Angaje entelektüelin sembolik sermayesini bir davanın hizmetine sunması, Dreyfus davasında Émile Zola’nın yaptığı gibi, Fransız kültürel geleneğinin bir parçası. 1952 Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan François Mauriac da kendisine hakaretler ve tehditler yağdırılmasına neden olan sömürgecilik karşıtı mücadeleye angajeydi. Akademi üyesi Mauriac İspanya iç savaşı sırasında Frankoculuğa karşı, İkinci Dünya Savaşı sırasında da Nazilerle işbirliği politikasına karşı tavır almıştı. 1964’te İsveç Akademisi tarafından verilen payeyi reddeden Jean-Paul Sartre dünya çapındaki şöhretini dünyanın dört bir yanındaki ezilenleri savunmak için kullanmış, bu yüzden egemen sınıf tarafından asla affedilmemişti.
Annie Ernaux bu gelenekten sapmayarak, Akademi’nin kendisini onurlandırma kararını açıkladığı gün, hayatı boyunca sosyal adaletsizliğe karşı verdiği mücadele doğrultusunda, hayat pahalılığına ve iklim konusundaki suskunluğa karşı eylem çağrısında bulundu. Ernaux’nun eserleri, sınıf ilişkilerinin doğasında var olan sembolik şiddeti gözler önüne sererken, içinden geldiği dünyaya, yoksul insanların, mülksüzlerin, sessizlerin dünyasına yazı aracılığıyla haysiyetini iade ederek bu şiddeti tersyüz etmeyi başarıyor.
İlk romanı Boş Dolaplar‘ın (Les armoires vides, 1974) açılışında yer alan sarsıcı bir kaçak kürtaj anlatısı (1974’te, Fransa Ulusal Meclisi’nde gebeliğin isteğe bağlı olarak sonlandırılmasına onay veren yasa tasarısı tartışılırken yayımlanmıştı), daha sonra Kürtaj‘da (L’événement, 2000) yeniden ele aldığı kendi deneyimine dayanıyor; cinsiyet temelli ilişkilerdeki sembolik şiddete dair incelikli ve keskin analizinin yanı sıra, Genç Adam‘da (Le jeune homme) anlattığı macerada dişil arzuyu olumlaması ve hatta tahakküm ilişkisini tersine çevirmesi onu feministler için bir referans haline getiriyor.
Ernaux’nun eserleri, sınıf ilişkilerinin doğasında var olan sembolik şiddeti gözler önüne sererken, içinden geldiği dünyaya, yoksul insanların, mülksüzlerin, sessizlerin dünyasına yazı aracılığıyla haysiyetini iade ederek bu şiddeti tersyüz etmeyi başarıyor.
Tezli edebiyattan fersah fersah uzakta, neredeyse Beckettvari bir sadeliğe ulaşmak için biçim ve müzikaliteyle işlenmiş, yontulmuş üslûbu, Yeni Roman’dan bu yana edebiyattan sürgün edilen toplumsal olanı yeniden öne çıkarmak üzere, Beckett soyutlamasından da kopuyor. Toplumsal ilişkilerin şiddetini yeniden canlandırırken onları sorunsallaştıran, görünür kılan etnografik denebilecek bir bakışın keskinliği sayesinde, yaşanmış deneyimde, bedenlerde, duygularda, zihinde yer eden sözlerde somutlaşan bir toplumsallık.
Örneğin, #MeToo bağlamında, ilk cinsel deneyimini, arzulanan ama şiddet yüklü ilk cinsel deneyimini anarken, her ilk penetrasyonu tecavüz olarak değerlendiren Simone de Beauvoir’dan ayrılarak, bunu tecavüz olarak tanımlamıyor, rıza ya da boyun eğme kavramlarını da dışlıyor: “Ne boyun eğme ne de rıza, sadece gerçeğin dehşeti; ‘bana ne oluyor’ ya da ‘bu benim başıma mı geldi’ diye sorduran dehşet. Fakat, o haldeyken, ben yoktur artık, ya da ben ben olmaktan çıkmıştır. Yalnızca Öteki vardır, her hareketin, durumun, bir sonraki ânın efendisi odur, bir tek o bilir.” (Mémoire de fille, Gallimard, 2016).
Züppe erkeklerin affedemediği
Edebiyat eleştirmeni Tiphaine Samoyault’nun isabetle belirttiği gibi, bu yazı tarzı “edebiyatta sadece abartı ve Fransız dilinin gösterişli bir ustalıkla kullanımını arayan ve her halükârda onlara göre sözde ‘doğrucu’ yazarlardan daha cesur ve özgür olan sağcı yazarları tercih eden züppe erkekleri” rahatsız ediyor. Ödülün açıklanmasının hemen akabinde, övgü yağmurunun yanı sıra, internetten yayılan saldırılar, hakaretler ve aşağılayıcı ifadeler, sembolik tanınma ve kültürel meşruiyetin altında yatan toplumsal koşulları gözler önüne seriyor.
Toplumsal yükselişini okula (daha doğrusu kendisinin ve ailesinin okula yaptığı yatırıma) borçlu olan mütevazı kökenli bir kadın olarak Annie Ernaux, her şeyini borçlu olduğu kuruma bağlılık göstermeye mecbur sadık kul rolünü reddediyor, Pierre Bourdieu’nün tabiriyle “zekâ ırkçılığı”na sırt çevirerek, sınıfın sembolik şiddetini anlamak ve ortadan kaldırmak için, Fransızca öğretmeni ve tanınmış bir yazar olarak edindiği sembolik iktidarı ve artık sahip olduğu meşru kültürel silahları karşı tarafa doğrultma hakkını kendisine tanıyor. Ernaux bunu herkesten daha iyi başardı. İşte affedilemez olan budur.
Bu saldırılar, kültürel meşruiyetin en yüksek mercilerinden biri olan France Culture’ün çok dinlenen bir programında dile getirilmeseydi, dikkate almaya değmezdi. Söz konusu program 26 Kasım 2022’de Alain Finkielkraut’un[1] Annie Ernaux’yu kadirşinaslıktan yoksun olduğu için açıkça kınadığı Répliques adlı programıydı. Tahakküm altına alınanlardan (bu durumda kadın ve sınıf kaçkını) egemen edebiyat zümrelerine kabul edilmeleri karşılığında talep edilen boyun eğme ve bağlılığa işaret eden bu suçlama sembolik şiddetin herhalde en üst biçimidir. Gerçekten de Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Fransız kadın yazara karşı program boyunca fütursuzca ortaya dökülen öfke düzeyine ulaşabilmek için bu zümrelerin sembolik güçlerini derinden tehdit altında hissediyor olmaları gerek.
Ernaux, Bourdieu’nün tabiriyle “zekâ ırkçılığı”na sırt çevirerek, sınıfın sembolik şiddetini anlamak ve ortadan kaldırmak için, bir yazar olarak edindiği sembolik iktidar ve sahip olduğu kültürel silahları karşı tarafa doğrultma hakkını kendisine tanıyor.
Tabii ki, programın Ernaux’nun eserlerine ayrılan ilk bölümünde, bazı kitaplarının edebi değeri –tepeden bakmayı elden bırakmadan– teslim edilirken, bir yandan da, yazarın “ırkımın intikamını almak için yazıyorum”[2] ifadesi çarpıtılarak, kitaplarını “hınç” duygusuyla kaleme almakla eleştiriliyordu. Oysa sembolik şiddeti “deşifre etme” ve okurlarına bu şiddetin mekanizmalarını göstererek, işçi sınıfının (ve kadınların iç yaşamına) yaşamına başka bir bakış açısı sunma maksadının ifadesiydi bu cümle. Programda Finkielkraut’un konuklarından ve daha dürüst bir eleştirmen ve okur olarak tanınan Pierre Assouline[3] tarafından da toplumsal ilişkileri ezen-ezilen çatışmasına indirgemekle suçlandı Ernaux. Bu “ikilikçi” dünya görüşü onun sadece eserlerini değil, okumalarını da, özellikle de Proust okumalarını etkiliyormuş, zira 18 Kasım’da France Culture‘deki bir programda, romandaki anlatıcının hizmetkârlara yönelik hafiften küçümseyici ironisinde kendini hissettiren yazarın sınıfsal bakışını vurgulayarak –ah ne büyük günah!– buna cüret etmiş.
Kayıp Zamanın İzinde bahsinde, Ernaux’nun tüm eserlerine sinmiş bir mesele olan zamandan söz etmesiyse muhtemelen değinilmeyi hak etmiyordu, yoksa indirgemeci tez çöküverirdi. Biz de şüphelenmiyor değildik, bu indirgemecilik olsa olsa Bourdieu etkisiyle açıklanabilirdi. Assouline, Ernaux’ya damgasını vuran yapıtları sayarken Vârisler, Yeniden Üretim ve hepsinden önemlisi, Dünyanın Sefaleti üzerinde durdu. Ancak büyük ihtimalle, aklından geçen Ayrım‘dı.[4]
Edebiyat ve sosyoloji eğitimi almış olan Ernaux ilk iki kitabı gençliğinde, sırasıyla 1964 ve 1970’te yayımlanmalarından kısa süre sonra okumuş ve bu okumalar gerçekten de onun için belirleyici olmuş olsa da (çeşitli söyleşilerde de anlattığı gibi), 1993’te yayınlanan Dünyanın Sefaleti’nden Babamın Yeri (1983) ve Bir Kadın‘dan (1988) önce haberdar olması mümkün değildi. Sosyolojik mülakâtlara dayanan Dünyanın Sefaleti ile Annie Ernaux’nun Journal du dehors (Dış Dünya Günlüğü, 1993) veya La vie extérieure‘de (Harici Hayat, 2000) tercih ettiği yarı-etnografik gözlem arasındaki yöntem farkını incelemek ilginç olurdu elbette. Ancak, burada amaç edebiyat ve sosyal bilimler arasındaki ilişkiyi araştırmak değildi.
Bir maymuncuk olarak antisemitizm
Programın Ernaux’nun siyasi angajmanlarına ayrılan ikinci bölümünde, saldırganlık asıl doruk noktasına ulaştı. Alain Finkielkraut’un sol değerlere bağlılığını hiçbir zaman gizlememiş bir kadınla siyasi olarak aynı fikirde olmamasının şaşırtıcı bir yanı yok. Ancak, onun ve Pierre Assouline’in Ernaux’nun angajmanını ve sözlerinin anlamını çarpıtarak kamuya açık dayanaksız ithamlarda bulunmaları entelektüel tartışma kurallarının nasıl çiğnendiğini de gözler önüne serdi. Bu kurallar, alıntı yaparken doğru ve kesin olmayı, argümanların incelenmesini, sözlerin bağlamına oturtulmasını, sosyal ve siyasal göndermelerin analiz edilmesini gerektirir. Bu ilkelerin hepsi çiğnendi. Çünkü, Ernaux’yu itibarsızlaştırmak için her tür hileye başvurmak mübahtı.
Hepsinden önemlisi, Alman Bild ve Der Spiegel dergilerindeki makalelerin ardından sosyal ağlarda açılan antisemitizm davasını körükleyen antisiyonizm suçlaması. Peki, bu suçlamanın dayanağı ne? Annie Ernaux’nun 2018’de Fransa-İsrail Kültür Sezonu’nun ve 2019’da Tel Aviv’de yapılacak Eurovision Şarkı Yarışması’nın boykot edilmesi çağrılarını imzalaması. İsrail hükümetinin işgal altındaki topraklarda izlediği politikaya yönelik meşru eleştiriler ile antisemitizmi aynı kefeye koyan, Benjamin Netanyahu’nun da siyasi eleştirilere karşı dünya çapında yürüttüğü propagandanın merkezinde yer alan bu yaklaşım, antisemitizm ve Yahudi tarihi uzmanları tarafından kaleme alınan ve imzalanan Kudüs Deklarasyonu’yla kınanmıştı.
Nobel Edebiyat Ödülü’nü kazanan ilk Fransız kadın yazara karşı program boyunca fütursuzca ortaya dökülen öfke düzeyine ulaşabilmek için bu zümrelerin sembolik güçlerini derinden tehdit altında hissediyor olmaları gerek.
Annie Ernaux tarafından imzalanan çağrıları dikkatle okuyalım: İçeriğine katılalım ya da katılmayalım, hatta bir siyasi eylem biçimi olarak boykot çağrısını benimseyelim ya da benimsemeyelim, bu metinlerde antisemitizmden eser yok, ancak, Filistinlilerin mağduru olduğu ayrımcılık ve şiddetin kınanması ve dünyadaki imajını iyileştirmek için kültürü bir “vitrin” olarak araçsallaştıran hükümetin kültürü dış politikada kullanmasını onaylamayı reddetmek var (her iki durum için de argümanlar sözcülerden yapılan alıntılarla destekleniyor).
İkinci çağrıda ayrıca ilerici İsrail örgütlerinin de “yetkililer tarafından baskı ve engellemelerle karşılaştığı” belirtiliyor. Bu imza kampanyalarından yola çıkan Alain Finkielkraut ve Pierre Assouline Ernaux’nun “Ortadoğu’daki tek demokrasiyi” hedef aldığı ve bunun da antisemitizmi ima eden “saplantılı” bir antisiyonizmin kanıtı olduğu sonucuna varıyor. Assouline, “içinde bir parça ırkçı sos” tespit ederek, bunun Ernaux’nun gençliğinde ailesinin Yvetot’daki kafesinde dönen sohbetlerden kaynaklanabileceği varsayımını ileri sürüyor. Bu varsayımın tam olarak neye dayandığını merak etmemek mümkün değil, zira Ernaux’nun eserinde bu varsayıma dair herhangi bir ize rastlayamazsınız, tabii işçi sınıfının doğası gereği ırkçı ve antisemitist olduğu varsayılmıyorsa…
Asılsız antisemitizm iddiasını güçlendirmek amacıyla, Emmanuel Macron’un resmedildiği antisemit bir karikatürü retweet eden sosyalist Gérard Filoche’u desteklemek üzere 2017’de Annie Ernaux tarafından da imzalanan bildiriden bile bahsedildi. Bildiride, Filoche’un tweet’in Yahudi karşıtı olduğunu fark eder etmez hemen sildiği ve bunun için kamuoyundan özür dilediği belirtiliyor, Filoche’un SOS Racisme’in kurucularından olduğu hatırlatılıyor ve Sosyalist Parti’den ihraç edilmesinden üzüntü duyulduğu ifade ediliyor. Bir kez daha, içeriğine katılınsın ya da katılınmasın, bu imza metnindeki hiçbir şey antisemit olarak nitelendirilemez.
Ve Annie Ernaux Indigènes de la République (Cumhuriyetin Yerlileri) hareketinin kurucusu Houria Bouteldja’ya[5] yönelik saldırılara karşı bir metne imza attığı için suçlanıyor. Bu metin, Bouteldja’nın tüm fikirlerine katılmaksızın, “‘ırkçılık’ ya da ‘İslamofobi’ gibi kavramların gelişi güzel, militanca kullanımı”yla ilgili tartışmaya (Bouteldja’nın tartışmalı pozisyonlarından bağımsız olarak sosyal bilimlerde hâlâ güncelliğini koruyan bir tartışma) müdahil oluyordu.
Katile methiye, göçmene lanet
Annie Ernaux’nun, inanç ve din özgürlüğü konusunda sol içinde bölünmelere yol açan karmaşık bir tartışmanın parçası olan okullarda başörtüsünü yasaklayan yasaya karşı çıkması da Finkielkraut ve konuğu tarafından İslâm’a, hatta radikal İslâmcılığa (sıkça başvurulan bir başka özdeşleştirme) koşulsuz destek olarak yorumlandı.
Bu yorum, yazarın İranlı kadınları desteklemediği iddiasıyla teyit edilmeye de çalışıldı, ki bu da doğru değil, zira Nobel ödülünün açıklandığı gün, Ernaux “bağlamın” farklı olduğu “Fransa’da örtünme özgürlüğünü savunduğunu” belirtirken, örtünme konusundaki “mutlak dayatmaya karşı isyan eden kadınların sonuna kadar yanında olduğunu” açıkça ifade etmişti. Fransa’da “aynı bağlam söz konusu değil, kimse kadınları örtünmeye zorlamıyor, bu bir seçim. Fransa’da bu tercihi tanımaya yanaşmamak bir hatadır“.
2022 başkanlık seçimlerinde Jean-Luc Mélenchon’un adaylığını desteklediğini açıklamış olması onu iki yargıcın gözünde mahkûm etmeye yetiyor, Sarı Yelekliler’in talepleriyle dayanışmasından bahsetmeye bile gerek yok.
Le Monde‘da 10 Eylül 2012’de Richard Millet aleyhinde yayınladığı ve Gallimard’daki editörlük görevine son verilmesi çağrısında bulunduğu iddia edilen “bildiri”yle ilgili suçlama da gerçek dışı. Üstelik, bu hareket “linç” olarak nitelendirildi. Ernaux’nun makalesi (“bildiri” değil) böyle bir talepte bulunmuyordu.
Tamamen bir fikir tartışması çerçevesinde, Richard Millet’nin kitapçık olarak yayınlanan Langue fantôme (Hayalet Dil) ve 2011 yazında 77 kişiyi (Oslo’da bir hükümet binasının bombalanması sonucu 8 ve Norveç’in Utøya adasında çoğu Genç İşçi kampında bulunan 69 genci) öldüren Anders Breivik için kaleme aldığı Éloge littéraire (Edebi Methiye) başlıklı iki makalesini değerlendiriyordu.
Ernaux’dan üç gün önce de aynı konuda J.M.G. Le Clézio’nun çok hiddetli bir yazısı yayınlanmıştı. Le Clézio gibi, Ernaux da kitapçığı okurken duyduğu tiksintiyi dile getirmiş ve broşürün “sapkın retoriğini” analiz ederek Millet’nin göç ve çok-kültürlülük yüzünden Fransız edebiyatının gerilemesinden ve “saflığını” kaybetmesinden yakındığı ilk denemenin ikinci denemeye ışık tuttuğunu söylüyordu. Ernaux Millet’nin tezine kesin bir dille karşı çıkıyordu:
“Bir yazar olarak çalışmalarımın, beni başkalarına karşı tanımlayan ırksal ve ulusal bir kimlikle ilişkilendirilmesini asla kabul etmeyeceğim ve insanlığın bu şekilde bölünmesini dayatmak isteyenlere karşı mücadele edeceğim.” “Fransız demokrasisinin dayandığı değerleri yok etmeyi amaçlayan bu siyasi eylemi” kınayarak söz konusu kitapçığın “edebiyatın onurunu zedeleyen faşist bir broşür” olduğu görüşünü dile getiriyordu.
Bu makale 118 kadın yazar tarafından desteklenmişti. Gallimard bu nedenle değil, Maylis de Kerangal’a karşı yazdığı aşağılık bir makale[6] nedeniyle, üç buçuk yıl sonra bu işbirlikçiyle yollarını ayırmaya karar verdi (yayınevinin yazarlarından Pierre Assouline’in bunu bilmemesi mümkün değil). Bu asılsız suçlamayla yetinmeyen Alain Finkielkraut, Richard Millet’yi savunmaya geçerek, onun katliamı defalarca lanetlediğini, buna karşılık katilin “hareketlerinin biçimsel mükemmelliğinin” altını çizdiğini söyledi, ki bu doğru değil.
Millet elbette yazısının girizgâhında katliamı onaylamadığını belirtiyordu; bu, suçu ve suçluyu övmekten dolayı kovuşturmaya uğramamak için zorunlu, ancak “lanetlemek”le uzaktan yakından ilgisi olmayan bir hassasiyetti. Ardından, hareketlerinin “biçimsel mükemmelliği” kisvesi altında, katili çok-kültürlülüğün ve ulusal kimlik kaybının “kurbanı” olarak savunmadan önce, “neler yaşandığını” olgusal bir şekilde dümdüz anlatmaya girişiyordu (makale katilin duruşmasından iki gün önce yayınlanmıştı).
Dahası, Alain Finkielkraut bu sözde “edebi övgüyü” Seneler‘den 11 Eylül’le ilgili bir cümleyle karşılaştırıyordu: “Eylemdeki hüner karşısında herkes afallamıştı.” İki olaydaki kurbanların sayısını karşılaştıracak kadar ileri giderek Ernaux’nun bu cümlesinin Millet’nin “övgüsünden” çok daha vahim olduğunu ileri sürdü. Bağlamından koparılan bölümü burada tekrarlayalım:
“İlk bakışta inanılacak gibi değildi. […] Kanımız donmuştu, o dehşet halinden bir türlü sıyrılamıyor, cep telefonlarımızla önümüze gelenle paylaşıyorduk.
Dört bir yandan söylev ve analiz yağıyordu. Olayın katışıksızlığı dağılıp gidiyordu. Le Monde’un beyanına ifrit oluyorduk: ‘Hepimiz Amerikalıyız.’ Tek hamlede, zihnimizdeki dünya tasavvuru tepetaklak olmuştu. Cahil ve gerici ülkelerden gelmiş, fanatikleştirilmek üzere eğitimden geçirilmiş, silah namına ellerinde sadece maket bıçağı olan birkaç adam, iki saatten kısa bir sürede, Amerikan hegemonyasını yerle bir etmişti. Eylemdeki hüner karşısında herkes afallamıştı. ABD’nin yenilmez olduğuna inandığımız için kendimize kızıyorduk. Bir illüzyonun intikamı alınıyordu. Bir başka 11 Eylül’ü, Allende’nin katledilişini hatırlıyorduk. Her şeyin bir bedeli vardı. Sonra, merhamet duymaya ve muhtemel sonuçlara kafa yormaya gelecekti sıra. Ama o anda, bizim için en önemli şey, İkiz Kuleler saldırısını nasıl, kimden ya da nereden öğrendiğimizi birbirimize anlatmaktı. Çok nadirdi günü gününe haberdar olmayanlar, onlar da dünyanın geri kalanıyla randevularını kaçırmış hissediyordu.”
Toplumsal ilişkileri ezen-ezilen çatışmasına indirgemekle suçlandı Ernaux. Bu “ikilikçi” dünya görüşü onun sadece eserlerini değil, okumalarını da, özellikle de Proust okumalarını etkiliyormuş. Bu indirgemecilik olsa olsa Pierre Bourdieu etkisiyle açıklanabilirdi.
Bağlamı içinde ve gayri resmi bir kolektif hafıza inşa eden bu kitapta, kişisellikten arındırılmış “biz” aracılığıyla yeniden kurulan cümle sıcağı sıcağına verilen tepkilerin ve analizlerin tasvirinin bir parçası olarak yerini alıyor –Gazeteci Raphaëlle Leyris Le Monde’da, Jean Baudrillard’ın bir yazısından alıntıyla, Baudrillard’ın “dünyanın bu süper gücünün yok olduğunu görmenin müthiş sevincinden” bahsettiğini aktarıyordu– t ânında, küresel düzeyde zamanı birleştiren ve Amerikan gücünün çöküşünün başlangıcına işaret eden hayal edilemez bir olaydan bahsediyordu:
“11 Eylül, şimdiye kadar bize eşlik etmiş olan tüm tarihleri geri plana itti. ‘Auschwitz’den sonra’ dediğimiz gibi, ’11 Eylül’den sonra’ demeye başladık, benzersiz bir gün. İşte bilmediğimiz bir şey başlıyordu. Zaman da küreselleşiyordu.”
Ernaux’nun kendisinden üçüncü şahıs olarak bahsettiği “biz” ve “o” arasındaki geçişler, Millet’nin bir katili savunmak için kaleme aldığı metinle bir tutulamayacak, bir mesafelenme biçimine işaret eder. Dili ve edebiyatı savunmakla böbürlenen iki eleştirmenin, bu pasajları değerlendirmeye kalkarken böylesi bir biçimsel analizi bir kenara bırakmaları iyi niyetli bir yaklaşım olamaz. Aksine, Finkielkraut bu ifadenin Annie Ernaux’nun eserinin bir parçası olduğu ve diğer angajmanları gibi ona içkin olduğu konusunda ısrar etti.
Raphaëlle Leyris’in aksine Pierre Assouline, Céline gibi hem büyük bir yazar hem de savunulamaz angajmanlara sahip olunabileceği görüşüyle, eser ile angajmanları birbirinden ayırmayı reddediyordu. Gallimard’ın sunuşunu hazırlama görevini kendisine verdiği antisemit broşürleri yeniden yayınlama teşebbüsünün, kamuoyundan yükselen protestolar sonucunda bu projeden vazgeçilmeden önce, yol açtığı tartışmaya atıfta bulunuyordu.
Yazar ile eser arasındaki ilişki sorunu Céline özelinde de başka örneklerde de tartışılabilir elbette, ama Annie Ernaux ile bu noktada kurulan bağlantının insanı şaşırtmaması mümkün değil. Peki maksat onu bu antisemit yazarlarla ilişkilendirmek değilse, bütün bunlardan murat edilen nedir? İfade özgürlüğünün savunucusu olmakla böbürlenen ve angaje entelektüeller geleneğiyle iftihar eden bir ülkede Ernaux’nun radikal sola angaje olması başka nasıl kınanabilirdi ki? Annie Ernaux bu ikisini asla birbirinden ayırmadı ve muazzam eseriyle angajmanlarını yekvücut hale getirdi. Ve böylece onların birbirinden ayrılmazlığının bir müjde de olabileceğini kanıtladı.
Derleyen ve çeviren: Siren İdemen
Kaynak: En Attendant Nadeau
Gisèle Sapiro, Edebiyat Sosyolojisi (Çeviren: Ertuğrul Cenk Gürcan, Doğu Batı Yayınları, 2020) adlı kitabı Türkçede de yayınlanan edebiyat sosyoloğu ve eleştirmeni.
[1] Alain Finkielkraut, kadın düşmanı, islamofobik, provokatif görüşleriyle öne çıkan, medyatik filozof, bir anlamda Fransa’nın İlber Ortaylı’sı.
[2] “Irkımın intikamını almak için yazacağım”, Rimbaud’nun “Ben ezelden beri aşağı bir ırktanım” haykırışını yankılayan bu cümleyi Annie Ernaux yirmi iki yaşında bir edebiyat fakültesi öğrencisiyken günlüğüne yazıyor.
[3] Pierre Assouline, gazeteci, radyo programcısı, romancı, biyografi yazarı, edebiyat eleştirmeni.
[4] Pierre Bourdieu’nün La Distinction-Critique sociale du jugement adlı kitabı Türkçeye Ayrım: Beğeni Yargısının Toplumsal Eleştirisi (Nika Yayınevi) başlığıyla çevrildi. Burada, “distinction” daha ziyade “üstünlük”, “seçkinlik”, “imtiyaz” anlamında.
[5] Indigènes de la République (Cumhuriyet’in Yerlileri) 2005 yılında bir dernek olarak kuruldu, zamanla Cezayir asıllı Fransız Houria Bouteldja’nın sözcülüğünü yaptığı ırkçılık ve sömürgecilik karşıtı bir partiye dönüştü. Karşıtları partiye antifeminist, kimlikçi, antisemitist, homofobik suçlamalarında bulunuyor.
[6] Gallimard Yayınevi’nin editörlerinden Richard Millet Mart 2016’da la Revue littéraire adlı edebiyat dergisine yazdığı “Fransız edebiyatı neden beş para etmez durumda” başlıklı yazıda, kitapları Gallimard’ın alt-yayınevi olan Verticales’den yayınlanan romancı Maylis de Kerangal’i “Dişi Zola”, “binlerce sersemin gözdesi” gibi ifadelerle hedef tahtasına oturtmuştu. Bu yazı üzerine Gallimard Millet ile yollarını ayırdığını duyurdu.