Yıllardır çalıştığınız yayınlarda yaptığınız ve bu toplatılan son kitabınızda toplu halde görülen gazetecilik, yani aslında klasik anlamda muhabirlik, artık pek yüz verilmeyen bir tarz. Siz bir de ağırlıklı olarak Güneydoğu’da muhabirlik yapmayı seçtiniz…
Celal Başlangıç: Bu tarz gazeteciliğin artık kalmaması bir yana, bu koşullar altında sanırım artık gazeteci de kalmayacak. Bu kitabın yasaklanması da bunu gösteriyor. Bu tarz gazetecilik, piyasada prim getiren bir şey değil. Ayrıca bunu yaparak başına bir de iş alıyorsun. Bu yüzden insanlarda “ne lüzumu var” diyerek başka tarzlara yöneliyorlar, kendilerine başka örnekler seçiyorlar. Mesleğin kuşaktan kuşağa aktarımında bu çok etkili oluyor.
Sorunun ikinci kısmına gelince, bu tarz gazetecilik nerede yapılır? Problem odağı olan yerlerde. Türkiye de bu açıdan çok uygun bir yer. 1984’ten, ilk kurşun atıldığı günden bu yana bölgede PKK olayını, gelişimini bir gazeteci olarak izliyorum. Gazetecilik için çok verimli bir alan. Ama bu alanın kullanılması çok tehlikeli. Burada gerçekleri yazdığın anda hemen devletle karşı karşıya geliyorsun. Hatta bazı gerçekleri yazdığında diğer tarafta PKK’yle de karşı karşıya oluyorsun. Yani orada doğru bir gazetecilik yaptığında ne İsa’ya ne Musa’ya yaranabiliyorsun.
Çalıştığınız gazetelerin yöneticileri de bu tarz işleri istemeyebilir.
Tabii, İsa’yla Musa’nın yanında bir de Muhammed problem çıkarıyor. (gülüyor) Her yandan problem çıktığı için giderek tercih edilmemeye, gündemden düşmeye başladı oralarda muhabirlik yapmak. Biz gençken Fikret Otyam’ı örnek alırdık, röportajda Yaşar Kemal, araştırma-incelemede Uğur Mumcu vardı bizim için idol olarak. Artık yeni kuşak için örnek alınacak gazetecilik de kalmadı. Örnek alınacak tarz bir tek şu artık: Devlet kaynaklı haber sızdırma… Devletin eline tutuşturduğu belgeyi yazma konusunda örnek alabilecekleri gazeteciler var artık sadece…
Türkiye’de muhabirliğin ölmesinde 12 Eylül koşulları ve ardından gelen Özal dönemi etkili oldu. Kırılma noktalarından birisi de, muhabirler kapılarda beklerken Özal’ın telefonla köşe yazarlarına bilgi verir olması. Böylece köşe yazarı-muhabir tipi gelişti. Köşe yazarları muhabir yerine haber üretir oldular ve bildiğimiz anlamda muhabirliğin anlamı kalmadı. Savaş koşullarında muhabirlik yapmanın zorluklarına bir de böyle bir siyasi durum eklenince, Türkiye’de muhabirliğin sonu gelmiş oldu.
Faili meçhuller, uyuşturucu kaçakçılığı, insan kaçakçılığı eskiden gizlenebiliyordu. Şimdi arkasına saklayacakları bir savaş da yok. Daha Dünya Barış Günü’nde gözaltına aldıkları HADEP’lileri koyacak yer bulamadılar, sonunda stadyuma doldurdular. Gazetecilik esas şimdi başlıyor…
Bir yaştan sonra hâlâ muhabirlik yapan insana başarısız olmuş gözüyle bakılıyor bugün. Örneğin Güneydoğu’ya gidip haber toplamak yerine aynı insan hakkı ihlâlini köşenizde yazıp eleştiren bir gazeteci-yazar olarak daha rahat bir hayatınız olmaz mıydı? Muhabir olarak kalmaktaki ısrarınız neden?
Mesleğin esası bu ama. Gerçek gazetecilik muhabirlikten geçer, işin temeli budur. O köşe yazarlarının da o yazıyı yazabilmesi için haberin gelmesi, o muhabirlerin haber getirmesi lâzım. Zaten savaş koşulları sebebiyle o bölgeden bilgi akışına karşı bir kapalılık var…
Türkiye’de bir de köşe yazarı enflasyonu var tabii. Herkes köşe yazarı oldu. Bugün baktığında Çetin Altan da köşe yazarı, adını ilk kez duyduğum biri de. Hiçbir gazetecilik değeri, deneyimi olmayan insanlar köşe yazarı oldular, o işin de bir değeri kalmadı artık. Bu yüzden bana gazetecilik yapmak için en doğru mecra, muhabir kalmak olarak geliyor ve dediğin gibi, bir yaştan sonra hâlâ muhabirlik yapan adama da iyi gözle bakılmıyor. Muhabir dediğin, bir süre sonra yükselmeli, önce haber merkezine, oradan yazı işlerine girip masanın başına oturmalı. Süreç içinde iyi gazetecilik yapanları da masa başına oturttular. Benim de başıma geldi, iyi gazeteciden iyi gazete yöneticisi olur diye bir şey yok halbuki…
Biraz deneyim kazanınca, biraz iyi muhabirlik yapınca herkes şef olmayı bekliyor. Kimse “muhabirlik benim işim” diye bakmıyor artık, ara bir iş oldu bu. Sokaktaki işportacı gibi: Bir süre sokakta işportacılık yapacak, biraz para kazanacak, bir dükkân açacak, sonra onu mağazaya çevirecek. Bunu yapmayana sanki hayatta bir baltaya sap olamamış da o yüzden muhabirlik yapıyormuş gibi bakılıyor. Bir gazetede müdür olamıyor da, o yüzden muhabir.
Haberin kaynağında çalışınca sürekli olarak “oralara” gidip geliyorsunuz. Çok farklı iki hayatın, iki ortamın arasında mekik dokumak, oradaki hayatla buradakini sürekli gözlemlemek insanda nasıl bir ruh hali yaratıyor?
Bu yüzden akşamları iki kadeh fazla içiyorsun. Böyle bir ruh hali yarattığı kesin. (gülüyor) Ben 1982 yılında ilk kez gazeteci olarak Güneydoğu’yu gördüm. Her şey çok farklıydı, farklı bir kültür, farklı bir dil… 1984 yılında PKK faaliyete başlayınca tekrar gittiğimde orada gördüklerim bu kez tokat gibi yüzüme çarptı, lşıkveren Karakolu’na gidiyorduk, Çukurca’da. Beş-altı gazeteciydik. Giderken tugay komutanı bizi “onlar da sizi tek yakalamasın, benim askerim de” diye uyarmıştı. Araba yolda kaldı, yürümeye başladık, karakol da ileride, tepede. Yukarıdan birisi koptu, aşağıya doğru koşuyor. Elinde sopa mı, tüfek mi olduğunu ayırt edemediğim bir şey var. Şalvarlı bir adam nefes nefese yanımıza kadar geldi, orta yaşlı bir köylü. “Hâkimsiniz, değil mi?” dedi. Adamın arazi davası varmış, Çukurca’nın o köyünde bir aydır hâkim gelecek diye hazırda bekliyormuş. Aynı Maymunlar Cehennemi’nin sonunda Hürriyet heykelini gören adam gibi oluyorsun, “allah kahretsin” diyorsun. Sonra buraya geliyorsun, burada insanlar orada yaşanan hayattan, o gerçekten hiç haberli değiller, burada bambaşka bir hayat yaşıyorlar. Arada ciddi bir çelişki var. Ama insanda esas tahribat yaratan, o çelişkiyi gidip görmek değil, burada o çelişkinin görülmediğini görmek…
Yığınla insan kentlerde orada olanlardan habersiz yaşıyor, hatta oturup geceleri teoriler üretiyorlar, memleket hakkında fikirler öne sürüyorlar, ama orada yaşanan gerçeklerden tamamen habersizler. Medya da onlara bu haberleri sunmuyor ve sunarsan da işte başına böyle sorunlar açılıyor.
Kitabın toplatılması bana komik geliyor. Toplatma kararında mesela Lice’de köylülere yapılanlar bölümü var. Türkiye Lice’de yaptıklarından dolayı daha geçen ay Liceli köylülere 4.4 trilyon para ödedi…
O çatışma ortamında gazeteci kimliğini korumak, doğru gazetecilik yapmak nasıl mümkün?
Bu süreç içinde devlet tarafından PKK’li olmakla suçlandım, özellikle de Yeşilyurt olayını ortaya çıkarttığımda. Zaman zaman PKK’nin de suçladığı olmuştur “devlet jargonuyla konuşuyor” falan diye. Burada ölçü şu sanırım: İki taraf da küfrediyorsa mesele yok, sen doğru yerdesin, gazeteciliğin doğru. Orası gazetecilik için verimli bir yer, ama aynı zamanda olayın yaşandığı boyutun da gazeteci kimliğini zorlaştırdığı bir yer. Sadece devletin ya da herhangi bir örgütün baskısından dolayı da değil, öyle bir gerçek var ki orada, yanılmaya her an çok müsaitsin. İnsanlar da, yıllardır baskı altında yaşamanın verdiği bir durumla gerçeği söylemekten çok, seni yanıltmaya eğilimliler. Eğitimliler hatta, çünkü yıllarca öyle yaşamışlar. Bu yüzden doğru haberi yakalamak ve yazmak açısından da gazeteci kimliğini yakalamak çok zor. Ama dediğim gibi, iki taraftan da küfür geliyorsa, gazeteci kimliğini koruyorsun demektir.
Burada dil bile bir sorun. Yıllardır hâlâ saçmasapan tartışılıyor, PKK’lı diye yazarsan devlet tarafındasın, PKK’li diye yazarsan örgütten. Böyle saçma sapan, abuk sabuk zor bir dengenin olduğu bir yerdesin.
Kitabınızda yer alan olaylar yıllar içinde sizin çeşitli zamanlarda haber yaptığınız ve hakkında dava açılmamış olaylar. Şimdi bunları kitap haline getirince neden toplatıldı sizce?
Bu haberleri ayrı zamanlarda yazdım. Ama hepsi bir araya gelince, baktım, aslında ağır bir şey olmuş. Ama bir tarih tezi falan değil bu çalışma. Araştırmaya dayanan, hâlâ tanıklarının, sanıklarının yaşadığı olayları, olguları anlatan bir kitap. Bu yüzden yasaklanması, toplatılması bana komik geliyor. Toplatma kararında mesela Lice’de köylülere yapılanlar bölümü var. Türkiye Lice’de yaptıklarından dolayı daha geçen ay Liceli köylülere 4.4 trilyon para ödedi…
Gençken Fikret Otyam, Yaşar Kemal, Uğur Mumcu idolümüzdü. Artık yeni kuşak için örnek alınacak gazetecilik de kalmadı. Örnek alınacak tarz bir tek şu artık: Devlet kaynaklı haber sızdırma…
Güçlükonak konusu var, o olaylardan mağdur olmuş yüzlerce köylü yaşıyor hâlâ, bunu araştırmaya, incelemeye giden heyetlerin üyeleri de hâlâ hayattalar. Burada yapılmış video çekimleri var. Hangisini nasıl inkar edecekler? Güçlükonak olayında örneğin, bütün köylüler olayı “asker yaptı” diye anlatıyor. Bunun neyini reddedecekler? Nesi hakaret bunun? Silopi olayında kaybolan kişilerin en son jandarma karakoluna giderken görüldüklerini yazmışım, bu da toplatma nedenlerinden biri. Bütün tanık ifadeleri en son jandarma karakoluna girerken görüldüklerini söylüyor. Bunun neyini yasaklıyorsun, bunu anlamakta zorluk çekiyorum.
Bu bir tarih tezi, görüşler toplamı olsa, belki görüşümü beğenmeyip toplatırsın. Burada neyi beğenmediler? Gerçeğin kendisini beğenmediler. Kendi yaptıklarını beğenmediler. Ben ayna tuttum, aynadaki görüntüyü beğenmediler, oysa o kendi görüntüleri.
Kitabın ismi neden Korku Tapınağı? Mesela neden Korku Ülkesi değil de “tapınak”?
Korku ülkesi demek yetmeyecekti. Bir şeylerle üzerimizde korku yaratmak ve o korkuya tapmamızı, kayıtsız şartsız itaat etmemizi istiyorlar. O yüzden tapınak.
O bölgeyi yıllardır gezmiş, iyi tanıyan bir gazeteci olarak bundan sonrası için neler söyleyebilirsiniz?
Bu sıcak ortamın sürdüğü dönemde orada gazetecilik yaptık, meslek hayatımızın en hareketli günlerini yaşadık. Ama esas gazetecilik şimdi barış sürecinde başladı. Çünkü ‘84-99 arasında yapılan birtakım şeyler bir savaşın arkasına saklanabiliyordu. Buna faili meçhuller, uyuşturucu kaçakçılığı, insan kaçakçılığı da dahil. Savaşın arkasına saklanıp perdelenebiliyordu. Şimdi saklayacakları, örtecekleri bir savaş da yok. Daha Dünya Barış Günü’nde gözaltına aldıkları HADEP’lileri koyacak yer bulamadılar, sonunda stadyuma doldurdular. Gazetecilik esas şimdi başlıyor…
Ama gelecek açısından bir yanıyla karamsarım, çünkü devlet buradaki devlet anlayışını değiştirmeyecek gibi görünüyor; bir süre sonra yine halkla devletin güvenlik güçleri karşı karşıya gelebilir.
Bundan elli yıl sonra gazeteci olmaya heves etmiş bir iletişim öğrencisi bu kitabı hangi duyguyla okuyacak sizce? Bir zamanlar böyle olaylar varken insanlar bu tarz işler yapmış diye mi, yoksa aynı olayları yazarken elli yıl önce de buna benzer şu olaylar olmuş diye mi?
Bu iş elli yıla kalmadan çözülür diye umut ediyorum. Çözülemezse de, elli yıl sonra bu ülkede iletişim fakültesinde okuyan öğrenci de olmaz.
Kitabın yasaklanması ona yönelecek ilgiyi de artırmıyor mu? Oysa serbest bırakılsa daha çok işlerine gelir; şu âna dek 2500 adet basılmış, bu kadar insanın bu kitabı okuması neyi değiştirir?
Bu, tahammülsüzlüğün boyutlarını gösteriyor. Dünya Barış Günü’nün kutlanmasına bile tahammül edemeyen anlayış, bu kitabın 2500 kişi tarafından okunmasına da tahammül edemiyor. Böyle bir kafayla karşı karşıyayız. Bu kafa tehlikeli bir kafa abi! Türkiye’de tabii hep böyle oluyor, şimdi elbette kitaba karşı ilgi artacak, dediğin gibi. (gülüyor)
Sizin açınızdan ya da genel olarak Türkiye medyası açısından gazetecilik nasıl devam edecek sizce?
Bunları yazmaya, gazetecilik yapmaya devam edeceğiz. Bu olaylar devam ettikçe gazetecilik de ayakta kalacak. Hatta medya olarak da hayatta kalma biçiminin değişeceğine inanıyorum. Artık merkezi yapılanmanın süreç içerisinde dağılacağını düşünüyorum. Zorlu bir süreç var önümüzde. Ama gazeteciliğin sınırlarının giderek daraldığı zorlu bir süreç var önümüzde…
O bölgede gazetecilik yapmak isteyen insan ilk başta çok zorlanıyor, bölgeyi tanıyana, neyin ne olduğunu anlayana kadar. Bunu ilk başta ben çok güçlü yaşadım. Ama hayat gazeteciye şöyle bir kolaylık da sunuyor: Bir insan hakkı ihlâli var diyelim. Bu ihlâllerin çoğunluğunu devletin güvenlik görevlileri yapıyor. Ve çok kolay yapıyorlar, el alışkanlığı adeta. Gazeteciler kapısına geldiğinde gösterdikleri tavırdan da o ihlâlleri ne kadar kolay, el alışkanlığıyla yaptıklarını anlıyoruz. Savaşı sadece o bölgeyle sınırlı tutmamak lâzım, onun etkileri dalga dalga Türkiye’ye yayılıyor ve yayılmaya devam edecek uzun bir süre daha. Silahların susması savaşın bittiği anlamına gelmiyor, o savaşın getirdiği olumsuzlukları biz daha uzun bir süre yaşayacağız. Bu anlamda, insan hakları ihlâlleri açısından bakarak, en ufak bir insan hakkı ihlâlinin bile üzerine gitmek iyi bir gazetecilik ve çok da kolay bu. Böyle bakmak da gazeteciye görevini yapma kolaylığını, meslek etiğine uygun davranma şansını getiriyor zaten.
Yaptığınız haberlere kitapta bir bütün olarak bakınca standart haber dilinin ötesine geçen bir dil görülüyor…
O bölgedeki tanıklık, sıradan bir haber dilinde kalmayı engelliyor. Haber dili yetmiyor olanları aktarmaya. Haberde belli unsurlar vardır ve bunların art arda sıralanması gerekir, ama o bölgede karşılaştığın olaylar bu kalıbın içine sığmıyor. Bazen bir haber kadar somut, kanıtlı yazamıyorsun, çok zor. O zaman başka bir anlatım biçimi bulup insanlara aktarman gerekiyor. Örneğin Yeşilyurt olayını nasıl yazarsın: “Yeşilyurt köylüleri kendilerine dışkı yedirildiğini öne sürdü…” Bu, bir defa komik. İkincisi, bu kadar katı ve net kullanmak gazete yönetiminde sıkıntıya yol açabilir. Bu haberi ilk yakaladığımda “münferit bir işkence öyküsü” diye yazmış ve dışkı yedirme olayını yedinci, sekizinci paragrafa saklamıştım. Gazetenin yazı işleri bunu fark etmiş ve onu atmışlar oradan. O noktada bazen otosansürü aşabilmek, bazen gördüğün ve doğru olduğuna inandığın, ama ispatlamanın kolay olmadığı durumları yazmak için başka bir üslûp kullanman gerekiyor. Bu, koşulların olumsuzluğunu işaret ediyor. Ama bir yandan seni kendi sınırlarını aşmaya zorlayarak sana katkı sağlıyor.
Bu konuları sürekli yazınca ve isminiz öne çıkınca, bölgeye gittiğinizde artık çalışmak zorlaşmıyor mu?
Rahat hareket edememe gibi zorluklar çıkıyor, ama orada yaşanan bir olayın sana doğru akmasını da sağlıyor. Öyle bir zaman geliyor ki, birçok şeyi de artık gitmeden bile çözebilir hale geliyorsun.
Konuşup haber yaptığınız insanların sizinle konuştuktan sonra yaşayabilecekleri tehlikeler var bir de. Sizinle konuştukları, bilgi verdikleri için başlarına dert açılabilir. Buna karşı ne yapmak gerekiyor?
Bu çok başıma geldi, ayrı bir vicdan azabıdır. Bu yüzden benimle konuşan bir insanı korumak için çok dikkatli davranıyorum, belki meslek ilkesine aykırı, ama adını bile yazmıyorum.
Orada bulunma amacınız gazetecilik. Çok iyi bir haber yakaladığınızda “bomba gibi bir haber buldum” şeklinde tamamen meslekî düşünmekten kendinizi kurtarmanız ne kadar mümkün olabiliyor?
Öyle düşünemezsin, o insanların yarın sen gittikten sonra göreceği zararı da düşüneceksin. Vicdanınla baş başasın. Mesela bir köyde bir jandarma komutanı oradaki köylülere inanılmaz zulüm çektiriyordu. Bölge valisine durumu anlatıp “bu yüzbaşının durumu nedir, bunu haber yapacağım” dedim. Açtı çekmeceyi, dosyasını gösterdi. “Bak” dedi, “dosyası burada, bunu buradan aldırmaya çalışıyorum, ama yazarsan aldıramam”. Ben de o haberi yazmadım örneğin.
Size sızdırması gerekmez mi bu durumu? Basına yansıyınca adamı görevden aldırması kolaylaşmaz mı?
Tam tersi oluyor. O zaman asker direnç gösteriyor, “gazete yazdı diye görevden mi aldırıyorsun” diyor. O zaman yazmıyorsun işte. Bu haber ne güzel diyemiyorsun orada.
Toplatma karannın ardından şimdi neler yaşanmasını bekliyorsunuz?
Davanın açılmasını bekliyoruz. 159/1’den, “askeri kuvvetleri tahkir ve tezyif”ten alındı toplatma kararı. Normal şartlar altında ceza alınacağını sanmıyorum, ama burası Türkiye olduğu için de kesin bir şey söyleyemiyorum. Yoksa bunlar daha önce yazılmış, yayınlanmış ve ne tekzip edilmiş ne de bir açıklama gönderilmiş olaylar. Somut olaylar. Bu açıdan, yargılama sürecinin biraz komik olacağını düşünüyorum. Belki bakarsın, toplatma nedeni olan konularda bahsi geçen köylüler, oraya giden heyetler tanık olarak mahkemeye gelirler. Bunların video çekimleri var, bunlar mahkemede gösterilebilir. Bu sebeple yargılamanın yargılaması olabilir mahkeme. Bu da ilginç olur sanırım.
Express, sayı 5, Eylül 2001