Bergman ve Kurosawa’yı da. En sevdiğim filmlerden biri Rashomon. O zamanki sorunlarım beni bu filmlere götürüyordu. Rashomon beni o kadar heyecanlandırdı ki, ilk yarısını izledikten sonra filmi bitirmeden ilk bölümü tekrar izledim.

Kafamdaki film için beş katmanlı bir yapı kurmuştum. İlk üçü umut, şüphe ve nihilizm. Ama üçten dörde geçmek çok zor. İnsan hayata devam ederken önünde bir amaç vardır, o amacın büyük olması gerekir. Kolay ulaşamamalısın, ulaştığın anda değerini yitirir. Bunun ne olduğunu o zaman bilmiyordum, şimdi de hiçbir fikrim yok. Nihilizmi aşmak için nihilizmi dibine kadar yaşamak gerekiyor. O yokluğu iliklerinde hissedecek ki insan bir çıkış yolu bulsun. Ya pes edip intihar edecek ya da bir kurtuluş yolu üretecek. Ben henüz üretemedim, ama öbür düşünce de aklımda yok.

İlk yazın sonunda otelden ayrıldıktan sonra iki-üç ay inşaatta çalıştım. Çalışmaya mecburdum, Manavgat’ta kuzenimin yanına gittim. Orayı görünce cankurtaranlığın rahat olduğunu anladım. Otele ilk girdiğimde insanlara karşı toydum. Belki hayata bakış açısı olarak daha yukarıdaydım, ama bir yandan da hayat cahiliydim. Mesela cankurtaran şefi Şahin’den (Güvel) hazzetmezdim, basit bulurdum. İkinci sene döndüğümde Şahin yoktu, Şahin’in iyi insan olduğunu o zaman anladım. Şahin kendini zorlayarak yukarı çıkmaya çalışıyordu, bir insanın varoluş sancısı çekmesi benim için çok önemli. Düşüncelerim olgunlaştı, insanlara bakarken başka şeyleri kıyaslamayı öğrendim.

Hayatımı 25 yaşımdan öncesi ve sonrası diye ayırıyorum. Önceki halime de imreniyorum, çünkü o zaman gitmek istediğim bir yol vardı ve o yolda kendimi geliştirmiştim. Her Şey Dahil’i izlemekten çekindim, çünkü eski halimi görünce şimdiki halimden tiksinmekten endişe ettim. Pek belgesel izleyen biri olmadığımdan neyi, nasıl kıyaslayabileceğimi bilmiyorum. Volkan filmin kabasını bize Antalya’da izlettiğinde tümüyle kendimi izlemiştim. Buradaki gösterimde salondaki insanları da gözlemledim, hoşuma gitti.

^