Bir söyleşinizde, “Afşin ellerinin en hızlı Bektaşi köyü olan Berçenek’te doğdum” diyordunuz. Berçenek neden en hızlıydı?
Âşık Mahzuni Şerif: Afşin kazası, yüzyıllardır Alevi, Sünni, Türk, Kürt ve Çerkes mozaiğinde muhabbet dolu bir halk birlikteliğini sağlayan önemli bir alan olmasına karşın, tek tük köylerde köktenci anlayışın kıpırtıları nedeniyle köyler arası dostluk arasıra irtifa kaybetmekteydi. Bütün Türkiye’de olduğu gibi, Berçenek köyünde de Bektaşilik misyonu, barışın, birleştiriciliğin en önde gelen fonksiyonel görünümü sergilemekte ve aynı zamanda çağdaş, ilerici ve devinimci bir inancın halkını ihtiva etmekteydi. Bu nedenledir ki, Maraş ili sınırları içinde Berçenek köyünün geleneksel ve tarihi halkçılık yönü diğer köylerden daha hızla yol almakta olduğu için, Afşin’in en hızlı Bektaşi köyü terimini kullandım. Anadolu halkı ve Bektaşiler İslami bir kökün kültürüyle haşır neşir olduğu için de benim inancım Kur’an-ı Kerim’i rehber almaktaydı. Parantez içinde söylemek gerekirse, bu benim çocukluk yıllarıma ait bir görünümdü.
Köyünüzde ağalık, ağalığa karşı türkü yazan ozanlar var mıydı?
Elbette ki, diğer Anadolu köylerinde olduğu gibi, bizim köy ve civarları da ağalarla dolup taşardı. Ne yazık ki benim ozanlık dalına el attığım zamanlarda ağaların varlığına karşı gelen ozanlar hemen hiç yok denecek durumdaydı. Sadece Elbistan topraklarında ün yapmış bir ozan göze çarpmaktaydı; o da Abdurrahim Karakoç’tu. Bu büyük ozanın tek bir ilginç yanı vardı. Düzene ve ağalara karşı olmasına rağmen, feodal azınlığın yanında, sağcı iktidarların saflarında oluşu akıllara durgunluk vermekteydi.
Özellikle Ahmet Arif ve Hasan Hüseyin’den büyük feyz aldım. Bu iki önemli demokrat ozan, benim Alevi ve Bektaşilik yönündeki şoven kalıplarımı kırmış olup, beni çağdaş ve toplumcu bir anlayışın misyonuna yöneltmekte çok çaba sarfetmişlerdir.
Ozanlığa adım atışınızda o dönemdeki “muhabbet”lerin, “cem”lerin mi etkisi oldu?
Ozanlığıma cem törenlerinin etkisi elbette ki olmuştur, ancak etkinin tümü bu değildir. Önemle itiraf edeyim ki, Türkiye’nin çarkını elinde tutan haksız iktidarlar, alabildiğine mahrum ve acz içinde yaşayan Türkiye halkının feryadı, beni bu direnişe iten baş faktördür. Cem törenleri beni ahlâk, sevgi ve muhabbet kavramları üzerinde bilemiştir.
Neden askerlik tahsilini seçmiştiniz? Tahsiliniz sırasında yazarlık da yapıyormuşsunuz ve epey yazarla tanışmışsınız…
Bahsettiğiniz yıllar 50’li yıllardır. O yıllarda sivil tahsil ancak köy ağalarının, yüksek bürokrasinin, üniformalı zevatın çocuklarına mahsustu. Fakir Anadolu çocuklarının kısmetine düşen yatılı askeri okullardı. Bir de askerliğin şekilci cafcafası, biz köy çocuklarını etkisi altına almaktaydı. İşte ben bu yıllardan hemen birkaç yıl sonra rahmetli Hasan Hüseyin, Ahmet Arif, Mehmet Kemal, Fikret Otyam, Yaşar Kemal ve Can Yücel gibi ağabeylerimle tanıştım. Özellikle Ahmet Arif ve Hasan Hüseyin’den büyük feyz aldım. Bu iki önemli demokrat ozan, benim Alevi ve Bektaşilik yönündeki şoven kalıplarımı kırmış olup, beni çağdaş ve toplumcu bir anlayışın misyonuna yöneltmekte çok çaba sarfetmişlerdir.
Bu yıllarda çalıp söylüyor muydunuz?
1953’ten beri çalıp söylüyordum.
Âşık Veysel’le 1962 yılında Cebeci’de bir açıkhava sinemasında verilen konser sırasında tanıştım. Elimde ne doğru dürüst bir saz, ne de ayağımda sahneye uyacak bir ayakkabı vardı. İşte bu amansız şartlar içinde Rıza Aslandoğan’ın sazıyla sahneye çıktım. Bu benim halka açılan ilk sahnemdi.
1961 yılındaki Ankara Radyosu’nun “uç” müzisyenlerinden bahsediyorsunuz bir söyleşinizde. Kimdi bu müzisyenler?
1961 yılında, ben Ankara Ordu Donatım Teknik Okulu’ndayken, okul korosuyla Ankara Radyosu’na misafir olmuştum. İşte o yıllarda Muzaffer Sarısözen, Nida Tüfekçi, Osman Özdenkçi ve Alican Mustafa Geceyatmaz gibi büyük halk müziği yönetmenleri beni dikkatle dinlemiş, zaman zaman da radyoya davet etmeye başlamışlardı. Asker olduğum için gizli gizli gelip onlarla bazı musiki toplantılarına katılıyordum.
Âşık Veysel’le bu yıllarda mı tanışmıştınız? Onunla epey yolculuk yapmışsınız…
Âşık Veysel’le 1962 yılında Cebeci’de bir açıkhava sinemasında verilen konser sırasında tanıştım. Bu konserde rahmetli Âşık Davut Sulari, Âşık Daimi, Ali Ekber Çiçek, Nurettin Dadaloğlu, Nezahat Bayram ve Neşet Ertaş gibi sanatçılar vardı. Elimde ne doğru dürüst bir saz, ne de ayağımda sahneye uyacak bir ayakkabı vardı. İşte bu amansız şartlar içinde Rıza Aslandoğan’ın sazıyla sahneye çıktım. Bu benim halka açılan ilk sahnemdi. Hiç unutmuyorum, beş kere üst üste sahneye çağırmışlardı. Sahnenin arkasında beni dinleyen Veysel Baba, o günden sonra benimle yaklaşık sekiz sene Anadolu yollarında dolaştı. Yüzlerce anıyı birlikte yaşadık. Sözünü ettiğim yıllar, benim askerden atılıp, işsiz güçsüz, perme perişan, üstelik bu kadar genç yaşta çoluk çocuğa karışmış evli barklı bir adam olmanın dezavantajını taşıdığım yıllardır.
Ya manevi babanız Fikret Otyam’la tanışmanız?
Fikret Otyam, Ankara’ya sivil olarak geldiğimin ilk senesinde beni bağrına basmış ve bende umutlar sezinlemiş bir büyük halk adamıdır. Onun yanına benim gibi Afşinli olup mezhebinden vazgeçen, o yılların genç ozanı Osman Dağlı’yla (Maksudi) geldik. Otyam her ikimizin de manevi babası olmuştur.
60’larda Alevi deyişleri de yazıyor muydunuz, toplumsal içerikli şiirlerinizin yanında? O yıllarda Âşık İhsani, Nesimi Çimen, Kul Hasan gibi ozanlarla ilişkileriniz nasıldı?
60’lı yıllar benim Alevicilik yaptığım, şovenliğimin zirvesinde olduğum en katı yıllardır. Ancak Mehmet Ali Aybar tarafından 1963 yılında TİP’in Çankaya gençlik koluna davet edilmemle benim zümrecilik ve mezhepçilik anlayışım tamamen değişmişti, Âşık İhsani’yle birlikte başka bir kavganın saflarında yer almaya başlamıştım… Derken sistemin gözüne battım. Nesimi Çimen, Kul Hasan, Hüseyin Çırakman gibi dava arkadaşlarımla birlikte yargılanmalarımız başladı.
İlk plağınız ne zaman yayınlandı? Ünlenmeniz bu plak sayesinde mi oldu, yoksa daha sonra mı?
1964’te yayınlanan ilk plağımla Türkiye’nin gündemine geldim. Bu plakla başlayan şöhret giderek sürdü. Birbiri ardına eklenen plaklarımda önceleri Alevi toplumunun ezikliğini dile getirdim. Daha sonra da ezilenlerin yalnız Aleviler olmadıklarını görerek sınıfsal ve toplumsal özlü eserler vermeye başladım.
1970’lerde tek başınıza spor salonu dolduracak dinleyiciniz varmış. Neydi o kadar insanı sizin konserlerinize çeken?
Mehmet Ali Aybar tarafından 1963 yılında TİP’in Çankaya gençlik koluna davet edilmemle benim zümrecilik ve mezhepçilik anlayışım tamamen değişmişti, Âşık İhsani’yle birlikte başka bir kavganın saflarında yer almaya başlamıştım…
7O’li yıllarda, Türkiye’de hızla giden dengesiz ve çarpık yapı, yüksek öğrenim gençliğine yansımıştı. ODTÜ, SBF gibi yüksek öğrenim kurumlarımız ülkeye çöreklenen emperyalist ve faşist güçlere kafa tutar hale gelmişti. Demokratik kitle örgütleri, köy ve belde kuruluşları Türkiye’deki iç bozukluğu hazmedemez olmuştu. Milliyetçiler, kökten dinciler ve demokratlar birbirini yer hale düşmüştü. İşte bu acılar arasında, ben elimde sazımla aydın ve demokrat kesimin yanında oldum. Böyle olunca da on binlerce insan beni dinlemek için konser salonlarını doldurdu. Bu kadar çok sayıda insanın bir arada bulunması benim marifetim değil, büyük bir halkın zulüm ve aksaklık dolu bir düzene tepkisiydi.
O yıllarda Cem Karaca’nın, Selda’nın, Edip Akbayram’ın yorumladığı pek çok türkünüz vardı. Onlarla ilişkiniz nasıldı?
O yıllarda Cem Karaca, Edip Akbayram ve Selda Bağcan benimle çok sıkı arkadaştılar. Cem Karaca rahmetli Turgut Özal tarafından Türkiye’ye getirildiğinde benimle arası bozuldu. Daha doğrusu ben kendisine kırıldım, aramadım. Aramadım, çünkü ben Münih’e kadar yanına gittim, ülkeye dönmesi için çok yalvardım, hatta Toto teyzeyle birlikte ağladık. Ama Cem’i ikna edemedik. Ne var ki, ne ben ne de öz annesi Toto hanım, Cem Karaca’nın gözünde kendisine torpil yapan Turgut Özal kadar yakın olamadık. Yine de Cem Karaca’ya hasret çektiğimi, kendisini çok özlediğimi söyleyebilirim. Edip ve Selda’yla sık sık buluşmaktayız ve birbirimizi çok severiz.
Cem Karaca’nın yorumladığı “Oy Babo“ türküsünün bir dizesinde “Muhtar anamı kaçırdı” diyordunuz. Onun bir hikâyesi var mı?
Babam rahmetli anamı kaçırdığında muhtarmış.
Aynı türküde “rezil olan şehir değil, köy babo” diyordunuz, rezil olan neden köydü sizce?
Ben köyde doğmuş, köyde büyümüş, köyde umutlanmış, fakat bütün umutlarını köyde yitirmiş bir toprak işçisinin çoçuğuyum. Bir yerleşim alanında yol, hastane, postane, pazar, dükkân yoksa, derde derman için bir aspirin bulunmuyorsa, bütün tapusu, kapısı bir ağaya ait bir hayat sürüp gidiyorsa, her davayı kaybediyor, her hâkimden, doktordan azar işitiyorsan, ağıl ve ahır kokusu dışında koku almayan, tozdan ve topraktan başka yüz cilası görmeyen, anası avradı çoluk çocuğu yüzyıllardır karın tokluğuna çalışıp, onu da alırken kan katranla yiyen bir rezilliğin adı, köyden başka ne olabilir ki?
En çok kimin etkisi var üzerinizde? Etkilendiğiniz ozanlar nasıl bakıyordu sizin müziğinize?
Benim şiirsel özelliğimde Pir Sultan Abdal yatar, tek özentim o büyük ozanadır. Ancak kendi çağımda sazımı ve sesimi benzetmek istediğim tek ozan rahmetli Âşık Davut Sulari dededir. Ben hep o insandan esin almışımdır. Gerek rahmetli Âşık Veysel, gerekse Davut Sulari, Mahzunilik binasının iki büyük temel duvarıdır. Her ikisi de sağlığında büyük teveccüh göstererek beni “devrin Pir Sultan’ı” gözlemiyle tanımlamışlardır.
Muhlis Akarsu ile aranız nasıldı?
Muhlis Akarsu ile dostluktan öte bir yakınlığımız vardı. Muhlis, ailemden bir insandı; kardeşimdi, yeğenimdi, kolum, dalım, muhabbet ve inanç birliğim olan bir arkadaşımdı. Ebedi yaşasın… Sivas katliamı yalnızca benim değil, 20. yüzyılın bir iç acısı, yüz karası ve yalnız Türk halkının değil, insanlık tarihinin unutulmaz ve affedilmez bir dramıdır. Gitsin, bir daha gelmesin.
Devletle âşıkların arası nasıl? Ozanlara baskı var mı şimdi?
Devletteki eski âşıklara olan baskı son bir kaç yıl içinde biraz da olsa ılımlaştı. Sanıyorum demokratik kitle örgütlerinin çoğalması, cumhuriyetçi ve Atatürkçü yapının biraz dik kalmasıyla bizim üstümüze artık polis salmıyorlar. Belki başka sebepleri de vardır, ama ben şimdilik bunlara bağlıyorum.
Benim şiirsel özelliğimde Pir Sultan Abdal yatar, tek özentim o büyük ozanadır. Ancak kendi çağımda sazımı ve sesimi benzetmek istediğim tek ozan rahmetli Âşık Davut Sulari dededir. Gerek rahmetli Âşık Veysel, gerekse Davut Sulari, Mahzunilik binasının iki büyük temel duvarıdır.
“Yavaş yavaş giderken Kaplani / Benimle gelenler hani” diye soruyordu Hasan Kaplani bir türküsünde… Kimse kalmadı neredeyse sizin döneminiz âşıklarından. Kimisi yakıldı, kimisi sürgün edildi, kimisi de unutuldu. Yeniler çıkmıyor mu?
Bizim dönemimiz ozanlarının gerekçesi giderek silindiği için aynı gerekçeli âşıklar türemiyor. Artık halkın kendisinin de büyük bir kısmı ozanlar gibi düşündüğünden enteresan ozanlar çıkamıyor. Bir doğuşun enterasan olması için mevcut görünümü delmesi, yeni bir misyonun, yeni bir davetin doğması gerekir. İşte bu gücü kendinde gören âşıklar maalesef tükendi. Ama göl yeri susuz kalmaz derler. Bakarsın, umulmadık bir zamanda ilginç insanlar doğabilir. Şimdi devletin sahip çıktığı ozanlar dindar, milliyetçi, ülkücü ve devlet kapısında memur olan ozanlardır. Mevcut halk ozanlarının “devlet ozanı” ismi almasına yaklaşacaklarını sanmıyorum.
Döneminizin aşıklarından hâlâ görüştükleriniz var mı?
Âşık Hüseyin Çırakman, Durmuş Yazıcıoğlu, Âşık İhsani, Kul Hasan, Emini, Çobanoğlu, Şeref Taşlıova, Meçhuli, Devrani, Mahrumi gibi ozanlarla görüşmekteyiz.
Son albümlerinizde bağlamaları Musa Eroğlu’na bırakıyorsunuz. Onunla çalışmak nasıl bir duygu?
Musa Eroğlu, bir ozan kadar ozanlığı bilen usta bir yorumcudur. Aldığı geleneksel terbiye ve oturup kalktığı nitelikli, okumuş tabaka, Eroğlu’nun hitap ettiği elit yapılar arasındadır. Böyle bir dostla sanat birliği yapmak insana onur ve keyif veriyor.
I995’te çıkan albümünüz Zevzek’teki “Zevzek” türküsünün bir göndermesi var mı? Birine mi yazıldı?
Zevzek, 400 kadar 45’liğimin içinde yaptığım Dürzü, Mamudo, Abur Cubur Adam, Keyfe Ağa, Sümbül Ağa, Çürük Hasan gibi tiplerden bir tiptir. Hiç kimseye gönderme yapmadım.
Şili’ye, Neruda’nın yakınlarına ve Özbekli şairlerin çocuklarına mektuplar göndermişsiniz. Bu tür yurtdışı ilişkilerinizi biraz anlatabilir misiniz?
Şili, Özbekli şairler ve ailesiyle Fransa’da yakinen tanıdığım araştırmacı yazar Prof. İrene Melikoff’un bir yakını ile bağ kurmaya çalıştım. Ancak gönderdiğim mektuplara henüz bir cevap alamadım.
Son yıllardaki çalışmalarınızda “Barış gelsin”, “Madenciler” gibi türkülerin yanında, soyut, mistik şiirler daha da ağırlık kazanıyor sanki. Alevi-Bektaşi şiiriyle artık daha çok ilişkilisiniz gibi…
Başta söylediğim gibi, ben Alevi bir aileden gelen insanım, kök kültürümde de mistisizmin ve hümanizmin önemli hatları yatar. Ayrıca unutulmamalıdır ki, Alevi kültürü asil bir Asya kültürüdür.
Roll, sayı 5, Mart 1997
* Bu söyleşi Ulaş Özdemir’in Senden Gayrı Âşık mı Yoktur –20. Yüzyıl Âşık Portreleri (Kolektif Kitap, 2017) başlıklı derlemesinde de yer aldı.