Biri Urfalı, öbürü Suriyeli iki komşu aile arasında çıkan kavga, iki ölüm. Ertesi gün kentin pek çok yerinde toplanan öfkeli kalabalıklar. “Suriyelileri istemiyoruz” sloganlarıyla taşlanan evler, işyerleri. Yaklaşık iki haftaya yayılan bir 6-7 Eylül hali… Urfa’da 27 Eylül’de yaşanan olay, Türkiye’de daha önce başka yerlerde de görülen kitlesel saldırıların dehşetli bir benzeri, adım adım gelişen, geliştirilen, özellikle yılbaşı gecesi Suriyeli genç erkek kitlesinin Taksim’deki görüntülerinin ardından zirve noktasına varan nefret söyleminin fitillerinden biriydi. Pekâlâ yenisi yaşanabilecek bir barbarlık girişimiydi.
Olayın ve sonrasındaki kitlesel saldırıların ardında neler yattığını, Urfa’da neler yaşandığını Tuba Çameli olay yerinde soruşturmuş, tanıklara ve kent halkına kulak vermişti. Express dergisinin kış sayısından naklediyoruz…
Urfa Topçu Meydanı’ndaki kebapçının vitrininde “Valahi bilahi Suriyeli değil, Urfalıyız” yazıyor. İçeri girip soruyorum: “Neden böyle yazdınız?” “İnadına yazdım. Bilsinler. Bu koca meydanda iki-üç Urfalı esnaf kaldık. Hepsi Suriyeli. Daha geçen gün dağ gibi üç Urfa evladını öldürdüler, bir de ağır yaralı var.”
“İki kişi değil mi yaşamını yitirenler?” dedimse de ısrar ediyor. “Servis elemanım öldürülenlerin komşusu, o söyledi. Sonra herkes toplandı buraya. Suriyeliler üç gün dükkânlarını açamadı.”
“Ne oldu?” “Çocuklar kavga ediyor. Bizim burada önemli değildir, çocuklar kavga eder, iki dakika sonra beraber oynar. Suriyeli bayan çekip pompalıyı, vuruyor bizim Urfalıları. Gitsin bunların hepsi. Çok mu istiyorsun kalmalarını, koy kampa. AB bakımları için para veriyor. Al onu da. Bunları ülkeye getirenler gelsinler de görsünler Urfa’yı. Türkiye iyi olacaktı hani? Hiçbir şey iyiye gitmiyor. Bak, polisler günlerdir dolanıyor. Neymiş, beş bombacı geçmiş Suriye’den. Beş değil, on beş de geçer. Bunlar daha iyi günlerimiz. Evimizden çıkamayacağız.”
Ne olacak demeye kalmadan İsmail usta devam ediyor: “Sen erkeksin, misal. Evine ekmek götüremiyorsun. Ne yaparsın? Ya hırsızlık yaparsın ya da onu bunu dolandırırsın. Beni kim duyuyorsa söylüyorum: Urfalı bitti. İş kalmadı. Ev kiraları ateş pahası. Ar, edep de kalmadı. Genelevi kaldırdılar Urfa’da. İyi oldu dedik. Şimdi mahalleleri genelev yaptılar. Git bazı mahallelere. Aşağı katta adam nargilesini içiyor. Bıyık buruyor. Üst katta avratlar var.”
“Oralara sadece Suriyeliler mi gidiyor?” “Ben bilmem kim gidiyor. Peygamberler şehri Urfa, öyle mi? Dükkânın önünden kadını erkeği bir geçiyorlar ki, o kadınların yaptığı sürme makyaj bizim yedi sülalemize gelir olur. Biz insana oy verir, baş tacı yaparız, amma iki dakikada da aşağı indiririz.”
“Suriyelileri istemiyoruz”
Yerel basından bir arkadaşımı arıyorum. Buluşuyoruz. “Ne oldu?” “27 Eylül’de, akşam saatlerinde, Urfa Eyyübi’de iki komşu aile arasında başlayan ve iki ölümle sonuçlanan olay o gece ve ertesi gün kente yayıldı, Suriyelileri hedef alan saldırılara dönüştü, özeti bu.”
“Haber size nasıl geldi?” “Olaydan yarım saat sonra, ‘namus meselesinden Suriyelilerle Urfalılar arasında kavga çıktı, Suriyeliler Türkleri öldürdü’ diye verdik haberi. Valilikten mesaj geldi, ‘Suriyelilerle Türkler arasında çıkan kavgada iki vatandaşımız hayatını kaybetti’ şeklinde, haberimizi destekler nitelikte. Beş-on dakika geçti geçmedi, arandık, düzeltme geçtiler, kavganın nedenini eklemişler metne: ‘Çocuk kavgası’. Haliyle manşetler değişti. Bu aileler komşu. İki kişi, Mahmut ve Mesut Dağ kardeşler ölüyor. Aynı aileden biri ağır, üç kişi yaralanıyor. Valilik sekiz kişinin gözaltına alındığını açıkladı bilahare.”
“Sonra neler oldu?” “Haberin sosyal medyada yayılmasıyla kentin pek çok yerinde kalabalıklar Suriyelileri protesto etmek amacıyla toplandı. ‘Suriyelileri istemiyoruz’ sloganlarıyla saldıran öfkeli kalabalık Suriyelilere ait ev ve işyerlerini taşladı. Suriyeliler evlerine kapanmak zorunda kaldı. 10 -15 gün sürdü bu. Suriyeli çocuklar okula gidemedi. Bu arada Suriyelilere yönelik sosyal medyadan provokasyon yaptığı ve işyerlerine zarar verdiği tespit edilenler gözaltına alındı. Olayı izleyen günlerde valilik yerel yöneticilerle, muhtarlarla, STK’larla, Suriyeli kanaat önderleriyle görüştü. Sonra da ‘Misafirliğinizi bilin, kendinize çekidüzen verin, giyim kuşamlarınızdan nargile tüttürmeye, yüksek sesle müzik dinlemekten parklarda geç saate kadar oturmanıza, tepki çeken davranışlarınızı değiştirin’ dendi Suriyelilere.”
“Peki, neden çıkmış kavga?” “Bu konuda kesin bir bilgi yok, zira olay yerine giriş çıkışlar kontrol altına alındı ve valilik haber yasağı koydu. Anadolu Ajansı mahreçli bir haberle 639 Suriyelinin sınırdışı edildiği haberi geldi bize.”
Tabelalarından Suriyeli olduğuna kani olduğum birkaç dükkânı dolaşıyorum. Az önce müşterisiyle Türkçe konuşan fırıncı, gazeteci olduğumu öğrenince “Türkçe yok” diyor. Yanındaki tatlıcı “Geldiler, her yeri yıktılar. Buraları hep yeni yaptırdım” diyor. Yanındaki kebapçı petrol mühendisi. “Biz işimizi yapıyoruz” deyip duvardaki çalışma iznini ve kasa defterini gösteriyor.
Biraz ilerdeki kuruyemişçide beni karşılayan Kerem 25 yaşında. Suriye’de hukuk okurken savaş çıkıyor, önce Lübnan’a geçiyor, oradan da Urfa’ya geliyor. “27 Eylül’de ne oldu” diyorum, ses kayıt cihazını kapmamı istiyor, kâğıt kalem uzatıyor. “Korkmuyoruz, biz savaştan çıkıp geldik. İşimize bakıyoruz, çalışıyoruz. Eskiden akşam 8 oldu mu hayat biterdi. Bizimle birlikte Urfa’ya hayat geldi resmen. Urfalılar bizi görünce hırslanıyor. Huzur bırakmadılar bizde, her yanı yıktılar. Yeniden açtık dükkânları.”
“Düşmanlık hep vardı. İçten içe. Bahane arıyorlardı. Her yanı sardılar, elleri sopalı insanlar. Dükkânlara saldırdılar.”
“Urfa pimi çekilmiş bomba gibi”
“Peki neden çıktı bu olaylar?” “Bu düşmanlık hep vardı. İçten içe. Bahane arıyorlardı. Bizim duyumumuza göre, ev sahibi – kiracı kavgası. Duyduğum, Suriyeli adam terzilik yapıyormuş. İşinde gücünde bir insan. Karısına, kızına saygısızlık yapılmış. Ne yapsın, namusunu korumuş.” Şubat ayında 1+ 1 Forum’daki söyleşimizde ne demişti Harran Üniversitesi Coğrafya Bölüm Başkanı Prof. Dr. Sedat Benek? “Urfa pimi çekilmiş bomba gibi, savaş (Suriye’de) biter, (Türkiye’de) sosyo-ekonomik savaş sürer.” Hoca ne kadar haklıymış.
Olayın yaşandığı Eyyübi –yeni adı Osmanlı– mahallesine gitmek üzere bindiğim taksinin şoförü Ahmet Kürt, Urfa’ya çatışmalı dönemin sonunda ‘90 göçüyle gelmiş. “Sorma abla” diyor, “Her yanı sardılar, elleri sopalı insanlar. Dükkânlara saldırdılar.” Peki olay neden çıkmış? “Kimi diyor ki, 14 yaşında bir kız çocuğunu alıkoyuyor Urfalı aile. Onlar da Arap kökenli. Suriyeli aile ‘evlensinler’ diyor. Buna itiraz ediyor Urfalı aile. Onun üzerine cinayetler işleniyor. Bir başka söylentiye göre de Urfalı ailenin erkekleri Suriyeli kiracı kadına tacizde bulunuyor. Kadının kayınbiraderi çekip vuruyor bunları.”
Mahalle yoksul, kentin periferisinde. “Çoğunlukla Urfalı Araplar yaşar burada. Suriyeliler de bunun için buraya yerleşti zaten. Sorun çıkmaz diye tercih ettiler” diye devam ediyor Ahmet. Bir bakkalın önünde duruyoruz. İki kadın bakkalın girişindeki eşikte oturuyor. Başörtülerinden Harranlı olabileceklerini düşünüyorum. Selamlaştıktan sonra herkese sorduğum soruyu onlara da soruyorum: 27 Eylül’de ne oldu? “Ne olsun, bizim insanlarımızı öldürdüler.” Etrafımızı saran, yaşları beş ila on arasında değişen çocuklar da söze karışıyor: “Suriyeliler yaptı, onlar kötü.”
“Olur mu öyle şey, nereden çıkarıyorsunuz” demeye kalmadan, emlâkçının önündeki iki adam, çocuk kavgasıyla başladığını iddia ettikleri olayı anlatıyorlar. Kavgayı gördünüz mü diyorum. Şahit olmamışlar. “Bu insanlar geldi, ne mahallede huzur kaldı ne de Urfa’da. Birkaç sokak aşağıya git bak, Suriye zannedersin. Oradalar hep, dükkânları, evleri var. Biz oraya girmeye resmen korkar olduk.” “O aileden kimse kaldı mı?” “Kalmadı, sınırdışı edildiler muhtemelen.”
Mahallede biraz turluyoruz. Ahmet anlatmaya devam ediyor: “Biz görmedik vallahi, o kadar insanın evlerinden çıkarılarak sınır dışı edildiğini. Suriyeliye gözdağı, Urfalıya da ‘sen merak etme, ben bunları göndereceğim’ dendi, bence. Urfalı bunun olmadığını görünce, yani azar azar gönderilmediklerini… Sen hele o zaman gör neler oluyor?” Ahmet otele bırakırken, gece beni bir nargile evine götürmeye söz veriyor. Sınırdışı haberini buluyorum hemen. AA tarafından servis edilen haber bir tümceden oluşuyor: “Şanlıurfa’da suça karışan 639 Suriyeli sınırdışı edildi.”
Ses kayıt cihazını kapmamı istiyor, kâğıt kalem uzatıyor. “Korkmuyoruz, biz savaştan çıkıp geldik. İşimize bakıyoruz, çalışıyoruz. Eskiden akşam 8 oldu mu hayat biterdi. Bizimle birlikte Urfa’ya hayat geldi resmen. Urfalılar bizi görünce hırslanıyor.
Bir “nargile evi”
Gece 11’de Gümrük Han’a yakın bir nargile evine giriyoruz. İkinci katta. İki küçük plastik disko topu var tavanda. Arapça müzik bangır bangır. Bir köşeye Türk bayrağı asılmış. Bayrağın olduğu taraftaki bir odadan genç kadınlar gece kıyafetleriyle, kırmızılı-yeşilli-morlu ışıl ışıl elbiselerle çıkıyorlar, hepsi aynı masada oturuyor. Mekânın sahibi olduğunu varsaydığım, yaşları 16-25 arasında, saçları jöleli, düşük pantolonlu “tarz” Suriyeli erkekler bir başka masada oturuyor. Onlar bize, biz onlara bakıyoruz. Ahmet ve ben kahve istiyoruz. Suriye kahvesi meyve ve kuruyemişle geliyor.
Birbirimizi zor duyuyoruz, gene de buranın müşterileri kimler diye soruyorum Ahmet’e. “Bir-iki müşteri getirdim daha önce, içeriye ilk kez seninle girdim vallahi. Ama herkes gelebilir. Bu bir şey değil. Burada, hatta ilçelerde öyle evlerden söz ediyorlar ki, uyuşturucu da var, hap da, fuhuş batağı resmen.” Ahmet’in anlattıklarından, kadınların, hatta çocukların bedenlerinin 20-25 liraya satışı üzerine kurulmuş bu kirli düzenin ötesinde bir kazançtan söz edildiğini anlıyorum. Göçmen kadınlara yönelik istismar, yoksulluk / yoksunluk ve ötekileştirme sorunundan besleniyor. Sedat Benek’le söyleşimizde hocanın şu sözü geliyor aklıma: “İki dönem önce Urfa Baro Başkanı Ali Fuat Bucak, bir soru üzerine şöyle demişti: ‘Evet, fuhuş var, ama bunda Urfalıların hiç mi suçu yok’…”
Laf arasında iki çocuk babası olduğunu öğrendiğim Ahmet de böyle düşünüyor anlaşılan. “Kumalık abla” diyor, “Suriyeliler ilk geldiğinde bir sürü insan ikinci evlilikler yaptı. Benim sürekli bir müşterim var, Ürdün’deki kampları görmüş. O anlattı, orada kamplara gelen Katarlı, Suudi Arabistanlı zenginler, kız çocuklarını ve kadınları satın alıyor, memleketlerine götürüyorlar.” Yüzü iyice geriliyor, yüksek sesle söyleniyor: “Savaşın Allah belasını versin.” Susuyoruz.
Bir süre sonra genç kadınların olduğu masaya gidiyorum. Masadaki yaşça en büyük Suriyeli kadın 38’inde, çat pat Türkçe konuşuyor. Dört yıl önce Kilis üzerinden gelmiş Urfa’ya. Bir kez sınırdışı edilmiş, bir yolunu bulup yeniden girmiş. Nasıl becerdiğini soruyorum. “Kolay, parasını verirsen.” Kime para verirsen? “Suriyeli de var, Türk de, kim geçirecekse.”
Kadınlar ellerime bakıyor. Ojeleri beğeniyorlar. Ertesi gün evlerine davet ediyorlar, farklı desenlerdeki ojeleri onlara da yapmam için. Üzülerek “yarın gidiyorum” dediğimde “sıkıntı yok” yanıtını alıyorum. Konuşmalardan nargile kafenin müşterilerinin geceyarısından sonra geldiğini öğreniyorum. Masaya yeni katılan kız çocuğunun yaşını soruyorum. Arkadaşı “16” diye yanıt veriyor. Saçları sarıya boyalı; kırmızı ışıltılı bir elbise var üzerinde. Yüzündeki, ellerindeki kozmetik dokunuşları çıkarın, bedeni ve yüzündeki ifade, ürkek tavırlarıyla “ben daha çocuğum” diyor.
Nedenini birinci ağızlardan öğrenemediğim, kentin adeta sözbirliği etmişçesine örtbas etmeye çalıştığı 27 Eylül’deki olayların ardında da bu yaşlarda bir kız çocuğu olabileceğini hatırlıyorum. Karşımdaki çocuğun adını soruyorum, anlamıyor, geldiği yeri söylüyor: “Halep”. Masadan ayrılırken ne 27 Eylül’e ilişkin farklı anlatımlardaki kız çocuğunun/kadının ne de masadaki kız çocuğunun adını öğrenebildiğimi farkediyorum. Saat çoktan geceyarısını geçmiş. Otele giden yolda Topçu Meydanı’ndan geçiyoruz. Kepenkler sağır ve dilsiz. Ahmet’e parayı öderken “şimdi Suriyeliler korkuyor, Urfalıların öfkesi bitmiyor” diyor.