YANİS VAROUFAKİS’İN GÖZÜYLE TEMEL GELİR

8 Mayıs 2020
SATIRBAŞLARI

Zenginliği kim yaratır, kim temellük eder? Otomasyon ne gibi sonuçlara gebe? “Aylakların beleşe konması” neden gerekli? Temel gelir taşeronlaşmış işçilerin elini nasıl güçlendirir, çocuklarımız için nasıl bir güvence sağlar? Temel gelirin politik, etik ve makro ekonomik gerekçelerini Yanis Varoufakis’in Gottlieb Duttweiler Enstitüsü’nde yaptığı “Çalışmanın Geleceği” başlıklı sunumundan aktarıyoruz.
Carlo Zinelli, İsimsiz, 1966

Temel gelir bir mecburiyet. Temel gelir, tasvip edelim ya da etmeyelim, kapitalizmin bizzat yarattığı ve kendi altını oyan teknolojilerden ötürü spazm geçirdiği şu günlerde onu medenileştirmeye dair herhangi bir girişimin asli bileşenlerinden biri olacak.

Sosyal demokrasinin vefatı ve iflas-tokrasi

Kısaca ifade etmek gerekirse, 20. yüzyılda kapitalizmin istikrarı ve medenileşmesi sosyal demokrasinin yükselişiyle, ABD’de Yeni Mutabakat ve Avrupa’da sosyal piyasaya dair gelişmeler aracılığıyla sağlandı. Ne yazık ki, sosyal demokrat “Yeni Mutabakat” paradigması sona erdi ve tekrar diriltilmesi mümkün değil. Bu konuda yorum yapmadan önce sosyal demokrat “Yeni Mutabakat” geleneğinin temelde ne anlama geldiğini hatırlayalım.

Aslında iki temel boyut söz konusuydu. İlkin, gelirlerin bir güvence mahiyetinde ücretli emek arasında yeniden bölüşümü gerçekleşiyordu. Yani, işçi sınıfı yine işçi sınıfını sigortalıyordu. Örneğin, İngiltere’de II. Dünya Savaşı sonrasında hayata geçirilen katkı düzenlemeleri, ABD’deki işsizlik sigortası fiiliyatta ücretli emekçilerin işsiz kalanları güvence altına alması anlamına geliyordu. Aynı şey sağlık hizmetleri ve emeklilik sistemi için de geçerliydi. Çalışmaya devam edenler çalışmayı bırakanların emekliğini sağlıyordu. Böylece işçi sınıfı bünyesinde güvence ve yeniden bölüşüm tesis ediliyordu.

İkinci boyut ise sermaye ile emek, rant ile emek arasında gerçekleşen yeniden bölüşümdü. Bu da müzakeresi devlet aracılığıyla yapılan asgari ücretle, sendikaları, işverenleri ve devleti kapsayan toplu pazarlıkla ve elbette vergiler vasıtasıyla yapılan aktarımla gerçekleşiyordu.

Fiiliyatta zenginlik üretimimiz toplumsal bir şekilde gerçekleştiriliyor ve ardından müşterek zenginliğimize özelleştirilerek el konuyor. Eğer anlatıyı bu şekilde tersyüz edemezsek ondan faydalanacakları bile evrensel temel için mücadelenin kıymetine ikna edemeyiz.

Tekrarlayalım: Bu sosyal demokrat gelenek Atlantik’in iki yakasındaki toplumlarımızı vuran deprem mahiyetindeki iki gelişme nedeniyle telafisi mümkün olmayan bir başarısızlığa uğradı ve de uğramaya devam ediyor.

İlk deprem sermaye ile emek arasında dev bir yarık açan finansallaşma süreciydi. Sermayenin finansallaşmış yeni türü temelde emeğin ve sanayi sermayesinin enerjisini tüketti. Pervasız finansallaşma dürtüsü hak ettiği akıbetle 2008’de karşılaştı. Bilindiği gibi, 1991’de, SSCB’nin çöküşüyle “sosyalizm” ölmüştü. 2008’in ardından ise kapitalizm öldü.  

Şimdi artık iflas-tokrasi diye tanımladığım yeni bir rejim var. Yeni rejim iflas etmiş bankalar tarafından yönetiliyor. Ne kadar çok banka batarsa sanayi sermayesini ve emekçileri kapsayan toplumsal kesimlerden iktisadi rant ve değer harekete geçirme ve gasp etme kapasitesi o kadar artıyor.

İflas-tokrasiyle ilgili sorun şu: 2010’dan beri utanmazca üretimden finansal sektöre devasa bir zenginlik, gelir ve değer aktarımı gerçekleşmeye devam ediyor. Ancak sektör tüm bu aktarıma rağmen halen müflis yapısını sürdürüyor. Bu da iki sorun yaratıyor.

İlk sorun, deflasyonist güçler. İsviçre, Japonya, Britanya, Almanya, Avrupa Merkez Bankaları ya da FED’de (ABD Merkez Bankası) çalışan herhangi birine sorun. Hepsi küresel ekonominin yarısının negatif faiz oranları civarında kıvrandığı için geceleri uyku tutmadığını itiraf edecektir.

Bu durum aslında sosyal demokrat Yeni Mutabakat’ın, 20. yüzyılın toplumsal sözleşmesinin çöküşünün bir yansıması. Bu çöküş 2008’de yaşandı. Tıpkı 1929 sonrası dünyanın, öncesindeki altın mübadele standardı döneminin terimleriyle açıklanamayacağı gibi, 2008’in akabindeki dünya da, 2008 öncesinde mânâ ifade eden terimlerle açıklanamaz.

Carlo Zinelli, İsimsiz, 1957

Deflasyonist süreçle beraber sosyal demokrasinin geri döndürülemez mağlubiyetiyle sonuçlanacak ilk zemin kaybı gerçekleşti. İşçi sınıfı kendi kendisini güvence altına alamaz hale geldi. Ücret artışları durma noktasına gelirken yeni nesiller kendilerini baş etmekte zorlandıkları ikili bir emek piyasası içinde buldular. Ücretlerin yataylaşması işçi sınıfının kendi kendisini sigortalamasını imkânsız hale getirdi.

İkinci sorun sermaye ve emek arasındaki yeninden bölüşümün iki nedenle giderek imkânsız hale gelmesiyle yaşandı. İlkin, siyaset epey kirlendi. Örneğin, kriz sırasında Yunanistan’la Troika (Avrupa Komisyonu, Avrupa Merkez Bankası ve İMF) arasındaki pazarlıkları ele alalım. ABD’de Kongre’nin Beyaz Saray’ı, Beyaz Saray’ın da Kongre’yi veto edişine bakalım. Yeni Mutabakat’ın ve sosyal demokrasinin önemli parçası olan sermaye ve emek arasındaki yeninden bölüşüm siyasi bir yönetime ihtiyaç duyuyordu. AB ve ABD tam mânâsıyla yönetilemez bir hal aldı.

Makineler Turing testini geçince telefonda bir insanla mı yoksa bir makineyle mi konuştuğumuzu ayırt edemeyeceğiz. Bu etki gerek insanlık gerekse kapitalizm tarihinde bir ilkin yaşanmasına neden olacak: Otomasyonun hızı yeni iş alanları ve istihdam yaratma hızını katlayacak.  

Makinelerin yükselişi

İkinci depremi de yakından tanıyoruz. Meseleyi bilimkurgu terminolojisiyle, kabaca “makinelerin yükselişi” diye ifade edebiliriz. Yapay zekâ çok yakın bir zamanda, tüm tekrara dayalı rutin işleri ortadan kaldıracak. Tüm algortmik işler ikâme edilecek. Makineler Turing testini geçtikleri anda telefonda somut bir insanla mı yoksa bir makineyle mi konuştuğumuzu ayırt edemeyeceğiz. Bu durum tam anlamıyla gerçekleştiğinde devasa bir yerdeğişim etkisi yaratacak. Bu etki gerek insanlık gerekse kapitalizm tarihinde bir ilkin yaşanmasına neden olacak: Otomasyonun hızı yeni iş alanları ve istihdam yaratma hızını katlayacak.   

Böylece iş alanlarının açılması hızına kıyasla katbekat daha fazla iş ortadan kakacak. Çünkü islaf-tokrasi, imalat sanayindeki işlerin gelişmekte olan ülkelerde tekrara dayalı düşük ücretli işlerle ikame edildiği 30 yıllık bir sürecin sonunda ortaya çıktı. Öte yandan, istihdam oranları İngiltere ve ABD’de hâlâ oldukça yüksek seyrediyor. Ama söz konusu işlerin kahir ekseriyeti 1975, 1983 ve 2008 krizlerinin ardından iş kaybını ikame etmek için yaratılmış, yapay zeka Turing testini geçtiği anda, ıskartaya çıkacak tekrara dayalı düşük ücretli istihdamdan oluşuyor.

Çok ciddi bir durum ile karşı karşıyayız. Yapay zekânın istihdamın yerini alması merkez bankası çalışanlarını uykusuz bırakan deflasyonist süreçleri pekiştirecek. Çünkü toplam talebin kayda değer bir kısmını ortadan kaldıracak. Gelir eşitsizliği ve her şeyden önce tasarruflar ile yatırımlar arasındaki uçurum katmerlenecek. Bu uçurum faiz oranlarını iyice dibe çekecek.

“Beleşe konma” hakkımız

Tüm bu ahvalde temel gelir toplumu dengeye oturtmak ve medenileştirmek isteyen herhangi bir teşebbüsün temel ve zorunlu bir parçası olacak. Şunun altını özellikle çizelim: Temel gelir konusunda kitleleri yanımıza çekmek için vereceğimiz mücadele etik alanda gerçekleşecek.

Mücadeleyi sadece varsılların konumlanışına karşı değil aynı zamanda yoksullara, sosyal demokratlara, solculara, haysiyet anlayışları icabı temel gelire “beleşe konma”  diye itiraz edecek herkese karşı vereceğiz. Bu nedenle temel gelirin ne anlama geldiğini yerli yerine oturtmak gerekiyor. En geniş anlamıyla temel gelir vasıtasıyla kapitalizm sultası altındaki yaşama dair yaygın anlatıyı tersyüz etmemiz gerekiyor.

An itibarıyla baskın paradigma şunu iddia ediyor: Zenginlik özel üretim yoluyla ortaya çıkıyor, ardından toplumsal amaçlar için devlet tarafından temellük ediliyor. Ancak, gerçekte zenginlik üretimimiz toplumsal bir şekilde gerçekleştiriliyor ve ardından müşterek zenginliğimize özelleştirilerek el konuyor.

Eğer anlatıyı bu şekilde tersyüz edemezsek ondan faydalanacakları bile evrensel temel için mücadelenin kıymetine ikna edemeyiz. Örneğin, iPhone’u ele alalım. Bu aleti parçalarına ayırdığımızda ne görüyoruz: Her biri devlet ödeneğiyle yaratılmış biri dizi teknoloji. Bu teknolojilerin hiçbiri Apple, Google ya da facebook tarafından üretilmedi. Hepsi devlet hibeleriyle ortaya çıktı. Bu yüzden zenginliğin gerçekte kolektif olarak üretilmesinin ardından özelleştirildiğinin altını çizmeliyiz.

İyi işleyen bir emek piyasası ve medeni bir toplum için bir işi reddedebilme hakkı elzemdir. Bu hakka gerçekten sahip olmak için bir alternatife gerek var. Çünkü çaresiz insanlar istemedikleri işlerde çalışmayı kabul etmek zorunda kalır.

Bu şekilde düşünmeye başlarsak, temel geliri, her türlü makine ve ürünü, dahası piyasanın kendisini kolektif şekilde üretenlere müşterek zenginlikten dağıtılan bir temettü hissesi olarak düşünmek kolaylaşıyor. Bu yüzden piyasa ve devlet arasında olduğu farz edilen aldatıcı ve yanlış ayrımı ortadan kaldırmalıyız. Çünkü devlet olmasaydı ne piyasa ne kapitalizm, ne Google ne de Apple varolacaktı.  Aynı şekilde eğer özel girişimciler ve şirketler olmasaydı, devlet de varolmayacaktı. Bu yanlış ayırımı ortadan kaldırmalıyız.

Hâkim anlatıya lafı dolandırmadan saldırmalıyız: Temel gelir onu hak etmeyenlere, zenginlere, sörfçülere, “plaj serserilerine”, çocuğumuz olmalarından hazzetmeyeceğimiz, olsalar  azarlayacağımız insanlara para vermek anlamına geliyor. Yani “sadece hak eden iyi insanlara” para verilmesi gerektiği söylemine itibar etmeden, kolektif bir şekilde zenginlik üreten bir toplumun üyesi oldukları için “hak etmeyenlere” de para dağıtacağımızı yüksek sesle dile getirmeliyiz.

Tüm bunlara istikrar savını da eklemeliyiz. Bugün temel gelir Avrupa ve ABD’de merkez bankası çalışanlarının geceleri rahat uyumasına gerçekten katkı sağlayabilir. Çünkü temel gelir deflasyonu engeller ve 2008 krizinden bu yana tedricen artan durgunluk etkisine çare olur.

Carlo Zinelli, İsimsiz, 1966

“Makul savlara” cevaplar

Öte yandan temel gelire karşı dile getirilen “makul savlara” da cevap vermemiz gerekiyor. Örneğin, birisi varsılların temel gelire ihtiyacı olmadığını dile getirebilir. Elbette, ama zenginlerin vergi muafiyetinden faydalanmaları da doğru değil, ancak bu konuda pek fazla endişe dile getirilmiyor. Toplumun sadece “hak edenlere” para vermesi gerektiği de dillendirilecektir.

Ancak, hikâyenin öteki yüzü üzerine de kafa yormamız gerekiyor. Çünkü hak edenlerle etmeyenleri birbirinden ayırmak için bu amaca yönelik bir bürokrasi inşa etmeniz gerekir. Bu türden bir  bürokrasi kendini çoğaltma eğilimine sahiptir. Bürokratlar kendi gibilerin sayısını ve toplum üzerindeki iktidarlarını artırmayı severler: Bu amaçla “hak etmeyenler” diye grupladıkları insanları damgalarlar.

Bu durum psikiyatrinin işleyişine epey benzer. Michel Foucault’nun akıl hastanesini nasıl ele aldığını hatırlayalım. Psikiyatriyi devreye soktuğunuzda akıl ve akılsızlığa  dair bir söylem, psikiyatristin kimin aklı başında olduğuna ve özgür vatandaşlığı hakkettiğine karar verdiği bir hiyerarşi kurarsınız.

Karşılık vermemiz gereken başka bir sav da şöyle: “İnsanların temel gelire yerine çalışmaya hakları olmalı, miskinliği yerine çalışmayı desteklemeliyiz.” Burada iki noktayı tespit etmek önemli. İlkin, kimse avarelik yapanları kınamayalım demiyor. Ama niye onları açlığa mahkum edelim ki? Eğer çocuklarım avarelik yaparsa onları kınayacağımı biliyorum. Ama sırf bu yüzden onları kapı dışarı da etmem.

Yarattığı teknolojilerle kendi varlığını da tehdit altına sokan kapitalizmin kötü etkilerini bertaraf etmek istiyorsak toplumun toplam sermaye gelirinden pay talep ettiği bir sistem inşa etmemiz lâzım. Bu talep herkese ulaşan düzenli bir gelir akışıdır.

Ama daha da önemlisi iyi işleyen bir emek piyasası ve medeni bir toplum için bir işi reddedebilme hakkı elzemdir. Ve bir işi reddetme hakkına gerçekten sahip olmak için bir alternatife sahip olmamız gerekir. Çünkü çaresiz insanlar istemedikleri işlerde çalışmayı kabul etmek zorunda kalır.

Daha bugün emeğinin saygı görmemesinden, insan yerine konulmamaktan yakınan bir temizlik işçisiyle tanıştım. Birçok üniversitede çalıştım. Eskiden çalıştığım bölümlerdeki temizlik işçileri patronum gibiydi. Ofisimi ziyaret eder, ailemi, eşimi tanır, “saat 20:00 oldu, daha ne duruyorsun, haydi bakalım, yallah eşinin yanına” diyebilirlerdi. Bir kuruma ait, dahası o kurum için önemli olduklarını içten hissederlerdi.

Peki sonra ne oldu? Tüm temizlik işlerini taşeronlaştırıp çalışanlarını kimliksizleştiren, günübirlik kiralayan, istediği zaman işten çıkaran, onlara daha az  ücret veren ve emekçilerin kurumla ilişkisini koparan firmalara verdik. İster üniversiteler, ister Londra Ulusal Müzesi olsun, tüm kurumlarda benzer bir süreç yaşandı. Peki, bu süreç nasıl kontrolden çıktı?  Çünkü temizlik işçilerine taşeron iş sözleşmesine hayır diyebilmek için başka bir seçenek sunulmamıştı.

Evrensel temel gelirin sadece makro ekonomik değil, toplumsal açıdan da çok önemli veçheleri mevcut. Meseleye makro ekonomik bakışı, finansal piyasalarda, yatırımlarda ve toplam talepte yaratacağı istikrarı hesaba katmalıyız. Ancak temel gelirin mikro düzeyde ve sosyal açıdan da önemli sonuçları mevcut.

“Hayır” deme hakkı

Sosyal demokrasi, toplumsal güvence ağı fikrini ortaya attı. Bu fikre karşı cephe almamız gerekiyor. Evet, ağlar güvenlik sağlamak için elverişli bir branda işlevi görebilir. Ancak ağdan kurtulmak bazen çok zordur, ağa takılıp kalabilirsiniz. Bu yüzden temel geliri bir ağ değil, bir temel, ayağa kalkıp gökyüzüne uzanabileceğimiz bir zemin gibi tasavvur etmeliyiz.

Özgürlüğü itici bir güç olarak tarif eden liberal siyasal iktisatçılar, kuramcılar ve siyasetçiler gayrimeşru bir özgürlük tanımı ortaya koyar. Özgürlüğe, sınırlamalardan azade olma babında negatif bir anlam atfeder. Gönüllülük esasını ön plana çıkarır. Söz konusu tanıma göre, eğer bir iş sözleşmesini kabul ettiyseniz, bu özgür iradenizin varlığına delalettir. Gerçekte durum böyle değil.

Mafya bize reddedemeyeceğimiz seçenekler sunmayı, teklifler yapmayı çok sever. Bu seçenekleri kabul etmemiz, onları özgür irademizle seçtiğimiz anlamına gelmez. Yunanistan hükümetinin 2015’te Troika’nın şartlarını kabul etmesi, gönüllü bir anlaşmanın sağlandığı manasına gelmez. Bir anlaşmanın, tarafların özgürlüğünü yansıtması için tüm tarafların “hayır” deme kapasitesinin bulunması gerekir. Tam da bu yüzden eylem özgürlüğü temel gelir gerektiriyor.

Temel gelir, kapitalizmin kendi altını oymasından ötürü zaten ortadan kalkacak, yapay zekâ ile ikame edilecek tekrara dayalı algoritmik işin yerini yaratıcı emeğin almasını sağlayacak. Dolayısıyla,  yarattığı teknolojilerle kendi varlığını da tehdit altına sokan kapitalizmin kötü etkilerini bertaraf etmek istiyorsak toplumun toplam sermayenin gelirinden pay talep ettiği bir sistem inşa etmemiz lâzım.

Bu talep herkese ulaşan düzenli bir gelir akışıdır. Paris Hilton gibi sadece bir avuç insanın güvence fonu varken, çocuklarımızın da güvence fonuna hakkı olmaması için bir neden yok. Nihayetinde, temel geliri çocuklarımız için, maliyeti zaten müşterek olarak ürettiğimiz toplam sermayeden paylarla sağlanacak bir güvence fonu olarak düşünmeliyiz.

Çeviri: Ulus Atayurt

^