VİVET KANETTİ ULUÇ İLE AHMET HÂŞİM ÜZERİNE

Söyleşi: Yücel Göktürk, Merve Erol
4 Haziran 2023
SATIRBAŞLARI

Ahmet Hâşim’le ilk karşılaşmanız nasıl oldu?

Vivet Kanetti Uluç: Rastlantısal ve yavaş yavaş oldu. Okuldayken “O Belde” şiirini okurken titrerdim, demek ki müziğine çok duyarlıydım. Yıllarca okumadık sonra Hâşim’i tabii. Çok daha modernler peşindeydik. Geçmiş bir adam gibi görürdük onu, kim olduğu hakkında hiç fikrimiz yoktu… Ta ki bir gün, bütün resim çıkana kadar: İki Türkolog hoca –İnci Enginün ve Zeynep Kerman– bütün makalelerini topladılar, 90’ların başlarında. Ve aniden, Türkiye’nin en orijinal aydınlarından biri belirdi. Zekâ, mizah, merak, hafiflik, aşırı duyarlılık, çelişkilerle düşünme, hız… Bambaşka bir dokunuş… Çağının ve neslinin çok çok ilerisindedir Hâşim bu yazılarda.

Karmaşık, modern ve ruhen özgür bir yazar Hâşim. Düşünceyi oyun haline getirişi, bunu bir dram olarak görmeyişi çok etkiliyor beni.

Şair Hâşim daha başka; bitkiler ve hayvanlar ve yıldızlar âlemine aşina, ama gene büyük bir duyarlılık… Evet, sembolistleri sevmiş, onlardan etkilenmiş, ama Çin, Japon, Uzakdoğu şairlerine de yakın. Sadece Fransız etkisinde kaldığını söylemek haksızlık. Eskiden ona yaklaşanlar hiç bilmiyorlardı belki Uzakdoğu şiirini, edebiyatını. Referans olarak sadece Batı’ya baktıkları için, ancak o bağları kurdular. Ama doğayı içerden hissedişinde, kozmik yanında, aynı konulara sadakatte, Uzakdoğu duyarlılığını biz bulabiliriz bugün. Uzakdoğu sanatı, felsefesi ve edebiyatına büyük merakını makalelerinde de çok net ve defalarca okuyoruz…

Kendi şiir anlayışına müthiş sadık kalmış, hiç yalpalamamış biri. Ve ne büyük bir kendine güven ve istikrar gerekiyor, kurtuluş savaşı, büyük çalkantılar, bir cumhuriyet kurma zamanında, şiirinde bir kere bile o konulara girmemek; ısrarla, inatla gene uçanı ve kaçanı tek tek anlatmak için… Gölü, ayı, sazı…

Hâşim haiku’msu şeyler yazmış değil, ama bazı şiirleri üç-dört haiku bir arada gibi…

Doğru, bazen insan o hisse varıyor, o ruh var: Her yaprağı, bitkiyi birer insanmış gibi hissetmek, kendini hayvan olarak portreleyebilmek. Benim için en az “Müslüman Saati” kadar önemli bir yazısı, Almanya’da yazdığı “Bulutlu Hava”. Almanca bilmiyor ve bir hayal kuruyor: Yere düşmüş beygir gibi görüyor kendini, başına insanlar üşüşmüş, derdini anlatamıyor ve sonra, hayvanat bahçesine koşup kafes içindeki hayvanlara bir kardeşlik duygusuyla bakıyor. Kendini bir hayvan gibi anlatabilmesinde, gene Uzakdoğulu, biraz da Kafkaesk bir şey var.

Vivet Kanetti Uluç

Virgül’de “Ahmet Hâşim’le Özel Bir Diyalog ve Türkiye Kadınları” başlıklı bir yazınız vardı…

Daha önce, yani Beşir Ayvazoğlu’nun monografisi çıkmadan, Karizma dergisine vermiştim, gene aynı konuda bir yazıyı. Sonra Turuncu Kayık’ımda konuk ettim, bir şekilde. Hâşim kadın-erkek meselesi üzerine de çok düşünmüş. Türkiye’de ilericiler arasında “Batılılaşıyoruz, modernleşiyoruz, Kemalistiz, aman bize gerici demesinler” diye, üstü hep örtülmüş bir travmayı, o, açığa çıkartma cesaretini gösteriyor –bazen hakiki bir panik, bazen çılgın bir mizahla. Kadının birdenbire toplum içine fırlatılışını Türk erkeği nasıl yaşadı?.. Bu travmanın yeterince dillendirilmemesi, hiç tartışılmaması, geriye atılması, bu yüzden kadın korkusunun bugünlere kadar çok daha büyüyerek sürüp gelmesi, kadın devriminin Türkiye’de bir noktada donup kalması… Bütün bunları çok iyi anlarız Hâşim’in makalelerini okuyunca. Hiç kimsenin cesaret edemeyeceği netlikte şeyler söylüyor.

Diplomalı diplomasız bütün erkeklerin artık işsiz kalma korkusu, yeni kadınların düşüne düşüne belki dazlak kalacakları iddiası… (gülüyor) Müthiş kadın düşmanı yazıları var, bu yüzden de müteşekkiriz ona –açık sözlülüğünden ötürü tabii.. Fakat yeteneği gördüğünde de… Suat Derviş’e mesela çok destek çıkıyor. Gene o çelişkilerden korkmayışı… Bir yazıda, kadınların konuşmaya başlamasının bir felaket olduğunu yazıyor. Sonra da bir Paris yazısında, “ah o kadınların cıvıltısı”! (gülüyor) Meseleyle boğuşuyor kısaca, başkalarının hiç göstermediği bir samimiyet ve dürüstlükle.

Kadının topluma katılmasına itirazını da katiyen dine dayandırmıyor ve bu, erkek paniğinin esas çekirdeğini daha iyi hissettiriyor bize. “Çarşafı, peçeyi attıklarında, dünya anlayacak, Türk kadınlarının güzel olmadığını, yüzde doksanının çirkin olduğunu…” (gülüyor) Böyle aklına gelen her korkuyu sansürsüzce dile getirmiş! Ama bu konudaki son yazısında, bir barışma çabası var. Didişmiş, boğuşmuş, hesaplaşmış, artık barışabilir. Ve o zaman, kadının dünyada şair kadar yalnız olduğunu söyler. Böyle bir kardeşlik kurar –en sonunda…

Kadın-erkek meselesi üzerine de çok düşünmüş. Kadının birdenbire toplum içine fırlatılışını Türk erkeği nasıl yaşadı?.. Bu travmanın yeterince dillendirilmemesi, bu yüzden kadın korkusunun bugünlere kadar çok daha büyüyerek sürüp gelmesi, kadın devriminin Türkiye’de bir noktada donup kalması… Bütün bunları çok iyi anlarız Hâşim’in makalelerini okuyunca.

Dine yaklaşımı da ilginç, ne dindar ne ateist; Yakup Kadri’nin dediğine göre: “Onun için din diye mesele yoktur. Bir çeşit animist olan bu acayip adam, bütün sinirleri ve bütün ruhuyla bu dünyanın, yalnız bu dünyanın çocuğudur, yalnız bu dünyayı anlar ve sever…”

Dindar ya da ateist olsaydı, Türkiye daha çok sahip çıkmıştı ona. O anlamda da yalnız. Dindar değil, solcu değil, sağcı değil, kahramanlık şiirleri yazmamış, halbuki gitmiş savaşmış da… Devlet ona ne iş vermiş ne mevki, diğer büyük yazarlara yaptığı gibi. Sefirliği, bakanlığı, milletvekilliği, hatta ciddi bir okul hocalığı bile yok. Tek başına, sap gibi bir birey.

Ahmet Hâşim (ortada), Galatasaray Lisesi’nde Aziz Fikret ve Ali Sami ile

Beşir Ayvazoğlu’nun Ömrüm Benim Bir Ateşti adlı monografisi için yazdığınız yazının başlığı “Bir Hâşim Yarası”. Kastettiğiniz yara, “ırkçılık”. Başka ne yarala var Hâşim’in?

Muhtemelen çok yarası var, ama bu yara hepsini doğuruyor gibi gelir bana. Dışlanmışlığı, tam buralı sayılmaması… Kendisi çok anlatmıyor ama, bazı arkadaşları söylüyorlar ne kadar kırıldığını. Bir tanığı, Şinasi Hisar. O sıralar milliyetçiliğin kuvvetli bir dönemi. Ne tuhaftır ki, ne zaman bir edebi, fikri kavga olsa, mutlaka Araplığına da şöyle bir dokunduruyorlar. Peyami Safa, Yahya Kemal, Nâzım Hikmet… Sağcısı ve solcusu, hepsi. Nâzım’ın “Cevap no.2” şiirinde “atlas yakalı sarhoş sofralarında saz çalıp Arabistan fıstığı satanlar…” gibi dizeler var. Kerim Sadi gibi başka Marksistlerde de bu tür saldırıya rastlayacağız. Saldırılması kolay adam Hâşim; o tarafıyla insa­na dokunuyor. Kimsesiz, kliksiz, cemaatsiz…

Muhtemelen çok yarası var, ama “ırkçılık” yarası hepsini doğuruyor gibi gelir bana. Dışlanmışlığı, tam buralı sayılmaması… Saldırılması kolay adam Hâşim; o tarafıyla insa­na dokunuyor. Kimsesiz, kliksiz, cemaatsiz…

Türkçe şiir yazmada, Türkçe düşünmede çok iddialı, kendini tutkuyla buna adamış, ama bir noktada hep “yabancı” görülüyor, bunun bedelini sonuna kadar ödüyor. Büyük memuriyetleri hiç olmuyor, savaşmış olmasına rağmen, ve son derece kıt kanaat geçiniyor. Dönemin edebiyatçıları, şairleri arasında en küçük, en yoksul evde yaşayan belki o. Oturduğu ev ne güneş görüyor ne bir şey. Kalkıp bu adamı seçiyor Nâzım Hikmet, “burjuva uşağı” demek için. İnsan gülüyor tabii, Nâzım ki soylu bir yalı ailesinden geliyordu…

Hem Peyami Safa, hem Yahya Kemal, kavgada ve polemikte en acıtıcı argümanı kullanmakta beis görmüyorlar. Bu, insanoğlunun küçüklüğü ve vahşiliğiyle ilgili bir fikir veriyor bize… Benim çok sevdiğim Orhan Veli mesela, onu yazılarımda sanki kayırmışım. O da, eski şiire sataşma vakti, ne yapıyor, gene Hâşim’e bulaşıyor. Kim ki yenilik yapmak istemiş, birini simge olarak seçecekse, nedense hep Hâşim’e yüklenmiş.

Çanakkale Cephesi hatırası

Başka bir düzeyde Hâşim’in gücünü de göstermez mi bu?

Sanatsal gücünü kuşkusuz gösterir, ama biraz da iktidarsız oluşunu. Bugün de biliyoruz, iktidarı olana kolay kolay saldırılamaz. Orhan Veli’ninki mesela, açıkça şiiriyle de dalga geçiyor: Rakı şişesinde balık olsam…

Orhan Veli’ninki güzel, ama Hâşim’inki de bir başka güzel değil mi: “Akşam, yine akşam, yine akşam / Göllerde bu dem bir kamış olsam…”

Evet, öyle, ama onları da anlamak lâzım, artık bambaşka bir şiir ortaya koymak istiyorlardı. Ve kurcalıyor kafalarını Hâşim. Tabii ona sataşmanın daha az riskli olduğu da kesin. Yahya Kemal’e sinir oluyor Nâzım Hikmet ama, Yahya Kemal’e “çok yiyorsun, dolmaları yuvarlıyorsun” diye bir şey yazması düşünülemez bile.

Hâşim Yahya Kemal’le de sık sık polemiğe giriyor, ona yönelttiği eleştiri kendi şiir anlayışını da iyi ifade ediyor gibi: “Yahu bu adam şiiri hendeseye hapsetmek istiyor…”

Orada iki büyük figürün düellosu var. Bunu belki Nâzım Hikmet’in saldırısından daha iyi anlayabiliriz. İkisi de birbirinin büyük yetenek olduklarını biliyorlar. Fakat biri, Ahmet Hâşim, öyle “libero” ki! Bana çok acı gelen, bu liberoluğundan ve sahipsizliğinden ötürü yetmiş yıl unutulmuş olması… Galiba biraz özdeşleşiyorum Ahmet Hâşim’le, öyle bir yakınlık hissediyorum. (gülüyor)

Abdülhak Hamit ile, Büyükada’da

Ahmet Hamdi Tanpınar’ın arası nasıl Hâşim’le?

Esas hocası Yahya Kemal onun. Gene de Hâşim’in büyük etkisi altında kaldığı, ondan çok şey alıp bunun altını çizmediği, borcunu tam ödemediği kanısındayım. Beş Şehir’deki İstanbul’u anlatışı, iklim ve ruh olarak tamamen Hâşim’in “Müslüman Saati” yazısı etrafında döner. Bu basbayağı bir alıntıdır ve şapka çıkarılmalıydı, öyle olması gerekir böyle durumlarda… Ama bu mecburiyeti hissetmiyor Tanpınar. Böyle yazarlar vardır her devirde, Hâşim gibi, bir parçasını da ben alayım diyorsun, tutamıyorsun kendini, yürütmek istiyorsun… Üstelik Hâşim’den yürütmek kolay, hemen hemen hiç bekçisi yok.

Tanpınar’ın dramı da biraz buralardan geliyor galiba. Doğu-Batı sentezi meselesine fazla takmamış olsa, kendini biraz rahat bırakmış olsa Tanpınar, sanki daha Hâşim olacakmış, ama olamamış gibi. Hayranlığı hep anlatılıyor, ama yazdığıyla çizdiğiyle Yahya Kemal’den uzak aslında, metinlere bakıldığında Hâşim hissediliyor, mesela Huzurda. Kendini frenliyor sanki Tanpınar, Hâşim’e yakınlaşmamak için…

Evet, onun derdi “bir sistem yaratmak”. Türk edebiyatçısının büyük saplantısı bu. Toplumun bütün meselelerini kavrayacak ve “çözecek” bir açıklama ortaya koyabilmek… Çözülmeyi bekleyen son düğüm sendromu. Burada naif bir yaklaşım var. Hâşim’de asla böyle bir naiflik görmeyiz. Gerçeğin son derece karmaşık olduğunu, sayıları sonsuz, hesaplanamaz ve asla tam çözülemeyecek parçalardan oluştuğunu o iyi biliyor. “Batıdan Doğuya” ya da “Doğudan Batıya bakıyorum” yoktur onda. O sırada nereye bakıyorsa –tahta kurusu, bir karga, Charlie Chaplin, yahut büyük Hint metinleri Maharabata, Marayama– dünyanın merkezi işte orasıdır. Hiç alışkın olmadığımız bir yaklaşım, alışmadığımız tipte bir adam… Bugün doğru bulduğunu yarın yerden yere vurabilmesi, bugün kötü bulduğuna yarın iyi diyebilmesi… Çelişkiden kaçmaması, aksine, keyifle üstüne gidişi…

“Şimdi bir noktaya vardık, artık bu noktadan ilerlememiz gerekir, sonra başka bir noktaya geleceğiz…” Böyle biri değil Hâşim. Her noktaya gidiyor, geri geliyor, isterse tekrar gidiyor, ve istikametlerin çokluğunu biliyor. Daha karmaşık, modern ve kanımca ruhen özgür bir yazar. Bu büyük özgürlüğü, çok şükür yazılarının bir araya getirilmesi sayesinde keşfedebildik. Onu Heraklitçi buluyorum. Düşünceyi oyun haline getirişi, bunu bir dram olarak görmeyişi çok etkiliyor beni. Bugünkü okumayla çok tazedir Hâşim. Tanpınar’ın hep bir şeyleri kanıtlamak, bir şeylere son noktayı koyabilmek için çabası yanında, onunkisi büyük ferahlıktır bana göre…

Şiirinde de hissediliyor o rahatlık, üzerinde uzun uzun uğraşılmış değil de, düşmüş gibi şiirleri…

Evet, ama muhtemelen çok çalışılmış bir şiir onunkisi. Bir müzik ve mimari yapısı olan, fazladan tek sözcük, tek virgül kabul etmeyecek şiirlerden… Bu değerde bir adamın edebiyat ve düşünce dünyamızda yeterince korunamamış olmasını anlamak çok güç. Bizlere denk geldi, çok da şeref duyuyorum bundan. Birkaç kişi, ayrı ayrı yerlerden, Hâşim’i aynı dönemde canlandırmaya çalıştı, yetmiş yıl sonra.. Uzun yıllar bu ülkede iktidar sahibi nice eleştirmene ve yazara tuhaf gelmemiş demek, Hâşim’in üzerine perde çekilmesi. Bırakmışlar, izin vermişler böyle bir şeye.

Kendisinden sonra gelen şairlerden onu sevenler arasında Dıranas, Oktay Rifat var. İkinci Yeniciler seviyor mudur?

İlhan Berk çok sever. Onun için çok önemli Hâşim, onu hep ayrı bir yere koyuyor, “ben Hâşim’den çıktım” diyor. Şimdi de Hâşim’e bayılan gençler var.

Hâşim’in Nâzım’a yaptığı övgü de çok çarpıcı… Nâzım’ın şiirine bakışından anlıyoruz ki, değişen bir topluma karşı duyarsız da değil…

Evet, çok cömert Nâzım’a karşı. İdeolojik olarak ortak noktaları yok, ama büyük bir estet Hâşim. Yeni olan her şeyi, hele bir şiirdeki yeni sesi ânında hisseden biri. Bir de Nurullah Ataç vardır, onun gibi. Maalesef Türk edebiyatındaki en büyük eksiklik bu: Duyuları gelişmiş, kendi kendine karar verebilecek, baskı dışında, ideoloji dışında taze ve yeni olan şeyleri sezecek, kömürler arasında parlayan ışığı farkedecek yaratıcılıkta kişiler…

Yaşarken çektiği zorluklara gelince, bunda orijinalliğinin payı büyük, ama kişiliği de çetinceviz. Çok çabuk parlayan biri. Sosyal ilişkilerde zor, muazzam alaycı, arkadaşlarını gülmekten kırıp geçirirmiş. Ne tuhaf değil mi, klasik Ahmet Hâşim imajı hiç bunu vermez halbuki… Sonra, acayip alıngan. Bir alınganlık hikâyesine bayılıyorum: Evlendirmek istiyorlar, ama Hâşim kolay kolay kimseyi beğenmiyor, olmadık sorunlar çıkarıyor. Bir hanım kızla tanıştırıyorlar, onu ziyarete gidiyor, evden ayrılırken müstakbel kayınvalide pardesüsünün cebine pişmiş uskumru sarıp koyuyor. Hâşim tabii şok oluyor ve ilişki bitiyor. (gülüyor) Onun gibi ruh zarafeti anlayışı olan adamın cebine yandan yandan uskumru konması ne demek? (gülüyor) Yemeği seviyor da Hâşim, ama herhalde Yahya Kemal kadar değil. Bir de Hâşim’in çok dokunaklı tarafı, çölleri hatırlayıp kum yemesi…

“Batıdan Doğuya” ya da “Doğudan Batıya bakıyorum” yoktur onda. O sırada nereye bakıyorsa –tahta kurusu, bir karga, Charlie Chaplin, yahut büyük Hint metinleri Maharabata, Marayama– dünyanın merkezi işte orasıdır. Hiç alışkın olmadığımız bir yaklaşım, alışmadığımız tipte bir adam..

Bir de bir İtalyan kızına aşık oluyor galiba, ama arkadaşlarının oyununa geliyor…

“Tipik” kız seviyor Hâşim. Burada da çok modern. “Kara kuru kızlar” diyor, kimi dostları. “Kürt kızları” o sıra hiç moda değil, daha beyaz tenliler, pembe yanaklılar, akça pakça dedikleri revaçta. Hâşim, hayır, şimdiki zevke daha uygun olarak, kemikli, çok esmer Kürt kızlarını beğenecek…

Memet Fuat’ın çocuklar için hazırlanmış bir Hâşim kitabı var. Keşke yazmasaymış o kitabı! Çünkü belli ki Hâşim’i hiç sevmiyor. Oysa insan çocuklara sadece sevdiği yazarları anlatmalı. Memet Fuat’ın bütün çabası, sanki çocuklara onu sevdirmemek. (gülüyor) Toplumcu olmayışı, bireyciliği, şiirindeki konular, Memet Fuat için, Hâşim’in hayatta ve ülkede önemli olan her şeyi ıskalamış olması demek. İşte o kitapta diyor ki: Hâşim kendisini çirkin bulurdu, çok kompleksliydi, o yüzden böyle kızları severdi, onu reddetmeyecekler diye.” Demek ki Memet Fuat’ın gözünde o tip kızlar “çirkin kızlar”! Bence onlar basbayağı güzel ve Hâşim de onların güzelliğini görmüş. Hâşim’inki herkesinki gibi değil, daha “sofistike” bir zevk. Cinsellikte de, farklı olanı, sıradanın dışına çıkanı arayan bir zevk.

Çirkinliğine dair bir mit var, ama bütün arkadaşları çok yakışıklı olduğunu söylüyorlar….

Ben de çekici bir erkek olduğunu düşünüyorum. Bir “koketlik”ti belki, kendisine çirkin demesi. Kadınlar hoşlanıyormuş ondan. Arkadaşları cinselliğinin çok kuvvetli olduğunu söylüyorlar. Herhalde
sık sık ilişkide bulunabileceği yerlere gidiyordu. Hâşim sonunda evleniyor da… Ama ancak hayatının son yıllarında, belli belirsiz bir evlilik. Müzmin bekâr aslında. Yahya Kemal de öyle. Ortak bir yanları da bu.

Yahya Kemal’e yazdığı mektup çok güzel: “Bilirim, hayatında beni bir dakika sevmedin, bir dakika havamda rahat etmedin, bir dakika bana dost sıfatını tam vermedin. Ben bunu bilerek dostun oldum ve hâlâ dostunum, çünkü biliyorum ki ruhun benim ruhumun cinsindendi, çünkü biliyorum ki bedbahtsın ve mes’ud olmayacaksın, tıpkı benim gibi… Sana gelip aleyhimde söyleyecek olanlar bilmiyorlar ki dostluğumuzun cinsi onların anlayacağı neviden değildir. Havada, ziyâda, suda ve semâda aynı şeyleri sevmiş ol­manın yapacağı dostluğu bilmiyorlar…”

Evet, çok güzel mektup hakikaten. Sevmişler birbirlerini ve çok kıskanmışlar. Anlaşılır bir şey. Tabii Yahya Kemal toplum tarafından baştacı edilmiş, sahiplenilmiş ve de örgütçü biri; Hâşim yapayalnız. Grup, klik, tekke, ekol kurabilecek adam değil. Dergi çıkartmak istiyorlar, Hâşim’in önerisi adı Haşhaş olsun”. (gülüyor) Derginin adı sonunda Dergâh oluyor. Yaklaşım farkını görüyor musunuz?

Bir de punk tarafı var: Derginin logosunu da beğenmiyor, “çok muntazam” diyor, “acemi bir adama kırık bir kalemle yazdırsaydınız daha iyi olurdu”… Haşhaşla haşır neşir miydi acaba?

Yakup Kadri’nin söylediğine göre öyleydi. Onunla aralarında büyük bir aşk var aslında. Çok dostlar. İzmir’de bir evi paylaşma projeleri var, bahçeye de esrar ekmek istiyorlar.

Akşam çökünce de hizmetçiler çubuklarına haşhaş dolduracaklar, iki arkadaş Buda heykelleri gibi sessizce oturacaklar…

Aşk hayaline benzemiyor mu bu allah aşkına? (gülüyor) Belki de bu çok büyük bir esrar arkadaşlığıydı. Bilmediğimiz çok şey var. Biliyorsunuz, resmi tarihi her zaman devlet yazmaz, aydınlar da yazar.

Express, sayı 26, Haziran 2003

^